29.01.2024
Emperyalist-siyonist ittifaka (ki bu ittifakı mümkün kılan teolojik zemine aşina olmak modern/post-modern paradigmanın karakteristik özelliğine vukufiyet kesbetmek anlamına gelir) karşı yaklaşık üç aydır müstesna bir direniş sergileyen Gazze,(bu direnişiyle) bir yandan burjuva Protestan kültür kodlarının barbarlığa müzahir doğasını deşifre ederek, insanlık ölçeğinde, bir duyarlılık hattı oluştururken, diğer yandan da aydınlanma ideolojisinin albenili ambalajlarla servis edilmesinde ve benimsenmesinde hayati rol oynayan “epistemik cemaatin” kibirli ve küstah yüzünü gözler önüne seriyor. Siyonizmin çıkarları söz konusu olduğunda küre ölçeğinde belirginleşen entelektüel dayanışma bir kez daha gösterdi ki, modern/post modern paradigmanın kavramsal ve kurumsal hegemonyası/hiyerarşisi judeo-hıristiyan teoloji/sin/den bağımsız değil. Kudüs özelinde ayan beyan ortaya çıkan bu durumun özelde Müslüman toplumlara, genelde ise insanlık ailesinin bilincine, uyanıklık-duyarlılık kazandırması murat edilir. İnsanlık tarihinin en barbar en vahşi fiilleri en gelişmiş (!) uygarlıkların riyasetinde icra edilirken, insanın anlam arayışına rehberlik etmesi beklenen entelektüel havzalardan kayda değer bir öfkenin sadır olmaması (hatta zalimin yanında saf tutulması) utanç vericidir… Bilgiyi güç-tahakküm-kontrol-kar vesilesi olarak gören cari küresel sistem, öyle görünüyor ki, entelektüel bilinci de soykırıma uğratmış… Halklar nezdinde belirginleşen öfkenin entelektüeller arasında karşılık bulmaması müstekbirlere angaje bir gerçekliğin izlerini taşıyor. Bu bağlamda Gazze direnişi artık sadece siyonizme karşı verilen bir mücadele olmaktan çıkmıştır. Orası judeo-hıristiyan esinli modern/post-modern paradigmanın insan öğüten doğasından teberri edip “insan kalmayı tercih edenler” için bir mektep olmuştur. Bu mektep ilahi vahiy bilgisi ve nübüvvet pratiğinden aldığı ilhamla techiz ettiği entelektüel çabayı, eylemle eşanlı yürüyen yüksek düzeyli bir bilinçlilik hali olarak tebarüz ettirmektedir.
Moderniteyi insanlık tarihindeki en büyük inhiraflardan biri olarak görmek/anlamak yerine, onu kaçınılmaz bir şekilde uğranılması gereken bir durak olarak tanı/mla/yan cari sosyal bilimler literatürünün teşrih masasına yatırılmasının vakti geldi de geçiyor. Hıristiyanlık içi gerilimin sonucu olarak ortaya çıkan Aydınlanma ideolojisinin (ki bu ideoloji kendisini insanın evrim çizgisindeki en olgun safha olarak konumlandırır) merdut olduğunu beyan etmekten niçin çekinelim… Kendi tarihsel tecrübesini biricikleştirip merkeze alarak, kendi dışındaki toplumları ilkel/primitif/barbar olarak tavsif eden ve şayet uygar/medeni olmak istiyorlarsa yüzlerini Batı’ya dönmelerini salık veren Avrupamerkezci sosyal bilimler dilini/söylemini/metodunu reddetmek, halihazırda devam eden vakur direnişi doğru anlamanın da ön koşuludur.
Avrupalı beyaz adamın epistemolojik-ontolojik-metodolojik emperyalizmine/dayatmasına razı olan ve bu rızanın doğal sonucu olarak mebzul miktarda otokolonizatör (kendi kendini sömürgeleştiren) aydınlar yetiştiren Türkiye’den esaslı bir entelektüel öfkenin sadır olmasını beklemek elbette ki gerçekçi değildir. Kaldı ki bu kendi kendini sömürgeleştirme hali, bir süredir hamaset ve popülizm odaklı “gösterişli yalanlar” la kılıflanarak görünmezlik özelliği kazanıyor. Evanjelist-Siyonist ittifakının teolojik/teopolitik perspektifine dair ciddi bir farkındalık yoksu(n/l)luğu söz konusu… Ulus-devlet realizmi,konjonktürel zaruretler,real politika gibi argümanlar eşliğinde meşrulaştırılan “pasiflik” akademik camianın dilsizleşmesini beraberinde getiriyor. Fikir sahiplerinin öfkesizliği, toplumsal bünyenin hamasetle büyülenmesini kolaylaştırıyor. Öfkesi olanların fikir yoksunluğu ise, direnişin müstesna doğasının fark edilmesini güçleştiriyor, hatta onu duygusal tatmin “vasıtası” haline getiriyor. Şayet öfke sahibi entelektüellerimiz olsaydı, Gazze direnişinden, modern/post modern paradigmanın epistemik referanslarıyla hesaplaşma bilinci inşa/ikame edebilir, akabinde ise sömürgesizleştirme (dekolonizasyon) mücadelesinin yol haritasına ilişkin çok esaslı çok yürekli çok nitelikli çözümlemelere şahit olabilirdik. Siyonist-emperyalist ittifakının bir türlü kıramadığı direnişin bu kıvama nasıl geldiğini konuşabilir, bu direniş modelinin çoğaltılması için neler yapılabilir sorusunun yanıtını arayabilirdik. Lakin onun yerine real politikayı-konjonktürü-ulusal çıkarları öne alan bir yaklaşım terviç edildi. Oysa ki hiçbir ulus-devlet (epistemik referansları itibariyle) anti-emperyalist olamazdı… Bu gerçeğin toplumlar(ımız)dan gizlendiği her dakika sömürgeci bilginin egemenliği pekişiyor, dahası otokolonizasyon sistematikleşiyor. Aktüel-politik gündem, hamaseti ve popülizmi adeta kurumsallaştırarak ilmi-entelektüel çabayı tahfif ve istiskal ediyor. Kitabi olmayan bilginin (daha doğrusu malumat yığınlarının ) bombardımanı altında adeta eziliyoruz. Doğu hükümetleri bilgiyi saklayarak tebaalarını kontrol/denetim altında tutarken, Batı hükümetleri habere/malumata boğarak cahil bırakıyor. Esasında her ikisi de aynı kapıya çıkıyor… Malumat/enformasyon bombardımanı altında insanlar “ilişkilendirme kabiliyetlerini” yitiriyor, dahası hafızasını kaybediyor. Böylece kolaylıkla manipüle edilebiliyor. Bunu iyi bilen küresel tiranlık elindeki tüm imkanları seferber ederek direnişin model alınmasının önüne geçmeye çalışıyor. İşte tam da böyle zamanlarda entelektüelin ortaya çıkıp hakikati beyan etmesi, batıla karşı öfkesini göstermesi, ayartılmaya teşne zihinlere uyanıklık aşısı yapması gerekiyor.
Gözlerimizin önünde işlenen cinayetler, toplu katliamlar, sürgünler, yargısız infazlar, tecavüzler, mülksüzleştirmeler bile entelektüel öfkeyi görünür kılamıyorsa artık ne olması bekleniyor? Ruhsuzlaşmış kelimelerle konuşmak statüko sahiplerinin elini güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Bencil çıkarlar, etnik- mezhebi bağnazlıklar, ulusal menfaatler uğruna insanlıktan uzaklaşan/yozlaşan bir sosyal gerçeklik içinde entelektüellerin sesinin daha gür çıkması beklenir. İnsanların bilinçlerini kavi kılmak için işlev görmesi gereken siyaset, gösterişli yalanlara tevessül ederek büyük bir yıkımın faili oluyor. Entelektüel derinliğin rehberliğinde yürümesi gereken siyaset klişelerin gölgesine sığınıyor. Toplumsal bünyenin sıhhatini temin etmesi gerekirken ( ki bu da sahih düşünme kabiliyetinin geliştirilmesi, yani hakikatle ünsiyet kesbetme imkanının temin edilmesi ile olur) tam tersine bu bünyenin uyuşturulması için, gerçeğin ayırdına var/a/maması için, yüzeysel ilgilere müptela olması için , fanatik taraftarlıklar icat etmesi için, statükonun devamını sağlaması için icrayı faaliyette bulunuyor. Politik iktidar sahipleri entelektüel/ler/i de kendine çekerek, adeta kendine tabi olmaya zorlayarak, olmaması halinde başına gelecekleri hatırlatarak, toplumsal bünyenin kadavralaşmasına vesile oluyor. Siyaset kendi kendini siyasetsizleştiriyor.
Irak’ın ikinci kez işgalini protesto amacıyla Londra’da meydanları dolduran binlerce kişiye dönemin İngiltere başbakanı Tony Blair “ sizin refahınız için oradayız” yanıtını verdiğinde, protestolar sona ermişti. Benzer şekilde Gazze’deki soykırım uygar dünyanın(!) terör tehdidinden kurtarılması argümanına yaslanarak yürütülüyor. Bu argümanın etkili olup olmadığını zaman gösterecek. Lakin yerel ve küresel entelektüeller nezdinde, büyük ölçüde, kabul gördüğü söylenebilir. Habermas örneğinde de görüleceği üzere namlı entelektüellerin siyonizmle içiçeliği/müzahereti sadece II. Dünya savaşında Yahudilere uygulanan kıyımdan duydukları utançla ilgili değildir. Modern paradigmanın inşasında kurulan judeo-hıristiyan ittifaka olan sadakatlerinin de payı vardır bu destekte…
21.yüzyıl halkı Müslüman beldelerin işgali ve parçalanması stratejisiyle başladı. 11 Eylül’ün ardından Afganistan ve Irak işgal edildi. Guantanamo-Ebu Garib-Şibirgan da insanlık adına utanç verici fiiller işlendi. Ardından Suriye-Libya-Yemen istikrarsızlaştırıldı, fiili olarak bölündü ve bir daha toparlanamayacak hale getirildi. Adına Ortadoğu denilen bu coğrafyaya Lübnan modeli, adeta dayatıldı. Bütün bunlar sadece enerji nakil hatlarının güvenliğini sağlamak için yapılmadı elbette. İlaveten, belki de daha önemlisi, İsrail’in güvenliği teminat altına alınmak istendi. Küresel sistem Ortadoğu havzasında İsrail’den daha güçlü bir yapının oluşmasını istemiyor. Bu çok açık… Bu nedenle de tehdit oluşturabilecek tüm ülkeleri etkisiz kılmaya çalışıyor. Camp David’den sonra Mısır’ın Filistin davasına sırtını dönmesi sistemi kısmen rahatlattı. Körfez monarşilerinin “İbrahim anlaşmaları “ adı altında İsrail’le normalleşmesi ise artık sürecin kemale ermesi yolunda pek bir engelin kalmadığını gösteriyordu. NATO üyesi Türkiye’nin, Irak’ın ve Suriye’nin istikrarsızlaştırılmasına verdiği dolaylı destek İsrail’in elini rahatlatırken, onun uluslar arası arenada meşruiyet kazanması ve bölgesel güç dengesinin önemli aktörlerinden biri olmasına da imkan sağladı. Tüm bu olup bitenler küresel sistemin İsrail için öngördüğü geleceğe dönük göz kamaştırıcı başarılar anlamına geliyordu. Ta ki direnişin bütün bu denklemi altüst eden istisnai müdahalesine kadar…
Direniş bir yandan Avrupamerkezci bilgi-fikir-yorum düzeninin vampir karakterini deşifre ederken, diğer yandan bu karakterle uzlaşarak kendisine haysiyetli bir gelecek inşa edeceğine inanan Müslümanların ne kadar büyük bir yanılgı içinde olduklarını gösterdi. 20.yüzyılı ulus-devlet realitesine (ki bu realite tepeden tırnağa Avrupamerkezci bilgi sisteminin judeo-hıristiyan karakterinden ilham alır) teslim olarak/boyun eğerek zillet içinde geçiren halkı Müslüman beldeler, şayet direnişin sağladığı bu imkanı görmezden gelir, uzlaşmacı-sinik-pısırık-hoşgörülü bir yaklaşımda ısrar ederlerse 21. Yüzyılı da zillet içinde geçirmekten kurtulamayacaktır. Demek ki evvelemirde kapitalist-neoliberal-sömürgeci cari gerçeklikle (bu gerçekliğin ikamesinde rol alan doktrinle ve bu doktrine renk veren itikatla) yüzleşmek-hesaplaşmak gibi ağır bir sorumluluğumuz var. Direniş bu sorumluluğunun farkında olduğu ve her ne pahasına olursa olsun uzlaşmayı reddettiği için bugün emsali görülmemiş bir barbarlıkla karşı karşıyadır. Küresel istikbar Gazze’ye uyguladığı vampirliği bir göz dağı gibi kullanmakta, adeta tüm insanlara, ama özelde Müslümanlara ( ki halihazırda cari gerçeklikle yüzleşebilecek-hesaplaşabilecek yetkinliğin inşası sadece ve sadece yüce İslam’a ram olmakla mümkündür) şayet bana karşı gelirseniz sonunuz Gazze gibi olur demektedir. Bu noktada direnişin müstesnalığını bir kez daha tespit ve takdir etmek lazımdır. Entelektüel çabamızı, bu müstesna direnişi mümkün kılan fikriyata yoğunlaşarak saygın kılabiliriz.
Türkiye özelinde böyle bir yoğunlaşmaya tanıklık ettiğimizi, şimdilik, söyleyemeyiz. Hatta direnişi tahfif ya da tahkir ve tezyif etmeye teşne bir gerçekliğin varlığından söz edebiliriz. Ulus-devlet realizmi sayesinde beyinleri dağlanmış-kalpleri katılaşmış- bilinçleri yaralı entelektüeller aracılığıyla toplumsal bünye ciddi bir pörsümeyle-yozlaşmayla yüz yüze gelmiştir. Siyasal alana rehberlik etmesi beklenen entelektüel havzalar etnik-mezhebi-ulusal-real politik-konjonktür putlarının gölgesinde kaldığı için fikir kabızlığı yaşıyor. Adeta birer şarkiyat enstitüsü gibi çalışan üniversitelerimiz Avrupamerkezci bilgi sisteminin meşruiyetini sorgulamaya cesaret edemiyor. Akademisyenler, uzmanlığı entelektüel çabaya tercih ettikleri için cesur adımlar atamıyor. Toplumsal bünyedeki hastalığı teşhis edemiyor. Uzmanlık, piyasa koşullarına hizmet eden bir yaklaşımı/tutumu meşrulaştırıyor. Parçaya odaklanıp bütünü görmeyi zorlaştırıyor. Nesnellik adına hakikatin üzerini örtüyor. Güç ve para sahiplerine hizmet ediyor. Elde ettiği verileri hakikatin tebellür etmesi için değil kontrol-denetim-kar amaçlı kullanıyor. Toplumun siyasal bilinci kötürümleş/tiril/diği için yapısal sorgulamalar yapamıyor. Halkın rızasını hakkın rızasına tercih etmenin adı olan popülizm tüm siyasal yapılar tarafından içselleştirildiği için, gerçeklerle yüzleşme kabiliyeti her geçen gün zayıflıyor. Toplumlar, en gösterişli yalanı söyleyenlerin ardından koşmayı siyaset yapmak zannediyor. Milliyetçiliklerin anti-emperyalist/anti-kolonyalist olduğu yalanına ikna olan kalabalıklar selim akla yabancılaşıyor. Entelektüel öfke sahibi örneklikler olsaydı şayet, toplumlar duygusal baskı altına alınamayacak, iğfal ve istizafa maruz kalmayacaktı. Sadece İslam dünyasında değil küre ölçeğinde çok ciddi bir entelektüel çölleşme söz konusudur. Direniş bunu görünür kılmıştır. Demokrasi-insan hakları-kadın hakları-çocuk hakları-çevre gibi değerlerin sadece Avrupalı beyaz adam için geçerli olduğunu, diğer ulusların bunlara istihkakı olmadığını aşikar etmiştir…
Vakit, güç-tahakküm-kar-şehvet arzusuyla kışkırtılarak birbirinin kurdu olmaya zorlanan yığınlara direnişin “insan kalma mücadelesinin” beyan edilmesi vaktidir… Vakit, direnişin özgünlüğünü öne çıkarıp, modern/post-modern paradigmanın epistemik referanslarından beri olmanın vaktidir… Vakit, ilmi/entelektüel çabayı soylu bir öfkeyle yoğurarak zalimlerin karşısına dikilme vaktidir… Vakit, etnik-mezhebi-ulusal bağnazlıklardan uzak durup, ümmet bilincini tahkim etmenin vaktidir…
NOT: Bu yazı’m Umran Dergisi’nin 353.sayısında aynı başlıkla yayımlanan metnin gözden geçirilmiş halidir.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.