Kadir Canatan’ın Yazısı: Siyasetin Kaypak Doğası

28.12.2021

Siyasetin bir doğasının olup olmadığı pekâlâ sorgulanabilir. “Siyaset” derken nereye bakacağımız önemlidir. Reel siyasete odaklanırsak ve bu siyasetin çürüme içinde olduğunu tespit edersek o zaman varacağımız sonuç açıktır: Siyasetin doğası kirlidir! Eğer siz de böylesine kirli bir siyasetin içine girerseniz kirlenirsiniz! Bu siyasete negatif bir doğa yükleyen reel siyaset anlayışıdır.

Bir de siyaseti, belirli ilke ve idealleri gerçekleştirme sanatı olarak gören anlayış var. Bu noktada söz konusu ilke ve idealler ne kadar yüce olursa, siyaset yapmak da o kadar yüce bir uğraşıya döner. Tüm idealist ve devrimci siyasetçiler, böyle bir siyaset anlayışından hareket ederler. Bunlara göre siyasetin doğası, ideallerle şekillenir ve böylesi bir siyaset özü itibariyle iyidir.

Neresinden bakarsanız bakın, siyaset kavramı oldukça geniş bir alanı kapsar. Sosyolog Max Weber geniş anlamda siyaseti “her türlü bağımsız önderlik” olarak görürken, dar anlamda siyaseti “siyasal topluluğun ve devletin önderliği” olarak tanımlar. Geniş anlamda ele alındığında siyaset toplumun her alanında ve kurumunda vardır: Ailede, işletmede, okulda ve hatta sokakta. Tüm bu kurum ve alanlarda bir etkileyen, bir de etkilenen kesim vardır. İşte bu etkileme ve etkilenme ilişkisi siyaset dediğimiz şeydir.

Weber’e göre etkileme toplumsal hayatta iki şekilde karşımıza çıkar. Eğer kendi irademizi başkasına zorla kabul ettiriyorsak, bu etkilemeye “güç” (macht); yok eğer kendi irademizi başkasına ikna ve müzakere yoluyla kabul ettiriyorsak bu etkileme biçimine de “otorite” (autorität) denir. Bu noktada Weber devleti, şiddet tekelini elinde bulunduran güç olarak tanımlar. Güç ile tanımlanan bir devlet ve siyaset, elbette negatif bir siyasettir. Burada siyasetin doğası olumsuz bir yük yüklenmiştir.

Güç ve otorite sürekli olarak bir salınım içerisindedir. Devlet, her zaman güç ile hükmetmez, otoriteye de ihtiyacı vardır. Devlet salt güçle hükmederse bu “totaliter” bir devlet olur. Güç ile otorite arasında bir denge kurarsa, buna ideal anlamda “demokratik devlet” denilir. Eğer devlet sadece otorite olarak karşımıza çıkarsa, o zaman etkisiz bir araca dönüşür. Hem salt şiddet hem de salt otorite sorun yaratır. İlkinde devlete karşı bir direniş ortaya çıkarken, ikincisinde de devletin sağlayamadığı asayişi başkaları sağlamaya kalkabilir ve toplum çetelerin eline düşer.

Demokratik devlet, rıza ve sözleşmeye dayalıdır. Bir başka deyişle devlet kendini otorite olarak kurgulamıştır. Fakat bu demokratik devletin hiç şiddete başvurmayacağı anlamına gelmez. Devlet, hukuk kurallarını hiçe sayan kişi ve gruplara karşı emrinde bulundurduğu kolluk kuvvetlerini harekete geçirir ve sert yüzünü gösterir. Demokratik devlet sıkça kolluk kuvvetleriyle iş yaparsa, bu onun otoritesini sarsar ve devlet, totaliter bir kimliğe bürünür. Dolayısıyla her zaman güç ile otorite arasındaki dengeyi gözetmek zorundadır.

Sonuç olarak: Devletin doğası sabit ve nötral değildir. Her zaman kaypak bir nitelik gösterir ve devlet hükmedenlerin elinde güç ve dehşet mekanizması olabileceği gibi etkisiz bir otoriteye de dönüşebilir. Her iki durumda da devlet kendisinden kimsenin memnun olmadığı negatif bir aygıt olarak algılanır.

Sadece devlet değil, siyaset yapan kişi de kaypak bir doğaya sahiptir. “Meslek Olarak Siyaset” adlı yazısında Max Weber iki tür siyasetçiden bahseder. Siyasetçi ya politika “için” yaşar ya da politika “sayesinde” yaşar. Politika için yaşayan kişi siyaseti bir yaşam biçimine dönüştürmüştür. Ya siyasetin kendisine verdiği statüden hoşlanır ya da davasının hizmetinde ona bir anlam yükler. Her iki durumda da kendisini siyasete adamıştır. Politikayı kendisine sürekli bir geçim kaynağı yapmaya çalışan kimse ise meslek olarak siyaset “sayesinde” yaşar.

Batı dünyasında burjuva sınıfı zengin olmak için siyasete girmez. Çünkü burjuva zaten zengindir ve siyaseti zenginliğin bir yolu olarak görmez. Olsa olsa zenginliklerini korumak ve artırmak için siyasetin imkânlarından faydalanmak ister. Bu da bireysel değil, sınıfsal bir çabadır. Genelleme yapmak doğru olmamakla birlikte bizde siyasetçi, siyaseti zenginleşmenin bir vasıtası olarak görür ve bunun için siyasete girer. Burada sınıfsal değil, bireysel bir çaba söz konusudur. Bunun için siyasete yatırım da yapabilir, çünkü siyasette bunun karşılığını fazlasıyla alacaktır.

Weber, siyasetçi profili hakkında sözünü kimseden sakınmaz ve gayet normatif bir dille bunu ortaya koyar: “Olağan koşullarda, politikacı siyasetin kendisine sağlayabileceği gelire muhtaç olmamalıdır. Bu da en yalın ifadeyle, politikacının varlıklı olması ya da kendisine yeterli gelir sağlayabilen bir toplumsal konuma sahip bulunması demektir.”

Açıktır ki, burada Weber siyaseti temiz tutmak için siyaset “sayesinde” yaşayan siyasetçi tipinden uzak tutmayı önerir. Batıyla bir kıyaslama yaparsak, bizde siyaset “için” siyaset yapan tipten ziyade siyaset “sayesinde” yaşayan siyasetçilerin çok olduğunu söyleyebiliriz. Bunun nedenlerini anlamak hiç de zor değildir. Çünkü bizde devlet büyük bir kaynak aktarıcısıdır ve devlet sayesinde zenginleşmek kolaydır. Buna bir şeyi daha eklemek lazımdır: Bizde siyaset rüşvetten arındırılamamış bir alandır. Bu alan siyasetçiye enformel gelir kaynakları sağlar.

Çok sayıda üniversite rektörüyle söyleşi yapan bir akademisyen-gazeteci arkadaşım bana rektörlerin bir sonraki aşamada milletvekili olmak için yanıp tutuştuklarını söylemişti. Çünkü milletvekili olan bir kişi dört yıl boyunca 25 bin TL maaş alır, emekliye ayrıldığında ise 15 bin TL aylık almaya devam ediyor. Bu aylığı bir akademisyen çalışırken bile alamamaktadır. Üstelik birçok devlet imkânından da faydalanırlar.

Siyasetin doğasını kaypak yapan temel etken, siyasal aktörlerin siyasete neden ve hangi amaçla soyunduklarıdır. Siyaset “sayesinde” yaşayan siyasetçilerin bol olduğu bir ülkede siyaset doğal olarak kirlenmek zorundadır. Bu siyasi hareketin lideri ve siyasi partinin ilke ve ideallerinden bağımsız bir durumdur. Burada sosyolojik bir yasadan bahsedebiliriz.

Max Weber siyasetin kirlenmesine yol açan bir başka yasadan daha bahseder. Bu mekanizmayı o “karizmanın kurumsallaşması” olarak deyimleştirmiştir. Bir toplumsal ve siyasal hareketin lideri karizmatik bir kimliğe sahipse, o kitlelerin peşinden sürükleyip reel dünyanın ötesine çekebilir. Karizmatik otorite olağanüstü ve Tanrı vergisi kişiliğe duyulan mutlak bir bağlılık ve güveni ifade eder. O gücünü ne geçmişten ve gelenekten ne de yasadan alır. Fakat o hayattan çekildikten sonra iktidar, bağlıları için müthiş derecede yozlaştırıcı olabilir. İktidar, karizmatik otoriteden bağımsızlaşınca geriye sadece iktidar kalır ve o gücü elinde tutan insanlar başka emeller için kullanabilirler.

Bu durumu resmetmek için Weber şu cümleleri kurmaktadır: “İktidara gelindikten sonra, dava önderlerinin yandaşları genellikle yozlaşır ve kolayca adi bir fırsat avcıları kesimine dönüşür.” Bir başka deyişle iktidarı dönüştüremeyenler, iktidar tarafından dönüştürülürler. Geçmişte ve çağımızda pek çok hareketin başına gelen de bundan başkası değildir.

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Kadir Canatan’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.