Kamil Ergenç Yazdı: İslamcılığın 21.Yüzyıla Devreden Soru(n)ları

15.06.2023

İdeolojilerin devrinin kapandığı, meta anlatıların etkisizleştiği/nin iddia edildiği post-modern zamanlarda İslamcılık ideolojisinin 21.yüzyıla devreden soru(n)larını konuşmak kimilerince zaman kaybı olarak değerlendirilebilir. Ancak ben o kanaatte değilim. Çünkü İslamcılığın esin ve besin kaynağının vahiy bilgisi-nübüvvet pratiği ve bu bilgi-pratikle mütenasip düşünce mirasımız olduğuna inanıyorum. Demek ki hangi zaman diliminde yaşıyor olursak olalım vahiy bilgisi-nübüvvet pratiği ekseninde cari gerçekliğe müdahil olan her türlü çaba/ ceht İslamcılık dairesi içinde değerlendirilebilir. Böylece 19.yüzyılın başından itibaren sürekli kan kaybeden Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmak amacıyla aynı yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan cereyanlar arasında etki kapasitesi en yüksek olan İslamcılığı belli bir dönemle sınırlandırmayarak tarihin bütününe şamil bir duruşun adı olarak nitelemiş oluyoruz. Yani meseleyi sadece Osmanlı’nın yıkılışına engel olmaya namzet akımlar bağlamında değil, Müslümanların tarihinde küfre-zulme-tuğyana-nifaka-cehalete karşı mücadele ve mücahade perspektifinden ele almak gerektiğini izhar ediyoruz. Bu perspektifin ana akım akademik literatüre uygun olmadığının farkındayım. Akademik havzalar İslamcılığı modern döneme has bir ideoloji olarak tanı(mla)mayı tercih ediyor. Müslüman toplumların modern Batı’yla karşılaşmalarının sonucu olarak yaşadığı ağır askeri mağlubiyetlerin ve kültürel/ siyasi/ iktisadi/entelektüel sömürgeciliğin bir refleks olarak İslamcılığı doğurduğuna dair tez/ler akademik havzalarda daha makbul görünüyor. Bu alanda yetkin eserler veren İsmail Kara’ya göre İslamcılık “ XIX-XX. Yüzyılda İslamı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim …)”yeniden” hayata hakim kılmak ve akılcı bir metotla Müslümanları, İslam Dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten , hurafelerden kurtarmak, medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist ve eklektik yönleri baskın siyasi,fikri,ilmi çalışmaların,arayışların bütününü ihtiva eden bir düşünce ve harekettir.”(1)

Müslüman toplumlar tarihin belli dönemlerinde karşılaştıkları yeni durumları, yaşadıkları ağır buhranları aşmak için İslami referanslar temelinde çok yoğun, çok nitelikli çaba sarf etti. Hicaz Yarımadası’ndan çıkıp Sasani-Roma gibi kurumsallaşmış/okullaşmış kültürel havzalarla hiçbir komplekse kapılmadan yüzleşti, hesaplaştı ve onları aştı. Yüce İslam’ın insanın şahsiyetine/ferdiyetine verdiği değer, ilmi-entelektüel çabaya gösterdiği özen, bilgiye-hayata-tarihe-topluma tevhid(birlik/bütünlük) eksenli bakış/nazar bu yüzleşme-hesaplaşma sürecinin motor gücüydü bir bakıma. Bunun yanında Müslümanların inançlarına-itikatlarına olan güvenleri onları her nereye gittilerse kendilerini merkezde konumlandırmalarını, özne olmalarını sağladı. Aziz İslam’ın dinler arasında herhangi bir din değil, insanlık ailesinin felahına vesile olacak tek din; ahlaki tutum ve davranış örnekliği bakımından son Elçi(s.a.v)’nin tek önder olduğu hususunda tereddüt göstermemeleri ve inandıkları hakikatin temsil ve tebliğinde olağanüstü titiz davranmaları tarihin seyrini değiştirdi. Karşılarına çıkan köklü medeniyetlerin kurumsal/okullaşmış teoloji-felsefe-bilim gelenekleriyle vahiy ve nübüvvet bilgisine-pratiğine yaslanarak yüzleşmeleri, onların bünyelerine uygun olanları vermekten kendi bünyelerine uygun olanları ise almaktan imtina etmemeleri dönemin İslami küreselleşmesini sağlayan en önemli adımlardan biriydi. Şayet ana istinatgahlarına sadakat göstermeseydiler-yani mutlak hakikat olan vahiy bilgisi ve onun pratiği olan nübüvvetle rabıtalarını güçlü tutmasaydılar- bu alışveriş süreci çok büyük sorunlara yol açacaktı. İlme/alime/entelektüel çabaya verilen kıymet o kadar büyüktü ki savaş ganimeti olarak kitap talep edil(ebil)iyordu. Bu İslamcı duruşun bıraktığı miras bugünkü soru ve sorunların aşılmasında ilham kaynağı olabilir.

Bu bağlamda İslamcılığın tarihsel seyri içinde modern döneme ayrı bir başlık açmak ve İslam dünyası toplumlarının  halihazırdaki durumu cihetinden müstakil bir değerlendirme yapmak gerektiği kanaatindeyim. Tarihe adeta bir tusunami dalgası gibi giren ve çok kısa bir sürede İslami küreselleşmeyi gerçekleştiren (yani mübarek İslam’ın beyan ettiği hakikatten ilham alan bir sosyal gerçekliği bütün boyutlarıyla ikame eden), farklı kültür havzalarının teolojik-felsefi-bilimsel mirasını aşan, Haçlı-Moğol saldırılarıyla büyük bir sarsıntı yaşamasına rağmen o güne kadar inşa ettiği sosyal gerçekliğinin yıkılmasına müsaade etmeyen İslamcı duruş ne oldu da modern paradigma karşısında zaafa düştü? Bu paradigmayla barışma / uzlaşma anlamına gelen Tanzimat Fermanı’nı eksene aldığımızda diyebiliriz ki, yaklaşık iki asırdır devam eden modernleşme tecrübemiz içinde İslamcılık kendi özgünlüğü-derinliği ölçüsünde “paradigma dışı” bir mücadele hattı oluşturamadı. Onun yerine modern değerler sisteminin kavramsal ve kurumsal çerçevesine İslami bir renk vermeyi(!) tercih etti. Ancak bugünden geriye baktığımızda görüyoruz ki batı modernleşmesi Hıristiyanlığın tarihsel tecrübesinden bağımsız değil… Aynı tecrübeyi yaşamayan toplumların burada üretilen bilgiyi sanki “nötr”müş gibi kabul ederek ithal etmesi telafisi mümkün olmayan bir sapmaya yol açabilir(hatta açmıştır). Veya ilgili toplumun burjuva Protestan kodlarla techiz edilmesine sebep olabilir(hatta olmuştur).  Paradigma dışı mücadelenin neden inşa edil(e)mediği hakkında tefekkür etmeye mecburuz. 20.yüzyılın son çeyreğinde İran’da medrese öncülüğünde gerçekleşen inkılabın – her ne kadar bu inkılab şimdilerde taş kafalı mollalar eliyle ulus devletçi bağlama hapsedilse ve merhum Şeriati’nin tespitiyle “Safevi Şiiliği” ni diriltmeye uğraşsa da- özgünlüğüne işaret etmek gerekiyor. Öte yandan merhum Seyyid Kutub’un modern paradigmayı cahili değerler sistemiyle eşitleyen, yani İslam’la telif edilmesi mümkün olmayan bir olgu olarak tespit edip “epistemolojik bağımsızlığa” davet eden, çabasını da takdir etmek gerekiyor.  Türkiye özelinde ise emsalleri arasında en özgün duruşa sahip olan Said Halim Paşa’ya dikkat çekmek gerekir. Lakin bu duruş ne yazık ki kamusal bilince dönüşmemiştir. Paşa’nın Osmanlı ve Batı dünyasının sosyal düzenine, tarihsel tecrübesine ve inanç/itikat değerlerine ilişkin tespitlerinin İslamcı ideolojinin özgünlüğü bağlamında oldukça önemli olduğunu söylemek mümkündür. Avrupa’nın Hıristiyanlık özelinde geçirdiği evrelerin İslam’ın sosyal düzeniyle bir tutulmaması gerektiğine dair vurgusu, üzerinden bir asır geçmesine rağmen, hâlâ canlılığını korumaktadır. İktidar ilişkilerinin Batı’da öncelikle kilisenin manevi nüfuzu, sonra maddi krallık ve ulus devletleşme şeklinde evirilmesi Batı sosyal düzeninin de bu evrime uygun olarak şekillenmesine sebep olmuştur. Toplumların hakikat algılarının onların sosyal gerçekliğine nüfuz edici olduğu inkâr edilemez. Hangi inanç siteminden olursa olsun hakikat telakkisi insan, evren, tarih, toplum, siyaset gibi olguların şekillenmesinde belirleyici ve tayin edici bir özelliğe sahiptir. Budist öğretinin kast sistemine, Konfüçyüs geleneğinin tanrı-kral algısına, Protestanlığın kapitalizme yatkınlıkları görmezden gelinemez.

Bu bağlamda bugün için İslamcılığın önünde çözüme /vuzuha kavuşturulmayı bekleyen en büyük problem modern (şimdilerde postmodern) değerler sisteminin kavramsal ve kurumsal çerçevesinin (hayat tarzı ve dünya görüşünün) İslam’la telif edilip edilmeyeceğine karar ver(il)mesidir. Şimdiye kadarki yaklaşım (kimi küçük istisnalar dışında) modern paradigmanın tarihin seyri içinde zorunlu bir uğrak noktası olduğu, bu noktanın inşa ettiği siyasi-iktisadi-sosyolojik-hukuki-bilimsel ve sair yaklaşımların dışında kalmanın mümkün olmadığı, Batı dışı tüm toplumların bu noktayı merkeze alarak kendilerine çeki düzen vermeleri gerektiği şeklindeydi. Ancak 19.ve 20. Yüzyıl tecrübesi gösterdi ki batı modernleşmesi tarihsel bir zorunluluk değil bilakis insanlık tarihindeki en büyük, en korkunç, en yıkıcı, en barbar sapmadır/inhiraftır. Dahası bir projedir… Batı modernleşme tecrübesini kendi bünyesine aktarmak isteyen toplumlar kaçınılmaz olarak bu sapmanın/inhirafın acı meyvelerini tattılar ve (şayet vazgeçmezlerse) daha kötüleriyle de karşılaşacaklar.

Türkiye özelinde İslamcılık batı modernleşmesini ya teknik-ahlak ayrımı ekseninde tekniği alıp ahlakı almamak tutumuyla karşıladı ( ki bunu ne kadar başardığı ayrı bir tartışma konusudur)  ya da Japonya (II.Dünya savaşından sonra ise Amerika) örneğini öne çıkararak muhafazakar modernleşmenin imkanlarını zorladı. Ancak her iki durumda da bünye kan kaybetmeye devam etti/ediyor. Çünkü batı modernleşmesi bir bütündü(küll) ve epistemolojik referansları antik Yunan-Roma-Hıristiyanlık üçlüsüne istinat ediyordu. Dolayısıyla onun sosyal-siyasal-iktisadi-bilimsel gerçekliği de bu referans sistemlerinden esinlenmişti. Sözünü ettiğimiz bu epistemolojik referanslarda “çatışma” merkezi öneme haizdir. Başta tanrı ve insan olmak üzere insan-insan, insan-tabiat, kadın-erkek, baba-evlat, devlet-birey,işçi-patron sürekli bir çatışma halindedir.

Sözünü ettiğimiz bu çatışma ilerlemenin muharrik gücü olarak kabul edilir.Hümanizm düşüncesi buradan ilham alır. Gerçek anlamda birey olmanın yolu tanrıyla kavgadan geçer bu düşünceye göre… Din insanı sınırlandıran, özgürlüğünü elinden alan bir olgudur… Böylece tanrı ile insan arasında ilelebet sürecek bir düşmanlık varsayıldı. Tanrı insanın düşmanıydı çünkü bilgi ateşini ondan saklamıştı. Ne zaman ki insanı yaratan tanrı prometeus bu ateşi Zeus’tan çalıp insana ulaştırdı o zaman insan özgürlüğüne kavuştu, aydınlandı. Zeus-prometeus çatışması/kavgası hümanizmin esin kaynağıdır. Çatışma, Batı modernleşmesinin ana omurgası olarak işlev gördü,görmeye de devam ediyor.(Savaşın ilerlemeye vesile olan bir endüstri olarak işlevsel kılınmasını bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.)Katolikliğin ultra-dogmatik, ultra-denetimci,ultra-ceberrut doğasına karşı Protestanlık yerelin imkanlarını kullanarak büyük bir kavga vermek suretiyle tanrının temsilcilerinden intikam aldı. İslam dünyası toplumlarının tarihinde ise ne tanrı temsilciliğine soyunan din adamları sınıfı, ne bilgiyi saklayan yönetici elitler ne de insana düşman bir tanrı tasavvuru söz konusuydu. Alemlerin rabbi olan Allah(c.c) hakikatin bilgisini bizzat kendisi bahşediyordu insana… İnsanlar arasından seçtiği kullar aracılığıyla da bu hakikatin nasıl temsil ve tebliğ edileceğini öğretiyordu. Demek ki Batının Zeus’tan mülhem insan düşmanı,ceberut,çatık kaşlı, korkutucu, despot  tanrısına karşın İslam’ın tanıttığı İlah müşfik,olağanüstü merhametli,latif ve hadi(hidayet edici/doğru yol bilgisini veren) idi.Binaenaleyh burada çatışma değil Allah(c.c)’tan insana lütuf, insandan Allah(c.c)’a ise dua/tazarru/teşekkür/kulluk söz konusudur.  Bu iki farklı dünyanın hayata bakışı, sosyal-siyasal-iktisadi-hukuki vb. alanlara ilişkin tasavvuru da doğal olarak farklı olacaktır.  

Ancak bütün bu farklılıklara rağmen halkı Müslüman beldelerin büyük bir kısmı Hıristiyanlık içi gerilimin sonucu olarak projelendirilen modern paradigmayla barışık (ya da uzlaşı halinde) yaşamaya ikna edildi. Bu ikna sürecinde sömürgeciliğin etkisi olduğu kadar Müslüman entelektüellerin ve bürokratların uzlaşmacı, senkretik tutumları da önemli ölçüde belirleyiciydi. Tanzimatla birlikte ulema damarı kesilen Türkiye gibi ülkelerde uzlaşmanın yerini zamanla entegrasyon aldı. Asırlarca Müslüman toplumların önderliği makamında bulunan ulemanın etkisizleşmesi ilmi otoritenin kaybı anlamına geliyordu. Bu kaybın ardından toplumsal önderlik üdebaya(ediplere/edebiyatçılara) geçti. Üdeba ise meseleyi epistemolojik referanslar bağlamında ele alabilecek yetkinlikte değildi. Bir kısmı doğu-batı farklılığına işaret ederek her iki dünyanın inanç-kültür kodları bakımından birbirine benzemediklerine dikkat çektiler, uyarılarda bulundular. Bu iki dünyanın farklı tasavvur biçimlerine sahip olduklarının farkındaydılar ancak bunu nasıl formüle edeceklerini bilmedikleri gibi İslami bilginin nasıl üretileceğine hususunda vukufiyet sahibi değillerdi. Edebiyatın kendine mahsus iklimi içinde, büyük ölçüde kendi benmerkezcilikleriyle uzlaşarak, sözlerini söylemeye gayret ettiler. Örgütlü-sistematik-cemaat eksenli bir mücadeleye dahil ol(a)madılar. Üdebanın diğer bir kısmı ise “beyaz adamın” gönüllü hizmetkarı olmayı kabul etti. Kendileri gibi düşünen bürokratları (devlet gücünü) yanlarına alarak “garb medeniyetine” iltica etmenin zaruretine kamuoyunu ikna etmeye çalıştılar.   

Esasında İslam’ın bütünleyici-birleyici-tevhidi perspektifiyle modern paradigmanın parçalayıcı-çatışmacı-müşrik karakterinin uzlaşması mümkün değildi. Ancak Türkiye özelinde gelinen nokta itibariyle modern paradigmaya entegrasyonun sağlandığını , hatta İslam’ın bu entegrasyonu onaylaması için, bizzat Müslümanlar tarafından, olağanüstü çaba gösterildiğini görmek büyük bir trajediye işaret ediyor. Demek ki bugün itibariyle İslamcılığın en mühim vazifesi bu entegrasyonun “batıl”lığını izhar etmesi ve modern değerler sisteminin “şirk kültürü” ne kaynaklık ettiğinin Müslüman toplumun bilincine kazınmasını sağlamaktır. Eşanlı olarak paradigma dışı mücadelenin yol haritasına dair de çok yoğun çok nitelikli çalışmalara öncülük etmesi gerekmektedir.  Aksi taktirde sadece Türkiye için değil modern değerler sistemine uyum sağlayan bütün toplumlar için haysiyetli bir gelecekten söz edilemeyecek.

İslamcılığın önündeki ikinci büyük problem etnik ve mezhebi bencillikler olarak zikredilebilir. 20. Yüzyılın başında imparatorlukları parçalayarak ulus-devlet belasını icat eden ve bu icadını İslam dünyasına da ithal etmeyi başaran burjuva Protestan medeniyeti, etnik bağnazlıkları normalleştirdi. Bu bağnazlıklar arası çatışmayı filoloji-arkeoloji-antropoloji gibi disiplinlerden edinilen verilerle besledi. Akabinde ise kendisini hakem kıldı. Türk-Kürt-Arap-Fars arasındaki etnik bağnazlıklar devam ettikçe “beyaz adam” semirdi. Hazin bir şekilde İslam dünyası toplumları etnik bağnazlıkları içselleştirdi ve bunu  “milliyetçilik” gibi albenili bir ambalaja sardı. Bağımsızlığın ancak ve ancak milliyetçiliğe yaslanarak mümkün olacağına inan(dırıl)dı. Oysa ki hiçbir milliyetçilik anti-emperyalist/anti-kolonyalist olamazdı çünkü epistemik referansları beyaz adamınkiyle aynıydı. Yani beyaz adamın bahçesinde yetiş(tiril)miş, onun toprağında boy vermiş, tohumu ona ait bir ideolojiydi milliyetçilik. Katolik evrenselciliğinin mağlup edilmesi için Protestanlar tarafından öne çıkarılmıştı. Aynı dilin konuşulduğu (belli bir etnik topluluğa ait) sınırları belli bir toprak parçası üzerinde Katolik buyrukların egemen olmadığı ulus inşası böyle gerçekleşti. Kiliseler bile millileşti. Her ulus kendi kilisesini inşa etti ve üzerine bayrağını astı. İslam dünyası toplumları da ulusal bilince eriştikçe ümmetten(ümmet bilincinden) koptu. Kendisiyle efsunlandı. Tarihi kendisiyle başlattı. İslam’ı ulusal bilincine uygun olarak yorumladı (yani araçsallaştırdı)… Türk İslam’ı, Kürt İslam’ı, Arap İslam’ı, Fars İslam’ı, Mağrip İslam’ı gibi bölgesel- etnik yorumlarla mücehhez yaklaşımlar öne çıktı. Müslümanların düşünsel birikimi bile bu yaklaşımlara göre kategorize edildi. Türkler için Hanefi-maturidi, Kürtler için şafi-eşari, Araplar için Hanbeli-selefi,  Farslar için Şii-mutezili gelenek öne çıkarıldı ve bunların birbirleriyle irtibatı zayıflatıldı. Yüce İslam’ın hak-batıl mücadelesi eksenli tarih perspektifi yerine milli tarih yorumları terviç edildi. Türkiye özelinde son yıllarda sık kullanılan “yerlilik ve millilik” sloganlarını da bu bağlamda değerlendirmek gerekir. İran’ın her geçen gün Safevi Şiiliğine avdet etmesi, Mısır’ın Kıpti-Arap geçmişine sürekli atıf yapması, Suud’un Mekke ve Medine’ye ev sahipliği yapmaktan ötürü kendisini merkezde konumlandırmaya ve vehhabiliği ihraç etmeye dönük adımları ümmet bilincinin yara aldığının işaretleri olarak okunabilir. İslamcı ideoloji bu etnik-mezhebi bağnazlıkların aşılması için inisiyatif almak ve ümmet bilincinin tahkim edilmesine dönük çabalara yeniden hız vermek zorunda. Sözünü ettiğimiz İslam dünyası toplumlarının entelektüel-alim kadrolarıyla işbirliği yaparak, halkların birbirlerine karşı önyargılarını izale etmek ve etnik-mezhebi aşırılıklardan kaynaklı kan kaybının önüne geçmek gerekiyor…

Kaldı ki küresel sistem artık ulus devletlerden de hazzetmiyor. Bu yapıları pazarın-şirketokrasinin egemenliği için tehdit olarak görüyor. Parçalayıcı-çatışmacı-müşrik karakterli bu sistemle ancak ümmet bilincine yatırım yaparak mücadele edilebilir. Aksi taktirde ulus devletlerin dayanma şansı yok. Post modern şirk kültürü, ulus altı grupların (bunlara dezavantajlı gruplar da deniyor) yasal güvenceye kavuşturulması için olağanüstü çaba gösteriyor. Mikro milliyetçilikleri terviç ediyor. 20.yüzyılda demokrasi ve insan hakları klişelerine yaslanarak meşrulaştırdığı sömürgeci müdahalelerini şimdi “cinsel serbestlikler” ,” kadın hakları” ,”hayvan hakları” klişeleriyle veya alt kültür gruplarının “hak”larının savunulması amacıyla gerçekleştirmek istiyor. Türkiye bu müdahaleleri aşmak için şimdilik yerlilik ve millilik klişelerine sığındı. Ancak bunlarla direnemez. Hatta daha fazla kan kaybede(bili)r. Çünkü bu klişelerin epistemik referansı da burjuva Protestan kültür kodlarıdır. Dolayısıyla İslam’ a hicret etmekten başka çare görünmüyor. Modern/post modern paradigmanın İslam’ın ruhuna bütünüyle yabancı olduğu, bu paradigmadan esinlenen bütün tasavvur biçimlerinin, kavramsal çerçevelerin felaha değil inhirafa sebep olacağı, esas yapılması gerekenin İslami referanslar temelinde bir bilgi-tarih-zaman-mekan-toplum-devlet-siyaset-iktisat-bilim tasavvuru inşa etmek (yani epistemolojik bağımsızlık savaşı başlatmak) olduğu, bununsa uzun erimli ve zahmetli bir çaba gerektirdiği,bu çabanın ilmi-entelektüel bağımsızlık olmadan inşa edilemeyeceği gerçeğini artık daha güçlü bir şekilde dile getirmeli İslamcılık…

Tanzimattan bu yana muhafazakarlık-sağcılık-solculuk-milliyetçilik vb. isimler altında süregelen modernleşme serüvenimizin Müslüman bilincini tarumar ettiği,onu iki arada bir derede (ne doğulu ne batılı olan) amorf bir kimliğe/kişiliğe icbar ettiği ve halihazırda yakinen müşahede edileceği üzere modern/post modern değerler sistemine tam entegrasyona sürüklediği, İslam’ı ise manevi bir tatmin vasıtasına indirgeyip ulusal bilincin stepnesi olmaya zorladığı ayan beyan ortadadır. İslamcılık ayan beyan ortada olan bu gerçekliğin farkında olan bir toplumsal-siyasal hayatın inşasında rol almak mecburiyetindedir. İslam’ın siyasal ufku ve derinliği üzerine yoğunlaşmak, Müslüman toplumları siyasal özne olmaya davet ve ikna etmek, İslam-siyaset ilişkisini “siyasal İslam” terkibi aracılığıyla kriminal bağlama hapseden Avrupa merkezci sosyal bilimler perspektifinden teberri edip demokratik-liberal-çoğulcu (pluralist) söylemlerin efsunundan kurtularak  mübarek İslam’ın ilke ve prensiplerinden ilham alan bir siyasal modeli insanlığın gündemine taşımak İslamcılığın boynunun borcudur. Halihazırda cari siyasal sistemin bütün kavramları Fransız İhtilali esinli olmasına, yani Hıristiyanlık içi gerilimin izlerini taşımasına (demek ki Hıristiyanlığın yeni bir versiyonundan ilham almasına, yani “dini” bir içerik taşımasına) rağmen eleştiri konusu olmazken; Museviliğin (tevratın) ilham verdiği Siyonizm bütün barbarlığına rağmen musevilik-siyaset ilişkisi tartışılmazken, her nedense, İslam’dan esinlenen bir siyasal model önerisi söz konusu olduğunda başta yerli “beyaz adamlar ve kadınlar” olmak üzere büyük bir itiraz dalgası yükselmektedir. İslam’ın kendine özgü(n) siyasal bir model üretemeyeceği algısı Müslümanlar arasında bile öylesine güçlü ki, beyaz adamın bir şey yapmasına gerek kalmıyor. 21.yüzyıla “muhafazakar demokrasi” ile giriş yapan Türkiye bu terkibe yaslanarak bir yandan geleneksel kodlarını muhafaza ve ihya etmeyi (ki bu kodların Osmanlı-Selçuklu esinli olduğunu söyleyebiliriz) murat ederken, diğer yandan modern dünyanın aldığı yeni şekle demokrasi aracılığıyla intibak etmeyi arzuluyordu. Sözünü ettiğimiz terkibin epistemik referansı burjuva Protestan kültür kodları olduğu için ürettiği sosyal gerçeklik te bu referansa uygun olarak tecelli etti. Muhafazakarlık aracılığıyla İslam sulandırıldı, aşındırıldı, pörsütüldü ve araçsallaştırıldı. Demokrasi aracılığıyla ise ülkemiz “açık toplum” (yani üzerinde her türlü operasyonun yapılabildiği, kırmızı çizgileri olmayan, esnek-akışkan kimliklerin arz-ı endam ettiği, konfor alanına halel gelmemesi koşuluyla başında kimin olduğunu sorun etmeyen,yersiz-yurtsuz kişilerin yuvası) olarak konumlandırıldı ve şirketokrasi düzeninin yutabileceği kıvama ge(tiri)ldi. Bu sürece direnmek için devlet katında alınan önlem ise, yukarıda da zikrettiğimiz üzere, yerlilik ve millilik klişelerine sığınmak oldu. Son birkaç yıldır ise 1990’lı yılların sonunda tarih sahnesinden çekilen Kemalizme (bir kurtuluş ideolojisi olarak) avdet etme durumu söz konusu. Bu ideolojinin anti-emperyalist ve millici olduğuna dair yanıltıcı argümanlar Mao esinli kişiler/gruplar ve neo-faşist yapılar aracılığıyla tedarik ediliyor. Muhafazakar demokrasiyle Kemalizmin imtizacından nasıl bir Türkiye doğacağını tahmin etmek güç değil. İslamcılık, anti-emperyalizm söyleminden güç devşirmeye çalışan bu ideolojik sapmaların bünyelerinde barınan gayr-ı İslami unsurları deşifre etmek ve bu ülkenin varlığını İslam’a borçlu (yani dar-ül İslam) olduğunu izhar etmekle de mükelleftir.  

NOT: Bu yazı’m Umran Dergisi’nin 342.sayısında aynı başlıkla yayımlanan metnin gözden geçirilmiş halidir.

1-İsmail Kara/Müslüman Kalarak Avrupalılaşmak/Dergah Yay./ 3.Baskı/ Syf.16/ İst.2019

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Kamil Ergenç’in Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.