Kamil Ergenç Yazdı: Fuat Sezgin ve Oryantalizm

17.10.2024

Bilimler tarihi alanında dünya çapında bir üne sahip olan Fuat Sezgin’i emsalleri arasında farklı kılan en önemli özelliği, bilimin tarihi serüvenine olan vukufiyeti yanında, hikemi bilginin doğasına ilişkin sahip olduğu deruni bir farkındalık bilincidir. Bu bilinç sayesinde O, insanlık tarihinin son dört asrına damgasını vurmuş Avrupa merkezci bilgi ve bilim felsefesinin seküler muhtevasına dair esaslı bir çözümleme yapmış ve en önemlisi de, kadim kültür havzalarından tevarüs edilen bilginin mekan/coğrafya ilişkisinin ideolojik Doğu-Batı klişelerine mahkum olmadan tebarüz etmesini sağlamıştır. XVII.yüzyıldan itibaren klasik bilgi felsefesi geleneğinden koparak,kutsalla bağı koparılmış-Seyyit Hüseyin Nasr’ın ifadesiyle “kutsalsızlaştırılmış”(1)-bilginin meşruiyetini temellendirme amacı güden modern bilgi felsefesine karşı Fuat Sezgin;     Mezopotamya, Babil, Mısır, Sümer, İskenderiye, Rey, Kurtuba, Cundişapur,Semerkant,Buhara,Bağdat,Şam gibi hikemi bilgiye ev sahipliği yapmış şehirlerin fotoğrafını çekerek, bir yandan yaklaşık iki asırdır özgüven bunalımı yaşayan ve iyi olan ne varsa Batıya ait zanneden Doğulu(Müslüman) toplumlara özgüven aşılarken,diğer yandan XIX.yüzyılla birlikte  oryantalist literatürün egemenliğinde şekillenen “epistemolojik emperyalizme” karşı da sahih,özgün ve özgür bir “duruşun” temsilcisi olmuştur.Bu özellikleri itibariyle Fuat Sezgin, 20.yüzyıl da,bilimler tarihi alanında, İslam dünyası adına konuşma liyakatine sahip ender şahsiyetlerden biri olarak anılmayı hak eder.Şarkiyatçılıkta karar kılması ve bu kararının hayat bulacağı mekan olarak Avrupa’yı seçmesi,teşbihte hata olmasın,zorlu bir deplasmanda sükseli gol atma azminde olan bir sporcuyu anımsatmaktadır. Almanya’nın Hoca’ya açtığı alan,kim bilir belki de ondan oryantalist literatüre katkı sunacak bilginin sadır olması beklentisinden dolayıdır. Ancak Hoca beklentileri boşa çıkarmış, içinde yetiştiği kültür evreninin demir gibi sağlam istinatgahlarına sadık kalarak müstesna bir duruşun temsilciliğini de üstlenmiştir. Oryantalizmin ete kemiğe büründüğü Avrupa’da böylesine riskli bir görevi, adeta iğneyle kuyu kazarcasına, ifa etmek her babayiğidin harcı değildir. Bu bağlamda Hoca’nın Türkiye’de üniversiteden kovulması ve Avrupa’ya hicreti “hayırlı” sonuçlar doğurmuştur denebilir. Şayet Hoca Türkiye’de kalsaydı, belki de, yerelin ve statükonun sınırlarına hapsolmuş bir akademisyen olarak hayatını sürdürmek zorunda kalacaktı. Nitekim Fuat Sezgin’in “İslam Kültür Dünyası’nın Bilimler Tarihindeki Yeri” başlıklı sunum yaptığı Türkiye Bilimler Akademisi’nde açılış konuşmasını yapan Celal Şengör, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ünlü hocalarından Kazım Çeçen’in Fuat Sezgin için “…onun Türkiye’den gitmesi hem kendisinin hem de bilim dünyasının başına gelebilecek en iyi şeydir. Çünkü Türkiye onu zaten gereği gibi değerlendiremezdi” dediğini beyan edecektir.(2)  

Bilinen insanlık tarihinin bizlere öğrettiği kadarıyla düşünceyi ve bilgiyi belli bir coğrafyayla sınırlandırmak ziyadesiyle hatalı bir perspektifin sonucudur. Bilgi, insanlık tarihi boyunca kümülatif olarak artmış ve yorumlanmıştır. İnsanın dünya serüveni başladığından bugüne kadar etrafında olup bitene karşı merak duygusu her zaman canlı olmuş ve bu duygu sayesinde yeni şeylerin üretimi mümkün olmuştur. Denebilir ki, merak duygusu olmasaydı bugün şahit olduğumuz bir çok yeniliğin ortaya çıkması mümkün olmayacaktı.İnsan daima nereden gelip nereye gittiğini,üzerinde yaşadığı yerin mahiyetini,hayatın anlam ve amacını merak etmiş, bilim ve felsefe bu merakın sonucu olarak ortaya çıkmıştır.Bu bağlamda,insan hayatını kolaylaştırmak ve anlam/amaç odaklı bilgi edinmek, bilinen insanlık tarihinin her aşamasında cari olan bir gerçekliktir.İlkel olarak tavsif edilen kabilelerden oldukça yüksek düzeyli medeniyetler inşa eden toplumlara kadar  her insan tekinin bilgiye olan açlığı ,merakı ve isteği onu inceleme araştırma,yorumlama ameliyesine itmiştir.

İnsanın kendisini ve yaşadığı evreni tanıması, hayatını kolaylaştırması,yaşamın anlam ve amacına ilişkin tefekkür etmesi sonucu ortaya çıkan bilgi sadece belli bir mekanda kalmamış, aynı amaçla farklı yerlerde yürütülen çabalarla karşılaşmıştır. Bu karşılaşma kimi zaman ticari faaliyetler, kimi zaman savaşlar, kimi zamansa seyahatler (kutsal yolculuklar) aracılığıyla mümkün olmuştur. Böylece sentez kültürler ortaya çıkmış ve İbn-i Haldun’un ifadesiyle “ güçlü medeniyetler zayıf medeniyetleri massetmiştir.”(3) Bilimsel alandaki gelişmeleri hızlandıran en temel etken de bu tür karşılaşmalardır. Tarihin belli dönemlerinde gerçekleşen küreselleşmeler aracılığıyla gerek fizik,kimya,matematik,geometri gibi nispeten “nötr” bilgiler, gerekse felsefe,tarih,edebiyat,teoloji gibi ideolojik içeriğe sahip bilgiler iç içe geçmiş ve bu içiçelik yeni bir sentezin doğmasına veya bütünüyle farklı bir düşünsel perspektifin oluşmasına sebep olmuştur.Yunan kültürünün Mısırla kurduğu temasın felsefi geleneğe yaptığı katkı,sonraları Pers-Yunan kavgasından devşirilen bilimsel ve felsefi bilgi,ardından Beyt-ül Hikme aracılığıyla hem İran,Hint,Cundişapur hem de Yunan–Grek kültüründen yapılan tercümeler bu söylediğimiz bağlama denk düşer.

Gerek bilimsel gerekse felsefi bilginin bu hızlı yayılımı ve içiçeliği tarihin en hızlı küreselleşmesinin yaşandığı 7.Yüzyılın ikinci yarısından 16.yüzyıla kadar olan zaman diliminde küre ölçeğinde oldukça sarsıcı değişimlerin lokomotifi olmuştur. Özellikle İber Yarımadası’nda yaklaşık sekiz asır devam eden Müslüman varlığı ortaçağ karanlığının girdabında debelenen Avrupa için adeta hayat suyu olacaktır. Endülüs İslam Medeniyeti, Mezopotamya, Sümer, Babil, Rey(İran), Tebriz, İskenderiye havzasından Beyt-ül Hikme aracılığıyla tercüme edilen ve Müslüman filozof ve bilim adamları aracılığıyla zenginleştirilip yorumlanan bilgiyi Avrupa’ya taşımış ve bu bilgi sayesinde sonraları adına rönesans denilen süreç başlayabilmiştir. Bu bağlamda Fuat Sezgin’in,”Rönesans düşüncesinin Avrupa’da 12.yüzyıldan itibaren Yunan bilimlerinin Latinceye tercümesi sonucu ortaya çıktığı” tezini reddettiğini,çünkü bu tezin İslam kültür dünyasının katkısını kasten görmezden geldiğini hatırlatalım.(4) Hazindir ki sözünü ettiğimiz bu tez 17.yüzyıldan itibaren Batı dünyasında ve Batı yörüngesinde olmayı tercih eden Müslüman entelektüel havzalarında da kabul edilmektedir.Oysa ki Sezgin’e göre,Arapça kitaplar X.yüzyıldan itibaren Bizans’ta Yunancaya,İspanya’da Latinceye tercüme edilmektedir.Ancak o dönemde Avrupa’da kaynak belirtme ve önceki nesillerin hizmetini taktir etme ahlakı (bilimsel etik) gelişmediği için, İslam Kültür dünyasına ait bir çok eser Yunanlı düşünürler adıyla yayınlanmaktadır.(5)Doğu İslam bilim/felsefe literatürünü Batıya aktaran Endülüs Medeniyeti Kurtuba, Toledo (Tuleytula),Sicilya gibi ilim havzaları oluşturarak,kilise dogmatizminin tasallutu altında inim inim inleyen Kıta Avrupa’sına hür düşüncenin rehberliğini yapmıştır.Tuleytula’daki tercüme okulları tarafından kıta Avrupa’sının dillerine çevrilen eserlerin ilham verdiği protest duruş,öteden beri bilime karşı mesafeli duran kilise karşısında zamanla önemli mevziler kazanacaktır. Aydınlanma devrimine giden yolun işaret levhaları bu zeminde olgunlaşacaktır.

Bilim ve düşünce tarihi yazınında egemen dil, genel olarak Yunan/Roma merkezlidir. Hatta ülkemizdeki pek çok üniversitede bile felsefe tarihi Yunanla, hukuk tarihi Roma’yla başlatılarak anlatılır. Bu anlatı mekan-düşünce ilişkisini mutlaklaştıran bir perspektif üzerinden kendisine meşruiyet arar. Kültürel antropoloji bu meşruiyetin tescillenmesi için göreve çağrılır. Yunan site devletlerinin denizle olan yakınlığı ticaretin ve dolayısıyla başka kültür havzalarıyla iletişimin imkanlarını oluşturduğu için buralarda bilim ve düşüncenin kök saldığı iddia edilir. Sadece bu da değil. Doğu toplumlarına hakikat peygamber arcılığıyla ulaştırıldığı için onlar düşünmeye ihtiyaç duymamış,Yunan havzasına ise peygamber gelmediği için düşünce yoluyla hakikati bulma çabası ağır basmış ve böylece felsefe buralarda kök salmıştır(!)Nübüvvet aracılığıyla verilen Vahiy bilgisini düşüncenin önünde engel gören bu perspektif,politeist kültürü birey odaklı düşünmenin en önemli zemini olduğunu iddia eder.Buna göre politeist Yunan kültürü tek tanrılı dinlerde olduğu gibi tek tip insan yerine, farklılıkları bir arada yaşatabilen çok kültürlü ve renkli bir dünyayı temsil etmektedir(!) Antropoloji disiplini aracılığıyla düşüncenin Batılı doğasını ispatlamaya çalışan bu perspektif, bilim tarihi yazınında da Doğu katkısını görmezden gelecek ve hatta en mühim katkıyı yapan Müslümanları adeta bir postacı olarak niteleyecektir. Öyle ki Müslümanlar tarihin hiçbir döneminde bilim ve düşünce hayatına katkı yapmamış, sadece Yunan/Roma geleneğinin eserlerini tercüme ederek Batıya aktarmışlardır. Fuat Sezgin’in yıkmaya çalıştığı ve kanaatimce başarılı da olduğu temel tez budur. Nitekim Oryantalizmin temel argümanı da Doğulu(özellikle Müslüman) toplumların bilim ve felsefeden uzak oldukları ve hatta birey/fert bilincine bile erişemedikleri yönündedir. Fuat Sezgin bu söylemin mağlup edilmesinde hayati bir rol oynamıştır.

Bilim ve düşünce tarihini Batı merkezli okuma arzusunun 17.yüzyıl sonrasında ortaya çıkan bilim devrimiyle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum.Endülüs aracılığıyla Doğu’dan elde ettiği hikemi bilgiyi, kilise karşısında bağımsızlık kazanmak için sekülerleştirerek “operasyonel amaçlı” kullanan Avrupa ilmi ve entelektüel havzası, uzun uğraşlar sonucunda ve büyük bedeller ödeyerek amacına ulaştı.Bilim mevzi kazandıkça kilise geri çekildi ve en nihayetinde tanrı-sezar ayrımında sembolleşen durum mekansal olarak ta cari kılındı.1648 Westfalya antlaşması ile toprağın sekülerleşmesi gerçekleşti ve bu seküler mekan üzerinde tanrının buyruklarının  egemen olmaması için bilim havzaları olarak üniversiteler öne çıkarıldı.Bir anlamda bilginin egemenliği el değiştirdi.Artık tanrının temsilcilerinin vaziyet ettiği bir toplum olmak yerine, bilginin/bilimin rehberliğinde yol yürüyecek bir toplum ortaya çıktı. Bilginin kilise karşıtı mücadelede kullanılması, kaçınılmaz olarak, seküler bağlamı Avrupalıya dayattı. Seküler bilgiye dayalı tasavvur biçimleri, etkileri bugüne kadar ulaşan ve halihazırda da devam eden oldukça travmatik ve katastrofik bir durumun ortaya çıkmasına sebep oldu. Çünkü bilgi güçle eşitlenmişti ve insana ve tabiata hakim olma arzusu galip gelmişti. Avrupa’da gerçekleşen bilim devrimine kadar tanrıyla bağ kurmak suretiyle anlamlandırılmaya çalışılan varlık ve bilgi,artık tanrıdan bağımsız(seküler) bir şekilde anlaşılmaya başlandı. Bu anlama biçimi,19.yüzyılda “uygarlık misyonu” klişesi etrafında Batı dışı toplumların sömürülmesinin meşruiyet zeminini tahkim etti.

Evreni, varlığı,varoluşu anlama,anlamlandırma ve açıklama amacıyla bilgi edinmenin yerine tahakküm kurma amaçlı bilgi edinme geçti. Batı dışı toplumların ilkel/primitif olduğuna dair antropoloji ve filoloji alanından devşirilen bilgiler sömürgeciliğin meşruiyetini sağladı. Oryantalist havzalar tarafından Doğu toplumlarının bilimden ve felsefeden uzak olduklarına dair dillendirilen düşünceler, Avrupa merkezci düşüncenin temellerinin atılmasına hizmet etti.19.yüzyıl boyunca kolonyalizme hizmet eden oryantalist perspektif, Doğu’nun(özellikle Müslüman toplumların) edilgen, pısırık, şehvet düşkünü, irrasyonel olduğunu ve bundan dolayı da bir Batılı tarafından ehlileştirilmesi gerektiği tezini işledi. Fuat Sezgin, doğulu bir Müslüman olarak oryantalizmin bu hastalıklı doğasıyla yüzleşmeyi göze alan ve Batı toplumlarına Müslümanların bilim ve düşünce tarihine yaptığı katkıyı delilleriyle beyan eden kişi olarak öne çıkar. Onun bu çabası sadece Batı’ya gerçekleri göstermek amaçlı değildir. Aynı zamanda yaklaşık iki asırdır Batılı bilgi sistemi tarafından zihinsel anlamda sömürgeleştirilen Müslüman toplumlara bir uyanış aşısı yapmayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda Hoca‘nın Edward Said’den önce oryantalist dile/söyleme dikkat çektiğini söylemek sanırım yanlış olmaz.Said’in en büyük katkısı, bu söylemin edebiyata ilişkin analizi bağlamında olmuştur.Said’den ilham alarak Hoca’nın mağlup ettiği Oryantalist dilin karakteristiğine ilişkin bazı noktalara dikkat çekmekte fayda var.

Edward Said,Kolonyalizmin “keşif kolu” hizmetini şarkiyat araştırmalarının gördüğüne ilişkin yakıcı bir tespitte bulunur.(6) Doğu’yu-buradaki Doğu esasında Müslümanların yaşadığı coğrafyadır- nesneleştirmek,operasyonel kılmak,ehlileştirmek için çok yönlü araştırmaların yapıldığı şarkiyat enstitülerinin, günümüze “bölge araştırmaları” adıyla tevarüs ettiğini ve halihazırda oldukça işlevsel olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz.Kendisini bir öteki olmadan tanımlayamayan Oksident(Batı)’in, entelektüellik kılığına bürünmüş kolonyalist perspektifi, bilginin nasıl araçsallaştırıldığını görmek açısından ibretlik bir durumdur. Edward Said’in diliyle söyleyecek olursak “Oryantalist/Şarkiyatçı aklın temel koşulu dışsallaştırmadır. Şarkiyatçının Şark’ı konuşturması burayı Batılı(Oksident) için anlaşılır kılma amaçlıdır.”(7) Bu anlaşılır kılma ameliyesinin kolonileştirme ile çok yakın bir ilişkisi vardır. Batı için anlaşılır olan Şark, artık operasyona hazırdır. Operasyonun orkestra şefleri ise genelde entelektüeller ve bilim adamlarıdır.Fuat Sezgin, oryantalist çevrelere cevap verirken bir oksidentalist gibi davranmaz. Çünkü, tıpkı oryantalizm gibi oksidentalizmin de bilgiyi araçsallaştırdığının idrakindedir. Her iki tutum da muhatabını “inceleme nesnesi” olarak görmekte ve hikemi perspektifi ıskalamaktadır. Oysaki Hoca’nın gayesi her hak sahibine hakkını vermektedir. O, yeri geldiğinde hakkaniyet sahibi oryantalistleri de övgüyle anar. George Sarton ve Helmut Ritter bunlardan biridir.Sezgin, Helmut Ritter’in öğrencisi olmakla gurur duyar. Şarkiyatçılık alanına merak sarmasında Ritter’in rolü büyüktür. Sarton içinse ”Oryantalistiğin araştırma sonuçlarını eksiksiz bir biçimde işlemek için büyük çaba sarf eden yegane bilim tarihçisi…” diyecektir.(8) “XVIII.yüzyıldan itibaren insanlık düşünce tarihinde Arap-İslam bilimlerinin her türlü yaratıcı konumunu inkar eden Rönesans kavramında bir evrensel tarih görüşüne sürüklenen…”bilim tarihçilerine karşı Sarton’a gösterilen bu ilgi kayda değerdir.

Ancak oryantalist literatür genel itibariyle yanlıdır. Bu yanlılık öylesine kibirlidir ki,Orient(Doğu)’in Oksident(Batı) karşısındaki durumu, kölenin efendi karşısındaki durumuna benzer.Batı kimliğinin belirginlik kazanmasında-ki bu belirginlik uygarlık misyonu ve üst insan anlatısını içkindir-Doğu’nun yeri vazgeçilmezdir. Esasında buradaki Doğu imgesi verili değil, üretilmiş bir imgedir. Bu üretimde hiç şüphesiz akademik havzanın rolü hayatidir. Bilginin tahakküm kurmak amaçlı üretildiği bu havza, insan-insan ve insan-tabiat ilişkisini mekanik bir bağlama hapsederek, Aydınlanma paradigmasının kemale ermesine yardımcı olmuştur.Denebilir ki üniversite,Aydınlanma öncesinde dini yorum  tekelini elinde tutan ve bu “yorum tekelini” Hıristiyanlığın küreselleşmesi için kullanan kilisenin misyonuna benzer şekilde, Avrupa merkezci tanrı,insan,evren,tarih,zaman ve mekan telakkisinin Avrupalı olmayan uluslara dayatılması için bilimi araçsallaştırmıştır.

Özellikle filoloji, antropoloji, arkeoloji ve sosyoloji disiplinleri oryantalist söylemin üreme alanlarıdır. Bu alanlarda üretilen bilgi Batı dışı toplumlara müdahaleyi meşrulaştırma amacı güder. Kültürel antropoloji, geleneksel toplumların şifahi kültürünü “kayıt dışı” olduğu gerekçesiyle reddederken, filoloji, Sami dilleri ile Hint-Avrupa dilleri arasında uygarlık üretme kalitesi bağlamında farklılıklar olduğu tezini işler.19.yüzyılın ünlü filoloğu Ernest Renan, filolojiyi yalnızca modernlerin sahip olduğu karşılaştırmalı bir disiplin ve Avrupa’nın üstünlüğünün bir simgesi olduğunu iddia eder.15.yüzyıldan beri insanlığın gerçekleştirdiği ilerlemeyi filolojiye mal eden Renan “gerçeklik ile doğanın açıkça görülmesini, dolayısıyla doğaüstücülüğün defedilmesini ve böylece doğa bilimlerindeki keşiflere ayak uydurulmasını filoliji temin eder”(9) savıyla dilleri, gerçeklikle temas kuran ve kuramayan olarak tasnif etti. Hint-Avrupa dillerinin doğaüstücülükten kurtularak uygarlık adımlarını sağlamlaştırdığı tezi, böylece anlamlı hale gelir.Sami dilleri ise, metafizik dünyayla olan temaslar nedeniyle itaat ve kölelik yanlısıdırlar.Değişime ve ilerlemeye kapalıdırlar.

Renan, dil gibi ontolojik bir olguyu ilkellik-medenilik bağlamında tartışarak önemli bir misyon icra etmiştir. Akademik çalışmalardan edindiği hiyerarşik perspektif, onun dilleri de organik-inorganik olarak tasnif etmesinin ve böylece dilin kutsalla olan ilişkisini yok saymasının metodolojik arka planını oluşturur. Seküler bilginin egemenliğinde oldukça hızlı bir “ilerlemenin” yaşandığı 19.yüzyıl Avrupa’sının çocuğu olan Renan’ın, dilin kutsalla olan ilişkisine indirdiği öldürücü darbeler, din/ler/in ilkel/arkaik/primitif bir doğaya sahip olduğu tezini güçlendirir.Renan’ın elinde dil, adeta bir laboratuar malzemesi olarak işlev görür.Ona göre Sami dillerinden(Arapça,Farsça,İbranice,Aramca) herhangi birini konuşan toplumlar, uygarlık adına hiçbir şey üret/e/memişlerdir  ve üretemezler.Uygarlık yolunda sahih adımlar atmanın yolu Hint-Avrupa dil ailesine dahil olmaktan geçer.Sami dilleri, bir nevi kısırlığa mahkum edilir.Üretmek, ancak doğurgan olan Hint-Avrupa dilleri için mümkündür tezi işlenir.Bu noktada Sezgin’in dillere olan vukufiyetine ve filolojinin tarihine ilişkin yaptığı tespitlere dikkat çekmek isterim.Doğu ve Batı dillerinden birçoğunu bilen Sezgin,dilbilim alanında Müslüman filozofların yaptığı çalışmaları gündemleştirerek Renan ve benzeri dilbilimcilerin Semitik diller için ortaya attıkları “terakkiye mani” iddiasını çürütür.(10) Henüz VIII.yüzyılda Arap-İslam kültüründe sosyal bilimler alanında gerçekleşen olağanüstü gelişmelere dikkat çeken Sezgin,hadis biliminin metodolojisinin oluştuğunu ve hukuk alanında hacimli külliyatların ortaya çıktığını beyan eder.Bir yandan İslam öncesi Arap şiirinin toplanıp yazılmasına diğer yandan gramer alanında yapılan çalışmalara da dikkat çeken Sezgin,ünlü dilbilimci Sibeveyh’e atıf yapar. Yazdığı gramer kitabıyla sonraki nesillere adeta bir başyapıt armağan eden bu dilbilimcinin gramer alanına getirdiği sistematiklik ve hacim oldukça kısa sürede gerçekleşen gelişimin işareti olarak değerlendirilir.(11)Semitik dillerin üretkenlikten uzak olduğu iddiasına Arapçanın yaklaşık yedi yüz yıl boyunca küresel iletişim dili olmasını delil getiren Sezgin’in hem Doğu hem de Batı felsefe ve bilim havzasından işaret ettiği yapıtlar Oryantalist literatürün filoloji yardımıyla tescillemeye çalıştığı “üretkenlikten uzak semitik dil” iddiasını yerle bir eder.

Hoca’nın Batı İslam dünyası değinisinde Endülüs oldukça önemli bir yer tutar. Çünkü Endülüs, kıta Avrupa’sında yaklaşık sekiz asır hüküm sürmüş ve oldukça zengin bir bilim-felsefe mirası bırakmıştır. Fizikte İbn-i Firnas,matematikte Macriti,cerrahide Zehravi,hadiste İbn Abdilberr,Milel ve Nihal alanında İbn-i Hazm,filolojide Batalyevsi,tıpta İbn-i Bacce,coğrafyada İdrisi,astronomide Batruci,usulde Şatıbi,tarih felsefesinde İbn-i Haldun felsefe/teolojide büyük sufi İbn-i Arabi ile işraki geleneğin önemli temsilcilerinden İbn-i Tufeyl,kelam/fıkıf alanında İbn-i Hazm ve İbn-i Rüşd ,seyahatname türünde İbn-i Battuta isimleri Hoca’nın da referansları arasındadır.Zahiri ve Batıni ekolün zirve isimleri olan İbn-i Hazm ve İbn-i Arabi’yi bağrında barındıran bir coğrafya olması, herhalde, Endülüs’ün çok kültürlü ve çok dilli doğasının neticesidir. Şiir, edebiyat, musiki ve mimari de ortaya konulan çaba olağanüstüdür.Kurtuba kadısı İbn-i Rüşt’ün ders halkasına her dinden,her mezhepten insanlar katılabilmektedir.Ders meclislerinde edebiyattan şiire,kozmolojiden musikiye kadar bir çok alanda değerlendirmeler yapılabilmektedir.Doğu’da ki başkentlerde yazılan eserler oldukça hızlı bir şekilde Endülüs’e ulaşmakta ve mütalaa edilmektedir.İbn-i Rüşt’ün Gazali’ye yazdığı “tehafüt”, etkileşimin boyutlarını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Bu zengin bilim-felsefe havzasına ait eserler Tolado’da Avrupa dillerine çevirilmiştir. Modern paradigmaya rehberlik yapacak bilgi bura/lar/dan devşirilecektir.Endülüsün bilim felsefe dili Arapçadır.Aralarında Lübnanlı Philippe Hitti’nin de olduğu bir çok tarihçi Endülüs’te Arapçanın Latinceyi geride bıraktığı ve kilise mensuplarının bu durumdan şikayetçi olduklarını dile getirirler. Örneğin İspanyol asıllı başpiskopos Alvaro’ya ait şu cümleler dönemin atmosferini anlamak açısından dikkate şayandır.”Benim Hıristiyan kardeşlerim Arapların şiir ve edebiyat eserlerinden büyük bir haz alıyorlar. Müslüman kelamcı ve feylesoflarının eserlerini,onları reddetmek değil,daha düzgün ve seçkin bir Arapça öğrenmek için tedris ediyorlar.Bugün kilisenin dışında Hıristiyanlığın kutsal metinlerine yazılmış Latince şerhleri okuyacak bir kimseyi bulmak ne mümkün.Kim İncilleri ve onların cüzleri olan peygamber ve havarileri bölümlerini okuyor.Heyhat!Yetenekleriyle temayüz etmiş Hıristiyan gençler Arapçadan başka bir dil ve edebiyat tanımaz hale geldiler.Onlar Arapça eserleri büyük bir azimle okuyor,büyük paralar harcayarak Arapça kütüphaneler oluşturuyor ve her yerde Arap(İslam)kültürünü övüyorlar.”(12)

Abbasiler döneminde ihdas edilen Beyt-ül Hikme’nin, tercüme alanında verdiği hizmetin benzerini, Endülüs havzasında Tuleytula(Toledo) yapacaktır. Müslüman düşünür/ilim adamlarının eserleri burada Avrupa’nın yerel dillerine çevrilecek ve yukarıda da değindiğimiz üzere Rönesans ve aydınlanmanın yolunu açacaktır. Tercümelerin toplumların düşünce/fikir ve eylem dünyası üzerinde yaptığı etkiye en güzel örnek Beyt-ül Hikme ve Tuleytula(Toledo) dır. Nitekim Fuat Hoca’da Toledo’nun bu etkisine sık sık vurgu yapar. Bu bağlamda Endülüs’ün yıkılışını işaret eden 1492’nin sıradan bir tarih olmadığını hatırlamak gerekir. Fuat Sezgin 1492’yi “Arap-İslam dünya gücünün nihai anlamda sonunun başlangıcını duyuran çan sesi “olarak niteler ve ekler “ 15.yüzyılın sonunda ve 16.yüzyılın başlarında Müslümanların uhdesinden olan Osmanlı, Safevi ve Babür imparatorluklarının küre ölçeğinde çok ciddi bir politik ve ilmi gücü söz konusudur. Fakat (1492 sonrası) Amerika’nın keşfi ve Portekizler’in Hint okyanusunda belirmeleri yüzünden, İslam dünyasının yeryüzünün eski meskun bölgesindeki merkezi coğrafik konumunu yitirmesiyle, mevcut güç ilişkileri daha uzun süre devam edemezdi.”(13) Ancak bilinmelidir ki, Afrika’yı boydan boya ilk defa Portekizliler geçmiş değildir. Fuat Sezgin Heredot’tan alıntı yaparak İ.Ö. 596-594 tarihleri arasında Fenikelileri’in Afrika’yı gemi ile dolaştıklarını söyler ve Portekizlilerin denizcilik biliminin kurucusu olduğunu iddia eden Batı merkezli söylenceyi reddeder. Yaklaşık 400 yıl Müslüman hakimiyetinde kalan bu Latin Avrupa ülkesinin öncülüğünde gerçekleşen deniz seferlerinin sömürgeci emellerini görmezden gelmek haksızlık olur.

Modernite 1492’den sonra mevzisini tahkim etmeye başlamıştır. Demokrasi, piyasa,gelişme,hoşgörü kavramları bugünkü içeriğine bu tarihten sonraki süreçte kavuşmuştur.Akdeniz’de Osmanlı-Memlük,Asya’da Babür ve Çin ,Türkistan’da Altınordu/İlhanlı,Afrika ve Amerika’da İnka-Aztek,Mali-Songhay medeniyetleri bu tarihin açtığı çığırdan doğrudan etkilenecek ve çoğu bütünüyle tarihten silinip gidecek, kalanlar ise Avrupa’da ortaya çıkan modern paradigmaya teslim olacaktır.Aslında Kıta Avrupa’sı XV.yüzyıl boyunca veba salgını,rakip prenslikler arasında sonu gelmez savaşlar,kilise dogmatizmi ve bu dogmatik kültürün kasvetli doğasından kurtulmak için düzenlenen karnavallar,akıl-iman çatışması,takva için çekilen eziyetler ve dinsel perhizlerle meşguldür.(14) Ancak XV.yüzyılın sonunda başlayan deniz seferleri tarihin akışını değiştirecektir. Kristof Kolomb ve Vasco de Gama öncülüğünde başlayan bu seferler, Kıta Avrupa’sına sıkıştırılan Hıristiyanlık için adeta hayat suyu olmuştur. Vasco de Gama’nın yola çıkış gerekçesi “ Doğu’daki Hıristiyanlarla birleşerek İslam egemenliğine darbe vurmaktır” . Din hala en güçlü motivasyon kaynağıdır.

Sonuç olarak denebilir ki,Fuat Sezgin’in olağanüstü çabası oryantalist söylemin mağlup edilmesinde oldukça etkili olmuştur.Şimdi ise yapılması gereken, kanaatimce, tarihin en hızlı küreselleşmesine imza atan Müslümanların başlangıçtaki heyecan ve meraklarında meydana gelen aşınmayı ortadan kaldırmaktır. Ancak bu şekilde Hoca’nın çabası meyve verebilir. İslam’ın ilk yıllarında manevi motivasyon ve ilim açlığının sonucu olarak öğrenme tutkusu oldukça güçlüdür. Bu tutku başka kültürlerle temas kurmayı önemser. Yarım asırlık bir süre zarfında Roma, Pers,İskenderiye,Maveraünnehir gibi havzalarla irtibata geçen Müslümanların bu havzaların birikimleriyle hiçbir komplekse kapılmadan kurdukları temas ilmi/entelektüel ortamın zenginleşmesine ve kozmopolit bir üst kültürün oluşmasına imkan sağlamıştır.Muhatabını tabiatın,evrenin ve kendisinin sırlarına vakıf olmaya çağıran İslam,Batı da olduğu gibi bilimin önünde engel olarak değil bilakis motive eden bir hususiyete sahiptir.Müslümanlar,tarih sahnesine çıktıktan yaklaşık sekiz asır sonrasına kadar bilgiye olağanüstü değer vermiş ve bilginin imtiyazlı kişiler elinde kalmamasına özen göstermiştir.Böylece dilbilimleri,doğa bilimleri,edebiyat gibi alanlar salt teolojik bağlama hasredilerek değil dünyevi boyut gözetilerek icra edilmiştir.İslam’ın bilgi felsefesi sistemi bilgiyi dünyevi-uhrevi gibi kategorilere mahkum etmediği için, Müslümanların hayatında dini-dünyevi ayrımı söz konusu olmadı.Bilgiyi bir bütün olarak kabul edip o bütüne hikemi perspektiften bakmayı öğrenmek,Sezgin’in bıraktığı yerden yürümenin ön koşuludur.

Son olarak Hoca’nın, İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı tarafından Almanca’ dan Türkçeye tercüme edilen ve 28.02.2024 tarihinde lansmanı yapılan Arap-İslam Bilimler Tarihi adlı 17. Ciltlik eserine kısaca değinerek bitirelim. Kısa adı GAS olan bu eser Arapçaya “Tarihu’t Turasi’l Arabi” Türkçeye ise “Arap-İslam Bilimler Tarihi olarak tercüme edilmiştir. Eserin hazırlık aşamasında Sezgin 60 ülkenin kütüphanelerini gezerek yaklaşık 400.000 yazma eseri taramıştır.(16) Ortaya çıkan nadide eserin muhteviyatı şöyledir:

I-IX Brill Yayınları (1967-1984)

  1. Cilt (1967) : Kur’an İlimleri,Hadis,Tarih,Fkıh,Kelam, Tasavvuf
  2. Cilt (1975) : Şiir

III.Cilt (1970): Tıp,Eczacılık,Zooloji,Veterinerlik

IV.Cilt (1971): Simya,Kimya,Botanik,Ziraat

V.Cilt (1974): Matematik

VI.Cilt (1978): Astronomi

VII.Cilt (1979): Astroloji,Meteoroloji

VIII.Cilt (1982): Leksikografi

IX.Cilt (1984) :Gramer

X.Cilt (2000) : Matematik ,Coğrafya,Haritacılık

  1. Cilt (2000): Matematik,Coğrafya,Har,tacılık

XII.Cilt (2000): Matematik,Coğrafya,Haritacılık

XIII.Cilt (2007) : Matematik,Coğrafya,Haritacılık

XIV. Cilt (2010): Beşeri Coğrafya

XV.Cilt( 2010): Beşeri Coğrafya

XVI:Cilt (2015) : Edebiyat Literatürü

XVII.Cilt (2015) : Edebiyat Literatürü (17)

 

Kamil ERGENÇ

NOT: BU yazı’m Umran Dergisi’nin 362. Sayısında aynı başlıkla yayımlanmıştır.

 

Dipnotlar

1-(Nasr’ın dikkat çektiği kavram “desakralizasyon”dur.Türkçeye laikleştirme olarak çevrilmiş.Ben “kutsalsızlaştırma” olarak kullanmayı tercih ettim.) Seyyit Hüseyin Nasr/Bilgi ve Kutsal/Çev.Yusuf Yazar/İz Yay./2.baskı/İstanbul-2001

2-Fuat Sezgin/İslam Kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri/Türkiye Bilimler Akademisi Forumu/Ankara-2004

3-(Haldun’un “mağluplar galipleri taklit eder. Çünkü onlarda kendilerinde olmayan bir yeteneğin olduğunu zannederler.” aforizmasından mülhem…) İbn-i Haldun/Mukaddime/Hazırlayan: Süleyman Uludağ/Dergah Yay./6.Baskı/İstanbul-2009

4-Fuat Sezgin/İslam Kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri/Türkiye Bilimler Akademisi Forumu/Ankara-2004

5-Fuat Sezgin/İslam Kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri/Türkiye Bilimler Akademisi Forumu/Ankara-2004

6- Oryantalizmin Batı’yla Doğu arasında ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayalı bir düşünme biçimi olduğu tezi, Said’in kitap boyunca temellendirmeye çalıştığı tezdir.   Edward Said/Şarkiyatçılık/Çev.Berna Ülner/Metis Yay./İstanbul-2013

7- A.G.E

8-Fuat Sezgin/İslam’da Bilim ve Teknik/Cilt-I/Kültür A.Ş yay.

9- Edward Said/Şarkiyatçılık/Çev.Berna Ülner/Metis Yay./İstanbul-2013

10- A.G.E

11- Fuat Sezgin/İslam’da Bilim ve Teknik/Cilt-I/Kültür A.Ş yay.

12-Prof.Dr.Ph.K.Hitti/Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi/Çev.Prof.Dr.Salih Tuğ/1.Baskı/İFAV Yay./2011-İstanbul

13- Fuat Sezgin/İslam’da Bilim ve Teknik/Cilt-I/Kültür A.Ş yay.

14-Jaques Attali/1492/Çev.Mehmet Ali Kılıçbay/İmge Yay./İstanbul-1999

 

 

 

 

 

 

Yararlanılan Kaynaklar

1- Fuat Sezgin/İslam’da Bilim ve Teknik/Cilt-I/Kültür A.Ş yay.

2-Fuat Sezgin/Bilim Tarihi Sohbetleri/Söyleşi: Sefer Turan/Timaş Yay./İstanbul-2014

3-Fuat Sezgin/İslam Kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri/Türkiye Bilimler Akademisi Forumu/Ankara-2004

4-Fuat Sezgin ve İslami İlimler/I.Ulusal Genç Akademisyenler Sempozyumu/Editör:Doç.Dr.Feyza Betül Köse/Samer Yay./K.Maraş-2019

5-Seyyit Hüseyin Nasr/Bilgi ve Kutsal/Çev.Yusuf Yazar/İz Yay./2.baskı/İstanbul-2001

6-Seyyit Hüseyin Nasr /İslam ve Bilim:İslam Medeniyetinde Pozitif Bilimlerin Tarihi ve Esasları/Çev.İlhan Kutluer/İnsan Yay./İstanbul-2006

7-İbn-i Haldun/Mukaddime/Hazırlayan: Süleyman Uludağ/Dergah Yay./6.Baskı/İstanbul-2009

8- Edward Said/Şarkiyatçılık/Çev.Berna Ülner/Metis Yay./İstanbul-2013

9-Prof.Dr.Ph.K.Hitti/Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi/Çev.Prof.Dr.Salih Tuğ/1.Baskı/İFAV Yay./2011-İstanbul

10-Jaques Attali/1492/Çev.Mehmet Ali Kılıçbay/İmge Yay./İstanbul-1999

11-Jack Goody/Rönesanslar/Çev.Bahar Tırnakçı/Türkiye İş Bankası Yay./İstanbul-2015

12-Jack Goody/Tarih Hırsızlığı/Çev.Gül Çağalı Güven/Türkiye İş Bankası Yay./İstanbul-2019

13-Bryan S.Turner/Oryantalizm,Postmodernizm ve Globalizm/Çev.İbrahim Kapaklıkaya/Anka Yay./2.Baskı./İstanbul-2003

14-Doğu-Batı Dergisi Oryantalizm Özel Sayısı I-II /Sayı:20/2002

15-Ali Karakaş/Hadis Oksidentalizmi ve Fuat Sezgin/Ensar Neşriyat/İstanbul-2018

16- Prof. Dr. Fuat Sezgin’in Arap-İslam Literatürüne Katkısı/Şeyma Nur Ünal/Yüksek Lisans Tezi/Ankara Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Arap Dili ve Belagati Bilim Dalı/Ankara-2020

17- Şeyma Nur Ünal a.g.t.

 

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir