Kamil Ergenç Yazdı: Çağdaş Haramiler Evimizi Yağmalarken “Beyaz Adam”dan Medet Ummak

29.09.2024

Kapitalizm savaşsız yapamaz… İlerleme/gelişme/büyüme putlarına sadakatini ve merbutiyetini ispatlamak için savaşa muhtaçtır çünkü… Askeri-sınai kompleks ne kadar işlevsel ve büyükse kapitalizmin çarkları o kadar sorunsuz dönüyor demektir. Emperyalizm (imparatorlukçuluk)-kapitalizm-kolonyalizm(sömürgecilik) arasında birinin diğerini determine ettiği (zorunlu kıldığı) bir içiçelik söz konusudur. Hıristiyanlıktaki baba-oğul-kutsal ruh benzeri bir içiçelik… Nasıl ki teslis inancında üç birdir ve bir üçtür, kapitalizm-emperyalizm-sömürgecilik te birbirine içkindir. Biri olmadan diğeri hakkında konuşmak (neredeyse) mümkün değildir. Kapitalizm, yumuşak ve sert sömürgecilik yöntemleriyle ham madde-enerji kaynaklarına sahip olmayı (hatta tekelleşmeyi), bu kaynakların sevk-idare ve üretimini ele almayı, ham maddeyi mamul madde haline getirdikten sonra güvenli ulaşım ağlarını kullanarak pazarlamayı, kullanım değerinin yerine değişim değerini ikame etmeyi, toplum hayatının bir fonksiyonu olarak icra edilen ekonomi yerine, ekonomi tarafından tanımlanan/belirlenen/sevk ve idare edilen toplum modelini inşa etmeyi, insanı “homo economicus”a dönüştürmeyi, her şeyi alınıp-satılabilen meta haline getirmeyi, kamuya/insanlara/insanlığa ait olanı özel şirketlere peşkeş çekerek müşterekleri yağmalamayı, nihai kertede maksimum kar etmeyi (sermaye biriktirmeyi) , tüm bunları yaparken de ahlaki ilke ve prensiplerden sarfınazar etmeyi düstur edinen bir ideolojidir.

Sert sömürgecilik askeri müdahale doktrini çerçevesinde yürütülürken, yumuşak sömürgecilik kültürel müdahale araçlarıyla cari kılınır. Savaş, kapitalizmin ham madde-enerji kaynaklarını tekelleştirme amacına hizmet ettiği ve bu arada askeri-sınai kompleksin işlevselliğini-canlılığını temin ettiği için arzulanan bir şeydir. Geleneksel toplumlarda savaş hegemonya tesisi-sahip olma arzusu-inanç/itikat eksenli genişleme/yayılma amacıyla yapılırken, modern/post-modern kapitalist çağda savaş ilerleme-büyüme-gelişme (teslis stratejisi) bağlamında endüstriyel bir gerçeklik olarak icra ediliyor. Yıkım gücü itibariyle olağanüstü bir ilerleme kaydederek canlılığı bitirecek cesamete erişti savaş aygıtları. Bu yönüyle hegemonya tesisi, sahip olma/hükmetme arzusu olmaktan çıktı, insanları köleleştiren mutlak kontrol-denetim amaçlı gösterişli bir yıkım aparatı olmaya doğru evirildi.

Bilimin, felsefeyle/hikmetle irtibatını koparıp kapitalin egemenliğine razı olması bu sonucun ortaya çıkmasında etkili oldu. 17.yüzyıla kadar bilim büyük ölçüde felsefe/hikmet geleneğinin klavuzluğunda yürürken, kıta ve ada Avrupa’sında anti-katolik geleneğin etkisiyle paranın kontrolüne geçti. Bu süreç bilginin kutsalla irtibatının kesilmesini(desacralisation) beraberinde getirdi. Seküler bilgiye yaslanan burjuva Protestan kültür birkaç asır süren kanlı iç savaşlar sonucunda katolisizm karşısında zaferini ilan etti. BU zafer modern dünyanın şekillenmesinde rol oynayacaktır. Burjuva Protestan kültürün karakteristik özelliği kapitalizmin gelişmesine yatkındı. Araçsal aklın ürettiği seküler bilgi insanı ve tabiatı yağmalayan harami düzenine ilham verdi. Gelinen noktada bir tarafta haramiler diğer tarafta ise onların azgın iştahlarına direnmeye çalışan mazlum/mustazaf halklar var…

I. Cihan harbi haramiler arası paylaşımı belli bir noktada tuttuysa da tam manasıyla çözüme kavuştur/a/madı. İmparatorluklar (Çarlık Rusya’sı,Avusturya Macaristan,Osmanlı ve Japonya) tarih sahnesinden çekildi. Lakin paylaşıma razı olmayanlar vardı… Sömürgeciliğe geç katılanlar (özellikle Almanya) , Asya’nın-Afrika’nın-Ortadoğu’nun ham madde-enerji kaynaklarından yeteri kadar pay almadığını düşünenler… Faşizm imdadına yetişti bunların. Savaşı motive edecek güçlü bir ideolojik zemini vardı faşizmin. Duygu yoğunlukluydu, eleştirel entelektüel çabaya kıymet vermiyordu, hak ettiği yerde olmadığına (hakkının yendiğine) inanan uluslara sesleniyordu, katı-hiyerarşik-otoriter bir doktrinle hareket ediyordu ve en önemlisi de etno-kültürel imtiyaz/ayrıcalık taşıdığına inanıyordu…

II.Cihan harbi haramilerarası paylaşımı tarihin gördüğü en vahşi yöntemlerle sonuçlandırdı. İngiliz emperyalizminin hafızasını miras alan ABD ile Asya’nın devi SSCB arasında bölüşüldü dünya… Sonra soğuk savaş denilen hikaye ile oyalandı insanlık… 1990’ların başında SSCB dağılınca çitf kutuplu dünya da sona ermiş oldu. Artık haramiler sofrasında sadece ABD kalmıştı. Tek başına dünyanın dört bir tarafını, yer altı-yer üstü ve insan kaynağını sömürmeye başladı. Esasında kapitalizm ve komünizm/sosyalizm aynı memeden süt emen ikiz kardeşlerdi. Her ikisi de ekonomiyi hayatın merkezinde konumlandırıyor, tarihin motor gücü varsayıyordu. Her ikisi de burjuva Protestan kültür kodlarından ilham alan gerçekliğin sonucu olarak çıktılar tarih sahnesine. Faşizmden kaçanların liberalizme sığınarak elde edeceği ile kapitalizmden kaçıp sosyalizme sığınanların elde edeceği arasında niteliksel olarak fark yoktu. Paradigma içi mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkan bu ideolojiler global ölçekte kapitalizmin çarklarını sorunsuz döndürecek bir gerilimi beslediler. Çünkü modern/post-modern paradigmanın temel ilkesi çatışmadır/kavgadır. Gök-yer, devlet-birey, baba-çocuk, insan-tabiat, kadın-erkek, patron-işçi, din-bilim v.s çatışır/kavga eder. Bu kavga ilerlemenin muharrik gücüdür. Uyumdan hazzetmez modern paradigma… Barışı sevmez “beyaz adam”…

Sol-Sağ/Kapitalizm-Komünizm çatışması nihai kertede aydınlanma tiranlığının tasavvur ve telakkilerine mahkum etti insanlığı. Türkiye özelinde, soğuk savaş yıllarında anti-komünizm odaklı mücadele stratejisi, kapitalizmin kılcallarımıza kadar nüfuzunu kolaylaştırdı. Bize komünizmi hedef gösterenler, kapitalizmin kavramsal-kurumsal-akademik-siyasi hegemonyasını, Sağ siyasal gelenekle işbirliği yaparak, cari kıldılar/tahkim ettiler. Toplumun komünizme cephe alması anlaşılabilirdi. Çünkü bu ideolojinin dine karşı tutumu hem Fransız İhtilali’nden hem de Bolşevik devrim tecrübesinden biliniyordu. Ancak kapitalizmin içten kemiren yanının farkında değildi toplum. Tabiri caizse komünizm “kafir” , kapitalizm “münafık”tı. Kafirin teşhisi kolay olduğu için bütün dikkatler onun üzerinde toplandı. Oysaki münafık kafirden daha tehlikeliydi…Zira o “bizden” görünüp en zayıf anımızda darbeyi indirecekti. Nitekim yüce Kur’an’da hem kafirler hem de münafıklar için müstakil sure vardır. Ancak münafıklarla ilgili uyarılar daha fazladır. (Münafikun suresi Kafirun suresinin neredeyse iki katıdır.) Türkiye kafir Sol ile münafık Sağ arasında salınırken mümince bir duruşu temsilen İslamcılık belirginleşti. Fakat o da kafirler ve münafıklar tarafından ya kriminalize ve terörize edilerek etkisizleştirildi ya da Sağcılık tarafından massedilerek amorflaştırıldı.

Sovyetlerin dağılması sonrası tekel iktidarını ilan eden ABD harami düzeni, başkomutanlığını yaptığı NATO konseptini yenileyerek global kapitalizmin ana karargahı olan Wall Street/ FED/ Dünya Bankası/İMF ağalığını tahkim edecek adımlar attı. İlk olarak “paradigma dışı” örgütlü mücadele kültürü üreten İslamcı hareketlerin bertaraf edilmesini gündeme aldı. Bu bağlamda Hamas-İslami Cihat-Lübnan Hizbullahı gibi yapıların kısa vadede pasifleştirilmesi, orta ve uzun vadede lokal-yerel-ulusal bağlama ikna edilmesi, nihai kertede ise Ortadoğu’da İsrail’in meşruiyetini ve mevcudiyetini tehdit eden hiçbir unsurun kalmaması kararlaştırıldı. Bu çerçevede Suud başta olmak üzere Körfez monarşileriyle yakın işbirliği protokolleri imzalanarak Ortadoğu’nun teo-politik güvenliği garanti altına alınmış oldu. 7 Ekim Aksa Tufanı öncesinde Körfez monarşileriyle İsrail arasında Abraham Anlaşmaları imzalanarak İsrail’in tanınma süreci tamamlanmıştı. Türkiye de bu anlaşmaya destek vererek Akdeniz havzasındaki enerjinin Avrupa’ya nakli için İsraille işbirliğine odaklanmıştı. Aksa Tufanı bu süreci sekteye uğrattı. Ancak orta ve uzun vadede bu işbirliğinin tekrar canlanacağı ve Türkiye-İsrail-Körfez ilişkilerinin bölgesel boyuta evirileceği söylenebilir. Bu bağlamda NATO tarafından Türkiye’ye verilen rol Hamas’ın El-Fetihleştirilmesidir. Yozlaşmıs Filistin yönetiminin temsilcisi Mahmut Abbas’ın TBMM’de hitap etmesi örneğinde de görüleceği üzere, Türkiye’nin Filistin için önerisi 1967 sınırlarına razı iki devletli çözümden öteye gidememektedir. Bu süreç Kudüs’ün yerel-lokal-ulusal bağlama hapsolması (itikadi kimliğinden soyutlanarak ümmet bilincinden koparılması) tehlikesini bünyesinde barındırmaktadır. Ama zaten ulus-devletlerin bundan başka önerebileceği bir şey de yoktur.

Sovyetlerin dağılması sonrası yeni konseptin entelektüel zemini Fukuyama-Hungtington ikilisi tarafından inşa edildi. Önce liberal demokrasilerin tarihin sonu olduğu, insanlığın bundan sonra daha olgun bir siyasal-sosyal-iktisadi gerçeklik inşa edemeyeceği iddiasıyla Avrupamerkezci statükonun sınırları çizildi. Akabinde ise medeniyetler çatışması tezi üzerinden Batı’nın Batı dışı dünyayla kavga edeceği tezi öne sürüldü. Bu kavgada Ortodoks Rusya, Budist-Konfiçyusçu Çin ve İslam Dünyası’nın Batı’ya karşı ittifak yapacağı argümanı öne sürüldü. Ancak hem Rusya hem de Çin, Batı medeniyetine meydan okuyabilecek ilmi-entelektüel-hikemi-felsefi imkan, kabiliyet ve derinlikten yoksundu. Çünkü her ikisi de burjuva Protestan kültür kodlarıyla techiz edilmiş modern paradigmanın kapitalist-emperyalist-sömürgeci dilini/tarzını/tutumunu olduğu gibi benimsemişti. Dolayısıyla kapitalizme ham madde-ucuz işgücü-fason üretim ve sınırsız silahlanma teknikleriyle can suyu olmaktan başka yapabilecekleri başka bir şey yoktu. Harami düzeninin paylaşım savaşında daha büyük pay istiyor olabilirlerdi. Ki bu istek sistemin genel işleyişi açısından herhangi bir sorun teşkil etmezdi. Binaenaleyh Rusya Ukrayna ile “meşgul” edilmeye, Çin ise Afganistan-Pakistan –ABD ortaklığıyla denetim altına alınmaya çalışıldı.

Rusya’nın meşgul edilmesi 1979-1989 Afgan-Sovyet savaşını anımsatıyor. Brzezinski “Sovyetlere Afganistan’da bir Vietnam yaşatmalıyız” derken, ABD’nin Vietnam mağlubiyetinde SSCB’nin rolünü hatırlatıyor ve bir intikamdan bahsediyordu. Nitekim Afgan-Sovyet savaşı SSCB’nin dağılmasına yol açacak ve Chicago Üniversitesi’nin “eğitimli çocukları” aracılığıyla Rusya kapitalizmin kucağına oturacaktır. Ukrayna meşguliyetinin Rusya’da neye malolacağını zaman gösterecek. Ancak tarihin bize öğrettiği şudur ki AB/ İngiltere/ABD harami havzası, Asya’nın enerji-ham madde kaynaklarını güvence altına almak için Rusya’yı olabildiğince zayıflatması gerekiyor.

Yaklaşık iki asırdır dış politikasını Ortodoks Doğu Hıristiyanlığı ile Protestan Batı Hıristiyanlığı arasındaki gerilimi lehine kullanma amaçlı “jeo-politik konum pazarlama” üzerine kuran Türkiye, Asya’nın enerji-ham madde birikiminin Avrupa’ya sorunsuz akışını temin etmek için önemli bir rol üstleniyor. Bu rol enerji nakil hatlarının ve ticari iletişim/yol ağlarının güvenliği olarak öne çıkıyor. Böylece Türkiye petrol-doğalgaz-maden alanında faaliyet gösteren ulusüstü şirketlerin operasyon sahası haline geliyor. Bu durum doğal olarak ülkenin iktisadi-siyasi-hukuki-askeri idaresini (hatta din dilini/ilahiyatını) etkiliyor. Türkiye’nin bağımsız iç ve dış politika belirleme-geliştirme kabiliyeti zaafa uğrarken, şirketokrasi kültürünün hegemonyası güçleniyor. Kapitalizmin can damarı sayılan enerji-ham madde arzının ana güzergahlarından biri olmak, kısa ve orta vadede Türkiye’ye kısmi ekonomik iyileşmeler armağan etse de, bu armağan toplumsal bünyenin tamamına nüfuz etmiyor, sadece belli kesimlerin ellerinde toplanıyor. NATO emperyalizmiyle işbirliği yaparak etki alanını genişleten şirketokrasi kültürü, bilim-akademi dünyasıyla da yakınlaşarak meşruiyetini güvence altına alıyor. Türkiye’nin NATO’daki varlığı ve pozisyonu tartışma dışı tutularak, emperyalist-sömürgeci ittifakla işbirliği görmezden geliniyor.

Ortadoğu’yu İsrail’in güvenliğini önceleyerek yeniden dizayn etmeye çalışan ABD harami düzeni, Irak ve Suriye’nin etnik-mezhebi unsurlar ekseninde parçalanmasına önayak oldu. Acımasız tiranlar tarafından büyük eziyetlere maruz bırakılan, onur ve haysiyetine halel getirilen insanların yaşadığı bu beldelerde etnisite-mezhep eksenli yarılmaları ve iktidar karşıtı mücadeleyi örgütlemek emperyalistler için zor olmadı. Bünye zaten müsaitti. Gelinen noktada Irak ve Suriye fiili olarak üçe bölündü. Her iki ülkede de enerji nakil ve üretim havzaları emperyalist paktın muradına uygun olarak paylaşıldı. NATO üyesi Türkiye hem birinci hem de ikinci körfez savaşında ABD’ye destek vererek Irak’ın parçalanmasında dolaylı olarak rol aldı. Suriye’nin istikrarsızlaştırılması ve sonrasında emperyalist haramilerin bölgeye yerleşmesinde de… Şimdilerde yeniden müzakere kanalları oluşturulmaya çalışılsa da Suriye’nin kendine gelmesi kısa ve orta vadede mümkün değil. Burada artık Fırat’ın doğusunda (ki önemli enerji kaynakları barındırır) ABD himayesinde PYD/SDG; Şam-Lazkiye civarında Esed; Fırat’ın Batısında ise Türkiye’nin himayesinde muhalif grupların olduğu yeni bir gerçeklik ortaya çıktı. Öte yandan İdlib gibi farklı coğrafyalardan “cihad” için gelenlerin yerleştiği ve ABD-Türkiye ittifakı tarafından kontrol edilen ultra-muhalif bir belde de Hatay’ın dibinde… Böylesine karmaşık bir denklemi çözmek oldukça zor. Emperyalist harami düzeni Ortadoğu’da kendisi olmaksızın sürdürülemeyecek “düzen” kurarak varlığını adeta dayatıyor. Buna da “yaratıcı kaos” diyor. Etnik-mezhebi yarılmalar öylesine derinleştiriliyor ki bölgenin selameti için halklar “beyaz adam”dan medet umar hale geliyor. Türkiye-İran-Mısır gibi kadim devletler bu etnik-mezhebi gerilimleri yönetme becerisi/iradesi gösteremediği için haramiler evimizin içine giriyor, yağmalıyor , üstüne üstlük bir de teşekkür bekliyor.

Türkiye bir yandan jeopolitik konumunun sağladığı avantajlarla öne çıkarken diğer yandan yakın çevresinde oluş/turul/an gerilimleri global kapitalizmin emelleri doğrultusunda idare etmeye çalışıyor. Afgan-Sovyet savaşında Pakistan’ın konumuna benzer bir duruma itilen/icbar edilen Türkiye, bölgesel çatışmaların ortasında ölümle-sıtma arasında bir pozisyona razı edilmek isteniyor. Sovyetlerin Afganistan’da mağlup olması için ABD ile işbirliği yapan Pakistan, hem Afganistan’dan gelen yoğun göçle hem de farklı ülkelerden “cihat” için gelenlerle istikrarsızlığa mahkum edilmiş, savaş süresince ve sonrasında Pakistan tipik bir muhaberat devleti haline gelerek ( hem kendi insanı hem de komşuları nezdinde ) siyasal-iktisadi-hukuki meşruiyetini ve saygınlığını yitirmişti. Öte yandan kadim düşman Hindistan’dan dolayı yoğun bir silahlanma yarışına girerek militarist bürokrasinin semirmesine seyirci kalmıştı. Afganistan’daki istikrarsızlık ve Hindistan’ın düşmanlığı arasında sıkışan Pakistan, çareyi güvenlik-istihbarat bürokrasisinin tahkiminde buldu. Suriye’nin emperyalist haramiler tarafından yağmalanması sürecinde ve sonrasında Türkiye, tıpkı Pakistan gibi, hem yoğun göçün hem de Asya-Avrupa- Ortadoğu’dan “cihat” için gelen grupların ana güzergahı olarak kullanıldı. Hatay’ın dibinde (İdlib’de) toplanan ve aralarında İŞİD-DAİŞ eğilimlilerin de olduğu bu gruplar şimdilik ABD-Türkiye ittifakıyla kontrol altında tutuluyor olsa da her an manipüle edilmeye müsaittir. İdlib’in durumu Afganistan-Pakistan sınırındaki Peşaver’in durumuyla benzerlik göstermektedir.

Suriye’nin istikrarsızlaştırılması sonrası Türkiye’nin yaşadıklarıyla, Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgali sonrası Pakistan’ın yaşadıkları arasında benzerlik söz konusudur. 2011’den itibaren Türkiye’nin “Pakistanlaştırılmaya” çalışıldığını söylemek abartı olmayacaktır. Afgan-Sovyet savaşında Ziya-ül Hak liderliğinde Pakistan, Cemaati İslami’nin desteğini alarak, Sovyetlerin mağlubiyeti için ABD’yle birlikte Afganistan’ı desteklerken, ülkede güvenlik-istihbarat-savunma bürokrasisinin eli olağanüstü güçlendi. Benzer şekilde Türkiye de Suriye’nin istikrarsızlaştırılması sürecinde ABD-Suud-Katar hattıyla birlikte hareket ederek süreci yönetmeye çalıştı ancak gelinen noktada birçok güvenlik problemini kucağında buldu. Bu durum (zorunlu olarak) siyaseti-bürokrasiyi-medyayı militerleştirdi. Kadim düşman Yunan’ın silahlanma şevki ile Suriye-Irak havzasının istikrarsızlığı birleşince Türkiye, askeri-güvenlik-istihbarat odaklı modele (yani örneğine Ortadoğu’da çokça rastladığımız muhaberat rejimine) geçiş yaptı. Bu model kısa ve orta vadede (Pakistan ve benzerlerinde olduğu gibi) toplumsal bünyeyi çürüten, siyasi-iktisadi-hukuki-akademik meşruiyeti zedeleyen, nihai kertede ise emperyalist-sömürgeci-kapitalist haramiler tarafından belirlenen statükonun gönüllü hizmetkarı olmaya teşne oldukça sorunlu bir modeldir.

Savaşı endüstri olarak gören kapitalizm, özellikle üçüncü dünya devletlerini (ki aralarında biz de varız) silahlanmanın zaruretine ikna ederek halkların yoksullaşmasını sistematik hale getirir. Silah şirketleri ceplerini doldururken daha düne kadar birlikte yaşayan halklar birbirlerinin kanlarında banyo yapmayı arzular hale gelirler. Güvenlik-istihbarat-silahlanma odaklı strateji ile hareket eden halkı Müslüman beldelerin tamamı büyük bir ahlaki çöküntüyle malül durumda. Pakistan, nükleer silaha sahip tek Müslüman devlet olmasına rağmen İsrail barbarlığı/vahşiliği karşısında hiçbir caydırıcılığa sahip değil… Dahası sömürge olmaktan kurtulabilmiş de değil… Nitelikli insanlarının kafileler halinde Avrupa’ya /Amerika’ya /İngiltere’ye gitmesine mani olamıyor. ( BU büyük problemle Türkiye’de yüz yüze…) Hukuki-siyasi-iktisadi-akademik alanlarda çok ciddi bir nitelik sorunu yaşıyor. Hatırlamak gerekiyor ki Batı dışı toplumlarda ulus-devletler (doğaları gereği) halklarını emperyalizmden-sömürgecilikten-kapitalizmden koruyamazlar. Çünkü ulus-devlet burjuva Protestan kültür kodlarından esinle ihdas edilmiştir ve tepeden tırnağa bu kültürün tasavvur ve telakki biçiminin izlerini taşır. Muhataplarına da bu izleri nakşeder.

NOT: Bu yazı’m Umran Dergisi’nin 361. Sayısında aynı başlıkla yayımlanmıştır.

 

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir