Kamil Ergenç: Sinemanın İdeolojisi

04.10.2023

Sanatın ideolojiden bağımsız olmadığı, sanatçının eser verirken (kaçınılmaz bir şekilde) bir ideolojinin (anlam-değer dünyasının) zaviyesinden hareket ettiği gerçeği izahtan varestedir. Edebiyat, sinema, tiyatro, resim, müzik hiçbir zaman “nötr” olmadı. Bundan sonra da olmayacak… BU bağlamda denebilir ki bir toplumun düşünce dünyasına (insan-varlık-zaman-mekan-tarih-tabiat-Tanrı tasavvuruna) aşinalık kesbetmenin yolu o toplumun sanat eserlerine (edebiyat-sinema-tiyatro-resim-mimari vb.) nazar etmekten geçer. Görsel sanat olarak tavsif edilen sinemanın (da) ideolojiden hali olmadığına dikkat çekmek için kurdum bu cümleleri… Lozan Antlaşması’nın arifesinde (21 mayıs 1923) sinemanın çok etkili bir propaganda unsuru olduğuna dikkat çeken dönemin Genel Kurmay Başkanı, Bakanlar Kuruluna “hassasiyet” tavsiye etmektedir.(1)

Türk sineması ilk ürününü I.dünya savaşının başında (1914’te) Fuat Uzkınay’ın çektiği “Ayestefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” adlı filmle veriyor. Ardından 1917’de “Pençe” isimli film çekiliyor. Bu film,Türk sinemasında erotik ögelerin olduğu ilk film olarak kayda geçiyor.1919‘da ise Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Mürebbiye” isimli romanı sinemaya uyarlanıyor. Bu film de içerdiği müstehcen görüntüler nedeniyle sansüre uğrayan ilk film olma özelliğine sahip. Aynı yıl çekilen “Binnaz” filmi ise oryantal dansın (göbek şovun) işlendiği ilk Türk filmi…(2)

Cumhuriyet modernleşmesinin attığı radikal adımların kamuoyundaki meşruiyetini temin etmek amacıyla sinemanın üstlendiği işlev hayatidir. Kırsal kültürün yabanıl/ilkel/primitif doğasına dair vurgular, Avrupa’ya özgü (seküler) kent yaşamını ululayan değiniler, ağalık-beylik geleneğinin feodal kültürün (yani aslında dinin egemen olduğu tarım toplumunun!) tezahürü olduğuna dair söylemler sinemanın “büyüleyici” özelliği aracılığıyla gündemleştirilir. Din köylülükle eşitlenirken şehir seküler yaşam üssü olarak öne çıkar. Böylece burjuva Protestan kültür kodlarından ilham alan aydınlanma paradigmasının “epistemik hegemonyasına” göre dizayn edilmiş modern sosyolojinin kavramsal ve kurumsal çerçevesi sinema vasıtasıyla meşrulaştırılmaya çalışılır. Kemal Sunal-Şener Şen-Müjde Ar- Tarık Akan-Kadir İnanır-Türkan Şoray gibi aktör ve aktristlerin rol aldığı kır-kent çatışması konulu filmlerde din genellikle köylüdür. Augouste Comte’un aşamalı tarih yaklaşımında teolojik-metafizik-pozitivist evrelerden geçen insanlık tarihinde din, pozitivizm öncesi toplumların doğa karşısındaki acziyetlerinin dışavurumu olarak kodlanmıştı. Cumhuriyet aydınlanmasına öncülük eden Osmanlı bürokratlarının da referans aldığı Comte’un bu çözümlemesi, sinemanın diline de nüfuz etmiştir.

Durum bugün de farklı değildir… Örneğin Nuri Bilge Ceylan’ın 2018 yapımı “Ahlat Ağacı” filminde “dini konular” bağlamındaki tartışmalar genelde taşrada/köyde geçer. Şehir ise entelektüel söylemin edebiyat üzerinden boy verdiği yerdir. ( “Dini konular” ifadesinin ziyadesiyle seküler olduğunun farkındayım. Bir konuyu “dini” olarak tesmiye ettiğimizde, mefhumun muhalifi gereği, dini olmayan konu olduğu algısına da kapı aralamış oluruz. Böylece Hıristiyanlıkta olduğu gibi dini-ladini(profan) ayrımına meşruiyet kazandırırız. Binaenaleyh hayatı parçalamış oluruz. Oysaki İslam’ın noktay-ı nazarından din, hayatın bütününe nüfuz eden/etmek isteyen “anlam-değer sistemi” olarak belirginlik kazanır. Bu bağlamda benim “dini konular” diye yaptığım tırnak içi vurgunun amacı, sinemanın meseleyi ele alış biçimine dikkat çekmektir. Yoksa sekülerizme alan açmak için değil…) https://farklibakis.net/mutabakat-metnimiz/farkli-bakis-dunyaya-ve-siyasete-yeni-bir-bakis/

Türkiye’de dindarlığın (zorunlu olarak) köylü olduğuna dair modern sosyoloji esinli seküler anlatı öylesine etkili olmuştur ki, merkez-çevre ayrımında (ki bu ayrım da Avrupamerkezci perspektiften ilham alır ve oldukça problemlidir) dindarlık, çevrenin özelliği olarak öne çıkarılmıştır. Merkeze yaklaştıkça sekülerleşmenin kaçınılmaz olduğu tezi ( ne yazık ki) kabul görmüş, bu tezi destekleyen bir dindarlık biçiminin inkişafına müsaade edilmiştir. Öyle ki uzunca bir süre “çevreyi” temsil edenler “merkeze” yerleşince buranın sağladığı iktisadi-siyasi-bürokratik ayrıcalıklardan azami düzeyde yararlanmayı meşru gören bir din anlayışı geliştirmişlerdir.

Modern ve kentli olmayı “gardrop” üzerinden anlamlandıran sığ ve pespaye yaklaşımın sonucu olarak ortaya çıkan amorf kimlikler, din dilinin vulgarize edilmesine zemin hazırlamış ve yüce İslam’ın inkılabi doğası buharlaştırılmıştır. Mehmet Altan’ın, ilk baskısı 2010 yılında yapılan “kent dindarlığı” adlı kitabı da, Şeyh Galip-Taliban karşılaştırması üzerinden dinin köylülükten kurtulması gerektiği tezini işler. Oryantalistik ögelerin oldukça yoğun olduğu kitabın mesajı kısaca “AB normlarına” (yani aslında tarihin en büyük vahşiliklerine imza atan “beyaz adamın” epistemik hegemonyasına) uyum sağlayacak bir din dilinin inşa edilmesidir. Türkiyeli aydınların-sanatçıların ekserisi, insanlık ailesinin (yegane) felah istinatgahı olan Yüce İslam’ın çağlar üstü put kırıcı beyanını ilkel/ primitif/taşralı bağlama hapsederek (sanki bu bağlamın ürünüymüş gibi göstererek) sekülerizmle uzlaşan bir din anlayışının fedailiğini yapmaya çalışıyor.       

Görüntünün çekiciliği yanında izleyene verdiği keyifle de ayrıcalıklı konumunu bugüne kadar muhafaza eden sinema, ulus-devlet aygıtının toplumu biçimlendirme/manipüle etme/ yönlendirme amacına hizmet etmesi bakımından müstesna bir yere sahiptir. Sinema, küresel sistemin meşruiyetinin ve mevcudiyetinin tahkimatında çok önemli bir rol oynamıştır ve oynamaya devam etmektedir. Örneğin Amerika, Vietnam savaşında mağlup olmasına rağmen çektiği “Rambo” film(ler)iyle hem oradaki varlığını/müdahalesini meşrulaştırmış hem de mağlubiyetinin üzerini örtebilmiştir. Benzer şekilde Afgan-Sovyet savaşı sırasında da Rambo, Afgan direnişçilerle(mücahitlerle) birlikte kızıl orduya karşı savaşmaktadır. Bu film aracılığıyla Amerika, Müslümanlar nezdinde “kurtarıcı” imajını öne çıkarmıştır. (Dik)İzleyiciler, Amerika’nın Vietnam’da neden bulunduğunu ya da Afgan direnişçilere ne karşılığında yardım ettiğini sorgulama ihtiyacı duymamıştır.  

Kültür endüstrisi, ideolojik aygıtları aracılığıyla, kitlelerin gereksinimlerini yeniden şekillendir(ebil)mekte, hatta neye gereksinim duyup duymadıklarına bile karar ver(ebil)mektedir. Bu yönüyle bir anlamda “kitlesel narkoz” işlevi gördüğü söylenebilir. “Dallas” dizisinin Türkiye’nin toplumsal değişiminde oynadığı rol müstakil bir çalışmayı hak ediyor…Bu dizi, Türkiye’yle eş zamanlı olarak Mısır’da da oynatılmak istenmiş ve fakat Mısır’lılar reddetmişti. Birkaç yıl önce de Bolivyalılar, ülkelerine şube açan Mc Donalds’tan alışveriş yapmama kararı almış ve bir yıl sonra ilgili şirket ülkeden tasını tarağını toplayıp gitmek zorunda kalmıştı. Kültür emperyalizmine karşı koyabilmek için, müteyakkız olmak gerekiyor. Bu noktada en büyük sorumluluğun entelektüel/ alim/ mütefekkirlerin omuzlarında olduğu söylenebilir. Çünkü toplumların bilincini keskinleştirenler, alim,aydın ve entelektüellerdir. Bu önermenin tersi de doğrudur. Bir toplumun sefi(l/h) bir hayatı tercih etmesi, pragmatist ve oportünist bir tutumu benimsemesi, pespayeliğe ve ahmaklığa rıza göstermesi aydınlarının, entelektüellerinin ve alimlerinin görevlerini bihakkın yerine getirmemesinden dolayıdır.

Amerikan yaşam tarzının küreselleşmesinde Hollywood, Pentagon’dan daha etkili olmuştur. Biri yumuşak diğeri sert sömürgecilik enstrümanıdır. Edward Said “emperyalizmin kendisini gizlemek için din-bilim-sanat-iyilikseverlik gibi çıkar gözetmeyen(!) alanlara yatırım yaptığını söyler.” (3) Müteyakkız olmak, asla terk edilmemesi gereken bir sorumluluktur. Çünkü kültür emperyalizmi öylesine profesyoneldir ki, Kudüs konulu bir filmde (Cennetin Krallığı), Selahattin’i överek filmin bütününe nüfuz etmiş oryantalistik imgeleri görünmez kılabilmekte ve (özellikle) Müslüman muhataplarını uyuşturabilmektedir. Benzer imge yoğunluğuna “300 Spartalı” filminde de rastlanır. Doğuyu(Fars/İran özelinde) mistik, egzotik, şehvetperest, otoriter ve barbar;Batı’yı ise rasyonel,insancıl,demokrat,cesur ve ferdiyete değer veren olarak tasvir edip (tarihi bir film özelinde) doğu-batı ikili karşıtlığını beslemekte ve derinleştirmektedir. “Cennetin Krallığı” filminde savaş meydanında mağlup olan Hıristiyan ordusunun kesik başlarından oluşan tepecik görüntüsünün hemen ardından kelime-i tevhid sancağının gösterilmesi (aslında buna göstermek değil “eşleştirme” demek daha doğrudur), İslam’ın ve onun mensuplarının “kan dökücü” lüğüne yapılan (tipik bir oryantalistik) vurgudur.

“V for Vendetta” filmini çekenler, filmde muhalif karakterin taktığı maskenin birkaç yıl sonra Ortadoğu coğrafyasında cereyan eden isyan hareketlerinde (hatta Gezi Parkı eylemlerinde) kullanılacağını öngörmüş müydü? Bilmiyoruz… Ancak, otoriterleşme karşısında halkın (anarşistçe de olsa) inisiyatif alması gerektiği tezini oldukça etkileyici ve masumane bir şekilde işleyen bu film, “fikirlere kurşun işlemez” mottosuyla kafalara kazınacaktır. 2015 yapımı “Spotlight” a Oscar ödülünü layık görenler, bir yandan basının ne kadar etkili olduğuna (ve özgür basının neler yapabileceğine) dikkat çekerken, diğer yandan kilise gibi köklü bir kurumla yüzleşme cesaretini takdir ederek “bizi en iyi biz eleştiririz” mesajını vermişlerdir. Böylece “beyaz adamın” beyaz olmayanlarca tenkit edilmesinin mümkün olmadığını da tescillemişlerdir. Tıpkı 2006 yapımı The Devil Wears Prada(Şeytan Marka Giyer) filmindeki radikal moda eleştirisinde olduğu gibi…       

Amerikan müesses nizamı, Obama’ nın gelişini 2002’de Hella Berry’e Oscar vererek (zımnen) müjdelemişti(!) Oscar alan ilk siyahi kadın olan Berry’nin beyaz adamın zevk nesnesi ve hizmetkarı olarak üstlendiği rollerin hakkını verdiği, müesses nizam tarafından tasdik edilmişti. Ödül törenindeki duyguları “yıllarca efendisi tarafından ezilip/horlanmış birinin günün birinde (yine efendisi) tarafından takdir edilmesi karşısında duyduğu hayal kırıklığının izlerini taşıyordu.(4) Obama’nın nasıl bir başkan olacağının işaretleri Berry’nin duygularında gizliydi. Hollywood aracılığıyla oluşturulan “sert beyaz adama(genelde Bruce Wills)” karşı ılımlı (hukuka ve yumuşak gücün efdaliyetine inanan) siyahinin(genelde Danzel Washington), Amerikan’ın ali menfaatlerini gözetme hususunda üzerine düşeni yapmaya her zaman hazır olduğuna dair algı, Obama’ya karşı herkeste bir iyimserlik havası yaratmıştı. Öyle ki Türkiye’de birileri onun başkanlığını kurban keserek kutlamıştı. Türk sinemasının önemli aktristlerinden Meltem Cumbul’ un 2012 Altın Küre Ödül Töreni’nde yaptığı “yirmi saniyelik” konuşmanın da Hella Berry’nin duygu iklimine yakınlığı dikkat çekicidir.(5) Üçüncü dünya aydınının ve sanatçısının en büyük hayali,beyaz adamın ışıltılı salonlarında alkışlanmaktır. Bu bağlamda Keriman Halis’in dünya güzeli seçilmesiyle Orhan Pamuk’un Nobel alması arasında mahiyet değil keyfiyet farkı olduğu söylenebilir. Beyaz adam, kendisine benzemek isteyenleri cömertçe ödüllendirmekte tereddüt etmemektedir.

Sinemanın, kitleleri apolitikleştirmek/uyuşturmak/edilgenleştirmek için başvurduğu en etkili yöntem (hiç şüphesiz ki) müstehcen/erotik/pornografik ögelerin öne çıkarılmasıdır.1970’li yıllarda küre ölçeğinde cereyan eden komünizm-kapitalizm kavgası (ki bu kavga “paradigma içi” olduğundan dolayı her halükarda insanlığın ifsadına hizmet etti) sinemanın da taraf olduğu bir kavgaydı. Küresel sistem, Latin Amerika-Türkiye-Orta ve Doğu Avrupa-Japonya gibi ülkelerde sistematik olarak erotik sinema gösterimini yaygınlaştırdı. Amaç bu ülkelerdeki ideolojik örgütlenmelerin etkisini azaltmak, kırdan kente göç eden ve politize olması muhtemel kitleleri (müstehcen sinema aracılığıyla) düşünemez hale getirerek apolitikleştirmek ve böylece kolaylıkla sevk ve idare edilen bir topluluk yaratarak kapitalist değerler sisteminin içselleştirilmesine zemin hazırlamaktı. Kültür endüstrisi sinemanın erotik yönelimini modernleşmenin tabi seyri içerisinde değerlendirerek ( yani modernleşmeye karar verdiyseniz kaçınılmaz olarak sanatın bu yönüne de “hoşgörülü” olmalısınız diyerek) herkesi sürecin “normalliğine” ikna etmeye çalıştı. İlk olarak 1960’lı yıllarda İskandinav ülkelerinde ortaya çıkan müstehcen sinema, daha sonra ABD ve İngiltere aracılığıyla tüm dünyaya yayıldı. Tıpkı bizim gibi, Modern uygarlık tarafından beyni ve kalbi dağlanan Japonya, erotik sinemada ABD’yi bile etkileyebilecek düzeye ulaştı. Ünlü Fransız filozof Michael Foucoult, Japon yönetmen Nagashi Oshima’nın çektiği müstehcen filmlerin “Japon modernleşmesinin tekamül seyri açısından önemine (zımnen) işaret eder.(6) Bugün bile dünya erotik/pornografik film sektörünün en önemli temsilcilerinden birinin Japonya olması tesadüf değildir. ( Bağlam dışı ama Japonya’nın Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi İslamcıları için örnek ülke olarak gösterildiğini hatırlamak gerekir. Varacağımız noktayı görmek bakımından… Japonya’nın modernleşme sürecinde müstehcenliğin boyutlarına ilişkin ayrıntılı bir okuma için bkz. Bıll Mıhalopoulos “Meiji Japonyası’nda Kadınlar,Deniz-Ötesi Fuhuş Ticareti ve Küreselleşme/ Dünya ve İslam/Sayı-4/Şubat-Mart 2013)

Christopher Ryan ve Cacilda Jetha’nın Türkçeye “cinselliğin şafağı “ olarak çevrilen eserinde pornografinin dünya çapında 57 ila 100 milyar dolar hasılat yaptığına değinilmekte ve Birleşik Devletlerde pornonun CBS,NBC ve ABC nin toplamından ve profesyonel futbol ,beyzbol ve basketbol yayın haklarından daha fazla gelir sağladığına dikkat çekilmektedir. (7)

Durum Türkiye’de de farklı değildir. 12 Mart 1971 muhtırasıyla siyasi-ekonomik-hukuki-ideolojik buhranlarla yüzleşmek zorunda kalan Türkiye’de dönemin sinema sektörünün (Yeşilçam’ın) ürünleri ağırlıklı olarak müstehcen/erotik içeriklidir. Bu içerik üretimi 1980 ihtilaline kadar aralıksız devam edecektir. 1970-1980 arası çekilen 2032 filmin yarısından fazlası erotiktir. Tarihi/mitolojik ögelerin öne çıktığı filmler de dahil…(8)

Bu tür filmlerin çekildiği 1970-1980 arası dönemde Türkiye (bugün olduğu gibi) bir yandan ABD’yle diğer yandan ise Yunanistan’la oldukça gergin bir dış politika izlemektedir. Amerika Türkiye’nin haşhaş üretimini durdurmasını, Yunanistan ise Kıbrıs’taki iddialarından vazgeçmesini istemektedir. 1974 barış harekatı sonrasında silah ambargosuna maruz kalan Türkiye, bir yandan da petrol krizleri ve develüasyonlarla uğraşmaktadır. Ekonomik buhran yağ-tüp-şeker kuyrukları oluşturacak kadar derindir. Amerika’nın isteğiyle durdurulan haşhaş üretimi sonrasında işsiz kalan köylülerin kente doğru akışı, büyük bir sorun olmuştur. Bu kişilerin kentteki ideolojik kamplardan herhangi birine temayül göstermesi ihtimali sistemin bekçilerini endişelendirmektedir. Sol-Sağ çatışması adı altında her gün insanlar ölmektedir. Abdi İpekçi, Ümit Kaftancıoğlu cinayetleri, Maraş olayları, Sedat Yenigün ve Metin Yüksel’in şehit edilmeleri hep bu dönemdedir.  Dolayısıyla toplumun politize olmuş kesimlerini etkisizleştirmek ve politize olma ihtimali olanları da uyuşturmak için kullanışlı bir enstrümana ihtiyaç vardır ve bu enstrüman müstehcen/erotik sinemadır. Bu tür filmlerde rol alan Arzu Okay, yıllar sonra, kendisiyle yapılan bir söyleşide “kapitalizmin egemen olduğu bütün ülkelerde toplumun kafasının çalışmasını engellemek için hükümetler spor, müstehcenlik ve yarış gibi araçlar kullanırlar” diyecektir. (9) İrlandalı edebiyatçı George Bernard Shaw’un Britanya için söylediği “futbolun ve eğlencenin baş tacı edildiği bir ülkede başbakan olmaktansa köpek olmayı tercih ederim” sözü de bu bağlamda değerlendirilebilir.

İşin ilginç ve bir o kadar da ironik tarafı ise müstehcen/erotik filmlerin yoğun olarak yayınlandığı dönemde (yani 1970-1980 arası) Türkiye’nin direksiyonunda ağırlıklı olarak muhafazakar/ milliyetçi kadrolar vardır.(10) İki defa Milliyetçi Cephe hükümetleri kurulmuştur. Sağ siyasal çizgiyi temsil eden bu hükümetlerin bu sürece neden ses çıkarmadıkları üzerinde düşünmeye değer. Çünkü aynı hükümetler, politik sinema olarak adlandırılan, yani toplumsal sorunlara dikkat çekmek amacıyla yapılan filmlere anında sansür uygulamıştır. (11) Sinemanın müstehcenliğe neredeyse teslim olduğu bu yıllarda, sesleri cılız kalsa da, çıkış yolu arayan bir ekol de vardır şüphesiz. (12)

Bu durum muhafazakar/milliyetçi geleneğin toplumun apolitikleşme/edilgenleşme sürecine sessiz kaldığının, görmezden geldiğinin ve hatta zımnen onay verdiğinin delili olarak görülebilir. Amerikan yaşam tarzının (yani kapitalist/neo-liberal ahlak öğretisinin),Türkiye’yi işgal etme süreci milliyetçi-muhafazakar bileşenleriyle birlikte sağ siyasal geleneğin onayıyla mümkün olmuştur. Sol siyasal gelenek ise bu ülkenin inanç kodlarına olan düşmanlığı nedeniyle, bu işgali kolaylaştırmıştır. Toplum sol’un şerrinden emin olmak için sağ’ın kollarına atılmış ancak orada da kapitalizmin sinsi ve ayartıcı doğasının mahkumu olmuştur.  

Sinema, hem ulus-devletin hem de küresel sistemin ideolojik aygıtı olarak işlev görmeye, bugün de, devam ediyor. 2000’li yıllarda Türkiye’de en fazla izlenen filmlere/dizilere bakıldığında toplumun hangi istikamete yönlendirilmek istendiği ( kısmen de olsa ) anlaşılabilir. Örneğin en son altıncısı çekilen Recep İvedik filmi yaklaşık otuz milyon kişi tarafından izlenmiş.( Bu yazı kaleme alındıktan sonra yedincisi de çekildi. )  Kaba ve nezaketsiz tarzı, anti-entelektüel tutumu ve pespayeliği terviç eden yaklaşımıyla öne çıkan bu film serisine gösterilen teveccüh, kültür hayatımızın içinde bulunduğu trajik durumu anlamak açısından dikkat çekicidir. Yine yaklaşık on üç yıl boyunca en çok izlenen TV dizisi olarak öne çıkan “Kurtlar Vadisi”, (devletin bekası uğruna) mafyatik/paramiliter çete ilişkilerinin normalleştirilmesine (hatta dinden esinlenen mistik/batıni birtakım takviyelerle özendirilmesine) ve devletin denetim/kontrol aygıtı olarak en işlevsel örgütlü güç olduğuna dair kanaatin kamusal alanda tahkim edilmesine hizmet etmiştir.

Son yıllarda tarihi diziler/filmler aracılığıyla oluşturulmaya çalışılan milli ve yerli atmosfer, 1970’li yılları hatırlatıyor. O yıllarda Türkiye’nin ABD, Yunanistan ve AB ile ilişkileri (bugün olduğu gibi) biraz limonidir.“Beka kaygısı”, “üç tarafımız denizlerle dört tarafımız düşmanlarla çevrili” söylemi oldukça revaçtadır. Bu durumu fırsata çevirmeye çalışan sinema (Yeşilçam) birbiri ardına tarihi filmler çek(tiril)miştir.“Battal Gazi”,”Kara Murat”, ”Malkoçoğlu”,”Tarkan” gibi filmler (din sosuyla tezyin edilerek) bir yandan milli ve yerli duyguları harekete geçirmeye çalışmış ve kamuoyunu savaş atmosferine hazırlamış, diğer yandan ise anti-komünist mukavemet hattını sağlamlaştırmıştır. Ancak işin tuhaf tarafı bu filmlerin çekildiği dönemler (yukarıda da işaret etmeye çalıştığım üzere)aynı zamanda müstehcen film furyasının yaygınlık kazandığı yıllardır. Hatta bu filmlerin de neredeyse tamamı “erotik ögeler” içermektedir. Ancak bu ögeler “gavur karılar” üzerinden gösterildiği için hoşgörüyle karşılanmıştır(!)

Benzer şekilde son birkaç yıldır tarihi dizi ve filmlere olan teveccüh de “konjonktürel ihtiyaçlar” bağlamında değerlendirilebilir kanaatindeyim. Irak-Suriye-Libya-Azerbaycan gibi birçok cephede savaşan Türkiye’de “Diriliş Ertuğrul”,”Payitaht Abdülhamit”,”Uyanış Selçuklu”,” Kuruluş Osman”, ”Börü”, “Savaşçı”,”Teşkilat” gibi diziler ve “Nefes: Vatan Sağolsun”,” Deliler”, “Dağ I-II” vb. filmler Türkiye kamuoyunu ve (özellikle gençliğini) askeri/güvenlik bürokrasisinin sadık neferi olmaya ikna etmeyi amaçlıyor (olabilir). Dolayısıyla gençlerin ilmi/entelektüel yetenekleri (tıpkı 1970’li 1980’li yıllarda olduğu gibi) kültür endüstrisi tarafından, bir takım konjonktürel ve reel politik gerekçelerle, hamaset ve popülizm dili ve söylemi aracılığıyla tarumar ediliyor. Ferdiyet bilinci zaafa uğratılıyor ve her biri birer manipülasyon nesnesi haline getiriliyor. Ulus-devlet aygıtı, tarih adı altında kurgulanan filmler/diziler aracılığıyla, küresel sistem ise erotik/müstehcen içeriklere ulaşım kolaylığı sağlayarak ( ki bu imkanları sağlarken küresel sistemin hizmetçiliğini çoğu zaman sağ/ muhafazakar/ milliyetçi gelenek yapmıştır) genç kuşakları zihinsel olarak kadavralaştırıyor.  

Türkiye’de müstakil bir kültür bakanlığı olmadığı, var olan Kültür ve Turizm Bakanlığı ise ağırlıklı olarak turizm bürokrasisinin sorunlarıyla ve Türkiye’nin bir “turizm cenneti” haline nasıl getirilebileceği ile ilgilendiği için, maruz kaldığımız kültür emperyalizminin girdabından nasıl kurtulacağımıza dair bir fikrimiz ve reçetemiz yok…( Kaldı ki plaj-eğlence ve tur odaklı turizm faaliyetlerinin neo-kolonyalist emellere hizmet ettiğine dair hatırı sayılır bir literatür de mevcuttur. Ancak ne hazindir ki, bu ülkenin entelijansiyası ve sivil toplumu böyle meseleleri gündemine almaya tenezzül etmiyor. Zihinsel sömürüye maruz kalan her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de tarihi ve doğal güzellikler, turizm adı altında, yerli ve yabancı bir avuç seçkin/ elit kesimin fantezilerini tatmin etmek amacıyla istimlak ve talan ediliyor. Karşılığında aldığımız döviz ise sus payı olarak işlev görüyor. Ulus-devlet aygıtının uzman kadroları, turizm gelirlerinin cari açığın kapatılmasında hayati rol oynadığını söyleyerek hepimizi yağma ve talan karşısında sessiz kalmaya ikna ediyor.)(13)  

Sivil toplum adı altında faaliyet yürüten havzalar, kültür emperyalizmine ilişkin çözümleme yapacak kabiliyet ve donamından yoksun oldukları için (daha çok) sosyal yardım projeleriyle meşgul oluyorlar. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2017 senesinde yaptığı Milli Kültür Şurası’nda Türkiye kamuoyunun ve hassaten gençliğinin maruz kaldığı “pornografik şiddete” dair tek bir cümle yok. (14) Şuranın sonuç raporunda Türk dizilerinin kültür ve medeniyetimizi tanıtma aracı olarak kullanılması, Türk sinema arşivi hazırlanması, tiyatro-bale-opera gibi sahne sanatlarının sorunlarının giderilmesi üzerinde durulmuş ve fakat toplumsal bilincimizin müstehcenleşmesine nasıl engel olabiliriz sorusu gündem yapılmamış. 1921-1926 heyet-i ilmiye çalışmalarından 2014’e gelinceye kadar icra edilen toplam 19 milli eğitim şurasının ana gündemleri arasında da öğrencilerimizin maruz kaldığı müstehcenlik ve pornografik şiddet karşısında ne yapılması gerektiğine dair bir beyan ne yazık ki yok. Örneğin Türk sinemasında erotik filmlerin yaygınlaşmaya başladığı 1970’li yıllarda yapılan Milli Eğitim Şuralarının gündemleri sırasıyla şöyle;

28 Eylül-3 Ekim 1970 tarihli şura gündemi;

  1. Ortaöğretim Sistemimizin Kuruluşu
  2. Yükseköğretime Geçişin Yeniden Düzenlenmesi

24 Haziran-4 Temmuz 1974 tarihli şura gündemi:

  1. Millî Eğitim Sisteminin bütünlüğü içinde programlar
  2. Öğrenci akışını düzenleyen kurallar (15)

 “Müstehcen Bilinç” ve “Pornografik Şiddet” başlıkları etrafında farkındalık oluşturmak için özellikle öğretmenlere ve eğitim-öğretim alanında faaliyet yürüten sivil toplum havzalarına çok büyük görev düşüyor.(16) Bu ülkenin çocuklarının ve gençlerinin kalp ve zihin kıvamına yapacağımız her katkı,soylu bir direniş örneği olarak tarihteki yerini alacak. 

Kamil ERGENÇ

NOT: Bu yazı’m Umran Dergisi’nin 329. Sayısında aynı başlıkla yayınlanan metnin gözden geçirilmiş (bazı ekleme-çıkarmalar yapılmış) halidir.

kamilergenc@hotmail.com

Yararlanılan Kaynaklar

1-Özen Köse/Türk Sinemasında Sansür/Yüksek Lisans Tezi/İstanbul Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı/İst-2011

2-Buket Akdemir/1970’ler Türk Sinemasında Seks Filmleri Furyası ve Artan Müstehcenliğin Toplumda Yükselen Gerilim Üzerinden İncelenmesi/Yüksek Lisans Tezi/Marmara Ünv. Radyo-TV-Sinema Bölümü/İstanbul-2018

3- Kültür ve Emperyalizm/Edward Said/Çev.Necmiye Alpay/Hil Yay./4.Baskı/Eylül-2016/İst.

4-(bkz.https://www.youtube.com/watch?v=llgL7mGYVTI)

5-( bkz. https://www.youtube.com/watch?v=0WrndgaOUeY)

6-(Bkz. Michael Foucoult/İktidarın Gözü/Çev.Işık Ergüden/Ayrıntı Yay.)

7-Christopher Ryan & Cacilda Jetha/Cinselliğin Şafağı/Çev.Ebru Erbaş/Okyanus Yay./3.Baskı/2019-İst.

8-(Bkz.https://tr.wikipedia.org/wiki/1970%27lerin_T%C3%BCrk_filmleri)

9-Bkz. Buket Akdemir/aynı adlı tez) 

10-(bkz. https://www.tbmm.gov.tr/kutuphane/e_kaynaklar_kutuphane_hukumetler.html)   

11-Rahime Fulya Yüksel/Sansür Bağlamında Türkiye’de Siyaset ve Sinema İlişkisi/Yüksek Lisans Tezi/Çanakkale 18 Mart Ünv./Sosyal Bilimler Enstitüsü/ Çanakkale-2019    

12-1970’li yıllar sinemanın ulusal mı yoksa milli olması gerekir tartışmalarına tanıklık eder.  Milli sinemanın ana üssü MTTB’dir. 1973’ün Mart ayında MTTB bünyesinde Salik Diriklik’in öncülüğünde “Milli Sinema” açıkoturumu düzenlenir. Oturumu Üstün İnanç yönetir. Katılımcılar arasında ulusal sinema fikriyatını destekleyen Halit Refiğ ve Metin Erksan da vardır. Milli sinema akımını ise Yücel Çakmaklı ve MTTB sinema kulübü başkanı Salih Diriklik temsil etmektedir. Yücel Çakmaklı, ulusal sinemanın öncülüğünü yapan Refiğ ve Erksan’la asgari müştereklerde buluşmayı murat etmektedir. Çakmaklı’ya göre milli sinema “ milli kültürün sinema diliyle anlatılmasıdır”. Milli kültür ise tarihten gelen ilim-sanat ve din unsurları tarafından oluşmuştur ve milli kültür kaynağımız Osmanlı ve Selçuklu’dur. 1964’te yayımlanan “Tohum” Dergisi’nde Milli Sinema İhtiyacı başlıklı yazısında şunları söylüyor Çakmlaklı; ”Türk sineması ancak köylüsü ve şehirlisi ile manevi kıymetleri maddeten üstün tutan Müslüman Türk halkının inançları, milli karakterleri, gelenekleri ile yoğrulmuş Anadolu gerçeklerini yansıtan filmler vererek Milli Sinema hüviyetine kavuşacaktır.”( Ayrıntılı bilgi için bkz. Abdurrahman Dilipak’ın yazısı / Temmuz Dergisi 55.sayı/Haziran-2021)

Salih Diriklik ise Batılı aydınlar tarafından kullanıldığı ve halkın bilincinde karşılığı olmadığı için “ulusal” sözcüğüne karşı çıkar ve millilik vurgusu yapar. Osmanlı yaşam tarzının bugünkü yozlaşmış yaşam biçimi karşısında ideal olduğunu, sinemanın Osmanlı yaşayışını da göstermesi gerektiğini savunur. Sanatın toplum için olduğu savından hareketle milli sinemanın ahlakçı olması gerektiği tezini işler. O yılarda “millilik” İslamiliği de içeren muhtevaya sahiptir. Merhum Erbakan’ın siyasal çizgisinin “milli görüş” olarak adlandırılmasının nedeni de (kanaatimce) budur. Türkiyeli Müslümanların İslami Hareket ufku ve bilinci geliştikçe ulusalcı tortulara ev sahipliği yapan millilik sözcüğü yerine daha net bir duruşun ifadesi olan İslamcı ya da İslami gibi ifadeler kullanılmaya başlanmıştır.

Muhalif romancı Kemal Tahir’den etkilenen ulusal sinema ise milli olmayı muhafazakarlıkla eş tutuyor, ulusalcılığı ise devrimci/ilerici buluyordu. (Önemli Not: Burada sözünü ettiğim açıkoturumun tam metnine PDF olarak internetten erişilebilir.) Halit Refiğ’e göre Türk insanını meydana getiren tarihsel toplumsal şartlara bağlı kalarak ve bunları yansıtarak yapılan sinema ulusal sinemadır. Metin Erksan da aynı kanaattedir. Ona göre, Türk toplumunu (Marksist gelenekten esinlenerek) sınıflı kodlarla yansıtan filmler ziyadesiyle sorunludur. Çünkü Türklerin geleneğinde derebeylik (yani “serf”in ürettiği artık ürünün Bey tarafından zorla alındığı düzen) yoktur. Bundan dolayı da burjuva ve proleterya oluşmamıştır. Erksan (ulusalcı saiklerle) Pir Sultan Abdal gibi şahsiyetlerin Anadolu’yu acem nüfuzuna açan ajanlar olduğunu da söyler. Bu cümlesi MTTB salonunda büyük alkış alır.

Salih Diriklik 21 yaşındayken (Salih Gökmen müstear adıyla) Bugünkü Türk Sineması adıyla ilk kitabını( bu kitap Abdurrahman Dilipak’ın başında bulunduğu Fetih Yayınları’nın ilk çalışmasıdır ) , 1995’te ise Türk Sinemasının kırk yıllık serüvenini anlattığı “fleşbek” isimli iki ciltlik kitapları yazar. İbrahim Sadri’nin oynadığı “Müslüman’ın 24 saati”(1991) ve “ Müslüman’ın 365 günü” (1992) filmlerini çeker. 1993’te çektiği “Danimarkalı Gelin” filmi hayli ses getirir. 1974 CHP-MSP koalisyonu ve sonrasında Milli Cephe Hükümetleri döneminde Merhum Erbakan’ın gayretleriyle TRT yönetimine milli sinema anlayışına yakın isimler getirilir. Bu vesileyle Salih Diriklik TRT için projeler hazırlar. İki bölümlük Mehmet Akif dizisi 1986 da çekilir. Kendi ifadesiyle söyleyecek olursak “merkep gibi” çalışmaktadır. Kulüp çalışmalarından, gazete ve dergi yazılarından, gençlik köprüsü filminin koşuşturmalarından ne o ne de birlikte çalıştığı arkadaşları ücret almıştır. Yeşilçam’da müstehcen film furyasının zirvede olduğu, sokaklarda anarşinin kol gezdiği 1970’li yıllar gibi zor zamanlarda bilaücret yapılan bu çalışmaların bereketi sonraki yıllarda hissedilecektir. Ancak Çakmaklı-Diriklik-Uçakan gibi isimlerin öncülük ettiği “milli sinema” nın bir “ekol” haline geldiğini söylemek zordur. Her fırsatta kültürel iktidarı elde edememekten müşteki olanlar ne yazık ki sinemanın ehemmiyetini (hala) yeterince kavramış değildir. Temmuz Dergisi’nin kendisiyle yaptığı söyleşide Salih Bey “ bizden olan para sahiplerine yalakalık yapıp biat etmediyseniz, ağzınızla kuş tutsanız yaranamazsınız” diyecektir. (Bkz. Temmuz Dergisi/55.sayı/syf.72-86)

 “Bizden olan para sahiplerinin” ekserisinin kültür gibi bir gündemi olmamıştır. Onlar (genellikle) duygusal tatmine ulaşmanın en kısa yolu olan “yardım faaliyetleriyle” meşguldürler. Sanat gibi soyut, kar ettirmeyen ve anlık tatmin sağlamayan alanlara yatırım yapmayı bir tür zaman kaybı gibi görmüşlerdir. Hele ki sinema ve tiyatro gibi zahmetli, masraflı ve tutup tutmayacağı belli olmayan alanlara yatırım yapmayı israf olarak telakki etmişlerdir.   

13-Kitle turizminin neo-kolonyalist emeller için nasıl işlev gördüğüne dair daha ayrıntılı bilgi için bkz. Yusuf Dündar/Neo-Kolonyalizm Aracı Olarak Kitle Turizminin Etkileri Üzerine Bir Araştırma/ Doktora Tezi/Gazi Ünv. Turizm İşletmeciliği Anabilim Dalı/Kasım-2019

14-İlgili şuranın sonuç raporuna bu linkten ulaşabilir.https://kultursurasi.ktb.gov.tr/Eklenti/50571,raporsurasonucpdf.pdf?0)

15-Merak edenler ilgili şura raporlarına şu linkten ulaşabilir:https://ttkb.meb.gov.tr/www/gecmisten-gunumuze-mill-egitim-sralari/icerik/328

16- Konuyla ilgili detaylı bir çalışma için bkz. Pınar Mehri Ceylan/Müzik Videolarındaki Erotik, Müstehcen ve Pornografik Görüntülerin İlköğretim Birinci Kademe Öğrencileri Üzerindeki Etkileri/Master Tezi/Gazi Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü/Radyo, TV ve Sinema Anabilim dalı/Ankara-2004

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.