Kadir Canatan Yazdı: Yeni Bir İsa’ya İhtiyaç Var!

26.07.2021

Son yıllarda bir ahlak sorunumuz olduğu sık sık dile getiriliyor ve bunun olası sebepleri tartışılıyor. Bundan birkaç yıl önce Ankara’da düzenlenen bir Ahlak Şurası’nda bu konuda bir bildiri sunmuş ve görüşlerimi belirtmiştim. Bugün konuya başka bir açıdan bakmak istiyorum. Din ve ahlak ilişkisi konusunda Türkiye toplumunun algısı nedir? Bu soruyu irdelemek için biraz geriye gitmek gerekiyor. Dinler tarihinin idealist bir yorumu var ki bu genellikle ilahiyatçılar arasında yaygındır. Kısaca özetlemek gerekirse, dinler hep aynı içerikle Tanrı’nın elçileri vasıtasıyla toplumlara gönderilmiştir. Ne zaman sapma olmuşsa Tanrı bunu yeni bir elçiyle düzeltme yoluna gitmiştir. Böylelikle aynı içerikle Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar yüzlerce ve hatta binlerce peygamber gelmiştir. Din ve ahlak iç içedir ve ahlak evrenseldir.

Ben din olgusunu ve bunun toplumsal tezahürlerini iyi anlamak için bu idealist yoruma ayrıca sosyolojik bir yorumun eklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Sosyoloji, dikey bakış açısına yatay bir bakış açısı eklemeyi de gerektirir. Buna göre dinler sadece yukardan aşağıya işleyen bir mantıkla değil, aynı zamanda aşağıdan yukarıya doğru işleyen bir mantıkla anlaşılmalıdır. Bu yaklaşım, dinlerin neden farklılaşma içinde olduğunu da ortaya çıkaracaktır. Sanıldığı gibi din hep aynı içerikle gelmemiştir. Dinler arasında farklılıklar olmuştur. Bunu Kur’an da açıkça teyit etmektedir.

“(Ey Muhammed!) Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık, Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp da onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir.” (Maide, 5:48).

Bir formülasyona göre akide ve ibadet sistemi açısından dinler tektir, ama şeriatlar farklıdır. Bunun böyle olması da anlaşılır bir şeydir. Çünkü toplumların ihtiyaçları ve gelişme seviyeleri farklı farklıdır. Akide ve ibadet, Tanrı ile kul ilişkisini düzenler, şeriat ise insan-insan, insan-devlet ve insan-eşya ilişkisini düzenler. İkinci anlamında din değişme olgusunu (nesh) da kabul eder.

Din ve ahlak ilişkisi şu şekilde tanımlanabilir: Her din mutlaka bir ahlak sistemini içerir. Şeriatın bir “sert” kuralları, bir de “yumuşak” kuralları vardır. Sert kurallar bugünkü deyimle ifade edecek olursak hukuk kurallarıdır, yumuşak kurallar ise ahlak kurallarıdır. Hukuk ile ahlak arasındaki en önemli fark, ilkinin yaptırımlı ikincisinin yaptırımsız olmasıdır. Hukuk kurallarını ihlal ettiğiniz zaman resmi merciler sizi hesaba çeker ve bir ceza yazar. Oysa ahlak kurallarında bir ihlal olduğunda sizi kimse cezalandırmaz. Ahlak kuralları, toplumsal kontrolle işlerlik kazanır.

Bu noktada ahlakın günümüzde neden zayıfladığına dair temel bir açıklama yapabiliriz. Bundan 80-90 yıl önce Türkiye toplumu geleneksel ve kırsal bir toplumdu. Bu toplumsal yapıda köyler küçük ölçekli topluluklardı ve burada sosyal kontrol işliyor ve norm ihlalleri pek olmuyordu. Ama bugün Türkiye bir kent toplumu haline gelmiştir ve kozmopolit kent toplumunda toplumsal kontrol işlemez olmuştur. Başka bir deyişle ahlakın toplumsal temeli zayıflamış ve çözülmüştür. Deyim yerinde ise “ahlakın bekçisi” kalmamıştır!

Ama Türkiye toplumunda din ve ahlak ilişkisinde pek dokunulmayan daha önemli bir nokta var. O da değişen din algısı ve buna bağlı olarak ahlakın soyut ve görünmez bir hale gelmesidir. Türkiye’de bir dönem din, siyasetten bağımsız ve hatta toplumsal etkileri olmayan, salt Tanrı ile kul arasında vicdani bir ilişki olarak tanımlanmıştır. Bu laik din yorumu uzun süre Türkiye toplumuna dayatılmıştır.

Yetmişlerden itibaren gelişen siyasal İslam, Müslüman dünyadaki gelişmeleri de arkasına alarak din denilince şeriata vurgu yapan bir din anlayışını gündeme getirmiştir. Benim gibi yetmişli yıllardan itibaren İslamcı gençlik içinde yetişen kuşaklar “Din şeriattır” ya da “Din siyasettir” gibi sloganlarla yetişmiştir. O yıllarda “Şeriat gelecek, vahşet bitecek” diyorduk. Hüsnü Aktaş’ın bir kitabına da verdiği isimle çağdaş dünyayı “Medeni Vahşet” olarak algılıyorduk. Yetmişli yılların sonunda Muhammed Kutub’un “20. Asrın Cahiliyesi” adlı kitabını okuduğumuzda, modern dünyanın şirk üzerine kurulu bir dünya olduğunu anlamıştık.

Siyasal İslam’ın en önemli handikaplarından biri, ahlakı geri plana atmış olmasıydı. Öyle ki yaşadığımız cahiliye çağında ya da o zaman ki deyimle “darül harp”te her türlü hile ve düzenbazlık meşruydu. Çünkü açık ya da gizli bir savaş içindeydik ve bu savaşta her türlü hile caizdi. Hatta en çok tekrarlanan sözlerden biri de Hz. Muhammed’e atfedilen “Yalan üç yerde caizdir: Savaşta; çünkü savaş hiledir. İki Müslümanı barıştırmak için, bir de, hanımını idare etmek için” sözdü.

Sonuç olarak önce “şeriatsiz” bir İslam öğretildi bize, sonra da buna tepki olarak “ahlaksız” bir İslam doğdu.

2000’li yıllarda Milli Görüş gömleğini çıkarmış Ak Parti Türkiye’de iktidara geldi. Büyük kitleler büyük bir ümide kapıldı. Şimdi iktidar bizdeydi ve istediğimiz ideal İslam toplumuna adım adım, demokratik yol ve yöntemlerle geçiş yapacaktık. Aradan tam 20 yıl geçti. Bugün konuşmalarımızda Türkiye toplumunun Ak Parti döneminde nasıl ahlaksız bir toplum haline geldiği tekrarlanıyor ve bu kez ahlakın tarihsel, teolojik, siyasal vesair temelleri yeniden sorgulanıyor. Nereden nereye!

Şimdi yeniden tarihe dönüp neden Yahudi toplumunda, yani Musa’nın şeriatının uygulandığında İsrailoğulları arasında Hz. İsa’nın ortaya çıktığını düşünmenin tam da zamanıdır. Çünkü İsa döneminde Yahudi din adamları, dini salt kanunlara indirgemişler ve katı bir şeriat uygulaması içindeydiler. Yerleşik iktidar tüm sorunları hukuk ve kanun yoluyla çözeceğine inanıyordu. Üstelik toplumda da birçok dini fırka ortaya çıkmış, her biri farklı farklı şeyler söylüyorlardı.

Böyle bir ortamda “babasız” doğan Hz. Meryem oğlu İsa işe koyuldu. İncil’deki vaaz ve tebliğlerine bakacak olursak, karşısına çıkan her bir olay ve mesele için şöyle bir söylem oluşturmuştu. “Bu konuda şeriatin ne dediğinizi biliyorsunuz, ben de size şunu diyorum!” Bu söylem, Yahudi din adamlarının öfkesini çekti ve hemen İsa’yı “şeriat düşmanı” ilan ettiler. O, İncil’de geçtiği üzere bu karşıt propagandaya karşı şu meşhur sözünü söyledi: “Ben peygamberliği ve şeriatı yıkmaya gelmedim, tamamlamaya geldim.”

Peki, Hz. İsa neyi tamamlamak istiyordu? Eksik olan şey neydi?

Açıktır ki, onun döneminde ahlaksız ve maneviyatsız bir din, yani salt kanunlardan ibaret bir din uygulanıyordu. Din adamları Tevrat ve diğer kaynaklardan 700 kadar kanun ve kural çıkarsamışlardı. Kim bunlara uyarsa, iyi bir Yahudi oluyordu! Ahlak ve maneviyat ise denetlenmesi ve gözetlenmesi güç kavramlardı.

Hz. İsa’nın tebligatı fazla sürmedi ve o günkü toplumda pek başarılı olduğu da söylenemez. Ama onun havarileri kısa sürede Hristiyanlığı geniş coğrafyalara yaymada başarılı oldular. Fakat bu başarı maddi ve siyasal bir başarıdan ibaretti. Bu kez, Hz. İsa’nın öğretisi “şeriatsız” bir din olarak algılandı ve onun dini tamamlama projesi akim kaldı. Hristiyanlıktan sonra İslam geldi ve Hz. Muhammed tam da İsa’nın yarım kalan projesini hayata aktardı.

Yahudilik ve Hristiyanlığı sentez ederek, mükemmel bir din ortaya koydu. Bu dinde şeriat ve ahlak, akide ve ibadet tekmile erdi. “Bugün kâfirler dininizden (onu yok etmekten) ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Maide, 5:3).

Bu keskin mesaja rağmen biz hala bir ahlak krizinden bahsediyorsak, bence bugün yeni bir İsa’ya ihtiyaç var!

 

Kadir Canatan’ın Tüm Yazıları

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

 

 

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.