15.07.2024
Türkiye’nin hariciye, eğitim, iktisat politikalarını bir yılan takip etseydi (herhalde) beli kırılırdı. BU kadar kıvraklık bir devlet için hayra alamet değil. (Elbette o devletin maiyetindeki toplum için de…) Devlet, örgütlü akıldır. (Cem olmuş akıl da den/ebil/ir.) Bu aklın çıktısı hikmettir ki hükümet ile aynı köktendir… Bu akıl kolay kolay hata yapmaz, yanılmaz. ( Ya da daha az yanılması ve hata yapması beklenir.) Çünkü en nitelikli bilgiye sahiptir ve yetkin kişilerle istişare ederek karar alır… Bilir ki aldığı karar/lar milyonları etkileyecektir. Kırk düşünür bir söyler… Acele etmez, gaza gelmez, hamasetin ve popülizmin ayartısına kapılmaz… (Ciddi devletler böyledir.)
Lakin bizde devlet, henüz ergenlikten çık/a/mamışlara mahsus bir toylukla malül sanki… Dile getirmekten tarifsiz bir haz aldığımız “bin yıllık devlet geleneğimiz” söylemi acaba bir klişeden mi ibaret? (Bu soru cümlesindeki acaba “zaid” olabilir mi?) Ne zaman ne yapacağı belli olmayan, etrafına güven telkin etmeyen, aşırı duygusal, öngörüsü ve uzgörüsü zayıflamış, günübirlik yaşayan, müsrif, manipülasyona açık, insan öğüten bir aygıt adeta (bizde devlet)… Bu durumda inkarı mümkün olmayan bir gerçekliktir kaht-ı rical (devlet adamı kıtlığı)… Parti ile hükümet, devlet adamı ile parti adamı, bürokrat ile trol, entelektüel ile uzman, kurumsal hafıza ile bireysel hafıza arasındaki farkı fark etmekten acizlerin elinde güzel ülkemiz, yıllarca boğuşacağı büyük bir belirsizliğe/kaosa itiliyor (hatta itildi.) Gerçi son iki asır boyunca hep böyleydik… Yeni değil yani yaşadıklarımız… Aklımızı başımıza almazsak daha beterleriyle karşılaşmamız da mümkün…
Türkiye’nin aradan geçen on üç yıldan (ve artık geri dönüşü mümkün olmayan bir yola girildikten) sonra Suriye Devletini muhatap almaya dönük adımları ülkemizde devlet aklının ya işlemediğini ya olmadığını ya da çok zayıf olduğunu gösteriyor. Ki bu ihtimallerin hepsi büyük bir probleme işaret eder. Şayet bir devlet aklına sahip olsaydık vaziyetin bu noktaya evirileceğini (ön)görebilirdik. Ama göremedik… Bilinçli bir körlük müydü bu? Bu noktada bir soru soralım: Suriye’de iç savaşın ayak sesleri duyulmaya başladığında Nusayrilikle, Lübnan Hizbullahı’yla, İhvan’ın Suriye Koluyla, bugün Rojova denen (Suriye Kürdistanı’nın) demografik-siyasi-ideolojik yapısıyla, İran-Suriye ve Rusya-Suriye arasındaki stratejik ortaklıkla, Fransa’nın Suriye ve Lübnan’daki nüfuzuyla ilgili hariciyemizin elinde dört başı mamur bir bilgi var mıydı? Olup bitenlere bakınca bu soruya evet yanıtını vermek güç.
Gelinen noktada sorumluluk (başta Ahmet Davutoğlu olmak üzere) birkaç bürokratın üstüne yıkıldı. Böyle durumlarda devlet aygıtının yukarıdan aşağıya ilgili bütün unsurlarıyla mesul olduğu, kararların belli bir hiyerarşi dahilinde alınıp uygulandığı (her nedense) unutuldu. Birileri günah keçisi ilan edildi ve fakat hiyerarşinin en tepesinde olan/lar özenle korundu…(1)
Suriye’nin istikrarsızlaştırılmasıyla ilgili çalışmalar Bill Clinton’ın başkanlığı döneminde başlamıştı. Merak edenler 2007’de kaleme alınan 2009’da ise Küre Yayınları tarafından Türkçeye tercüme edilen “İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası” adlı esere bakabilir. Demem o ki küresel sistemin Suriye’yle ilgili planları yeni değil… Organik tarım yapılacak gerekçesiyle 2010’da Türkiye-Suriye sınırındaki mayınları temizleme kararı alındığında, bir yıl sonraki yoğun göç hareketliliğinin hazırlığı yapılıyordu aslında. O zamanlar yeni bir Sykes-Picot planlandığı gerçeği ustalıkla gözden kaçırıldı. Gelinen noktada organik tarım yapılmadığı gibi yeni sınırlar oluştu… NATO’nun 1991’de Sovyetler dağıldıktan sonraki yeni konsepti arasında, Ortadoğu’da İsrail’den daha güçlü bir devlet ya da devlet dışı yapının oluşmasına mani olmak ta vardı. Elbette zımnen…
Suriye İslami Cihad’a ve Hamas’a ev sahipliği yapması ve İran’ın (özellikle Hamas,İslami Cihad ve Lübnan Hizbullahını) Suriye üzerinden lojistik-istihbari olarak desteklemesi bakımından 1990’lı yılların ikinci yarısından beri hedefteydi… Hamas’ın ve Lübnan Hizbullahı’nın bugün ulaştığı askeri kapasitede İran’ın bu desteğinin yeri hayatidir. Bu iki örgüt Mısır-Ürdün-Suriye-Suud gibi ülkelerin yapamadığını yaparak İsrail’e tarihinin en büyük hezimetini yaşatmış dahası İsrail’i varoluşsal bir krizle yüz yüze getirmeyi başarmıştır. Türkiye hariciyesi Suriye iç savaşı başladığında ya bütün bunlardan habersizdi ya da haberliydi ve NATO üyesi bir ülke olarak üzerine düşeni (kendisine tevdi edilen vazifeyi) bihakkın yerine getirdi. Ben (yukarıda da dikkat çektiğim üzere) “yeterince haberli” olmadığını bu nedenle NATO konseptine (aslında Amerikancı perspektife) sadık kalmayı yeğlediğini düşünüyorum. Bilgisizlikten kaynaklı mecburiyet…
Pekiyi şimdi ne olacak? İtiraf etmek zor ve acı olsa da Suriye diye bir yer yok artık… Ülke fiili olarak üçe bölünmüş… Esed sadece Şam-Lazkiye civarında (o da İran-Rusya desteğiyle) hakim. Kuzey Suriye/Fırat’ın doğusu (Rojova), ki Suriye’nin üçte birlik kısmı burası, PYD/SDG ‘nin elinde ve burayı Amerika himaye ediyor. Fırat’ın batısındaki Afrin-El Bab-Cerablus-İdlib gibi şehirler ise Türkiye’nin kontrolünde… Demografik yapı etnik ve mezhebi olarak şehir/bölge merkezli bölünmüş … Türkiye’nin kontrol altında tuttuğu yerlerdeki Kürtlerin büyük çoğunluğu Rojova’ya geçti (geçmek zorunda kaldı da diyebiliriz.) Sünni muhalif Araplar ve Türkmenler Fırat’ın Batısında kaldı. Böylece Fırat’ın batısındaki Sünni muhalif Araplar ve Türkmenler Türkiye’nin, Şam-Lazkiye’deki Nusayriler İran ve Rusya’nın, Fırat’ın doğusundaki Kürtler ise ABD’nin himayesine girdi… Rojova (Fırat’ın doğusu) otonomisini(özerkliğini), resmen olmasa da, ilan etti. Hatta seçim yapılacaktı fakat Türkiye’nin baskısıyla (şimdilik) ertelendi. Şam-Lazkiye’de zaten Esed rejimi var. Diğer yerlerden farklı olarak Hatay’ın hemen dibindeki İdlib, Kafkasya-Doğu Türkistan-Avrupa-Çeçenistan-Türkiye gibi ülkelerden gelen İŞİD-El Kaide tandanslı gruplar tarafından yönetiliyor. Burası büyük ölçüde Amerika-Türkiye ortaklığıyla kontrol ediliyor. İlginçtir dünyanın dört bir tarafına “cihad” için koşan bu savaşçılar hemen yanı başlarındaki Gazze için aynı hassasiyeti göstermiyor. Neden acaba? Bu sorunun ardına düşmek İŞİD-El Kaide gibi örgütlerin menşei, menbaı, mahreci ve maksadı hakkında zihinsel berraklık sağlayabilir.
Türkiye, “teröristan” kurdurmayacağız derken Amerika himayesindeki Rojova’yı kastediyor bilindiği üzere… Esed’le yakınlaşmasının en önemli sebeplerinden biri bu… Diğeri sığınmacılar… Türkiye, Esed’le işbirliği yaparak Rojova’nın lağvedilmesini, işlevsizleştirilmesini ve/veya sınırının 30-40 kilometre ötesine taşınmasını murat ediyor. Çünkü Rojova’daki özerk yapının kendisi için tehlike yaratacağını (ileride Güneydoğu’nun da aynı taleple başını ağrıtacağını) zannediyor. Yani bölünme korkusu yaşıyor…
Rojova, Amerika’nın himayesinde, özerkliğini tesis etti. Ulusüstü şirketlerle petrol anlaşmaları yapıyor… Bu saatten sonra Türkiye orayı lağvedebilir mi? Kanaatimce zor… Çünkü takriben iki milyon insanın mukim olduğu devasa ve diğer bölgelere nazaran daha sakin (görece daha düzenli) bir coğrafyadan bahsediyoruz. Dahası burayı kontrol eden SDG (Suriye Demokratik Güçleri), PKK’dan farklı olarak, “yerleşik/kentli” bir yapı… 2015 de Kürt-Arap-Yabancı milis-Ermeni-Türkmen ve Çeçen gruplardan müteşekkil bir yapı olarak kuruluyor. 2019 verilerine göre Suriye petrol-doğalgaz havzasının %28 ‘ini kontrol ediyor. İşbirliği yaptığı PYD, vaktiyle İŞİD’e karşı savaştığı için özellikle Avrupa-Amerika-Rusya nezdinde oldukça muteber… Bu itibarı uluslararası meşruiyet için kullanıyor… Şimdiye kadar Esed’le de büyük ölçekli bir gerilim yaşamadı. Hatta Esed bilerek ve isteyerek Rojova’yı PYD’ye terk etti desek yeridir. Türkiye’nin hem ÖSO’ yla hem de İdlib’deki İŞİD-El Kaide unsurlarıyla yakınlığı “teröristan kurdurmayacağız” söylemini etkisiz kılıyor. Suriye iç savaşı başladıktan sonra Türkiye, PYD lideri Salih Müslim’i, Esed’e karşı ortak mücadele için birkaç kez Ankara’da ağırladı. Ancak istenilen güvenceyi veremediği için görüşmeler akim kaldı. Şimdi ise Esed’le birlikte PYD’yi bertaraf etmeyi düşünüyor. Tutar mı? Zaman gösterecek…
Pekiyi çözüm? Kısa vadede çok zor… Orta ve uzun vadede şunlar yapılabilir.
a) Türk-Kürd-Arap-Fars kavimleri/ulusları haysiyetli bir yarına uyanmak istiyorlarsa birbirlerini itmek yerine çekmeyi öğrenmeliler. Etnik-mezhebi gerilimleri ortadan kaldırmak/ yok saymak mümkün değil… Ama yönetmek mümkün… Evvela bu gerilimi nasıl yöneteceğiz sorusunun yanıtını arayalım. Her kavim kendi bencillikleriyle yüzleşmeli. Bunun için aydın-entelektüel-akademisyen havzasına çok iş düşüyor…
b) İlk maddeyle bağlantılı stratejik ilk somut adım Türkiye’nin, ABD’yi devreden çıkararak , Rojova’yla “mutabakat zemini” araması/inşa etmesi olabilir. … Çünkü Türkiye ittikçe Rojova, Amerika-Avrupa ve Rusya’nın etki alanına daha fazla girecek. Unutmamak gerekiyor ki Amerika’nın ve diğer emperyalist ülkelerin bu coğrafyadaki varlığı etnik-mezhebi gerilimlerin sürmesine/kaşınmasına bağlı… Demek ki oyunu bozmak için bu gerilimi yönetme becerisi gerekiyor. (Birinci Körfez Savaşı sonrası Irak’ın Kuzeyi’nde Barzani liderliğinde özerk Kürt yönetimi için Türkiye, bugün olduğu gibi, “kırmızı çizgimiz”, zinhar kabul edilemez, demişti… Gelinen noktada bölgedeki en yakın müttefiki Kuzey Irak Kürt Yönetimi… )
c) Sünni muhalif gruplar ve Türkiye’deki muhacirler Esed’in (Baas rejiminin) insafına terk edilemez. Siyasal özerklikleri ve can güvenlikleri hukuki güvence altına alınarak yeni sürece aktif katılımlarının peyderpey sağlanması gerekir.
d) İŞİD-El Kaide tandanslı örgütlerin elindeki İdlib çok hassas çok kırılgan bir yer… Burası Amerika-Türkiye ortaklığıyla kontrol ediliyor ancak manipülasyona çok açık. Buradan Türkiye içlerine müdahale imkanı da oldukça fazla. Çünkü İŞİD saflarına Türkiye’den de hatırı sayılır bir katılım oldu. (Ankara ve Suruç katliamlarını hatırlayalım.) Rusya –Çin- Avrupa tehlike oluşturacağını düşündükleri için İdlib’deki vatandaşlarının geri dönmesini istemiyor. Hatta orada imha edilmelerinden yanalar. ABD ise buradaki örgütleri “müdahale gerekçesi” olarak kullanma arzusunda. İdlib için hususi bir statü ihdas edilerek sürecin hassasiyetle yürütülmesi gerekiyor.
e) Türkiye kendi kontrolü altındaki yerlerin özerkliğini (Suriye Ulusal Konseyi’yle işbirliği halinde) korumalı-sağlamlaştırmalı, imar ve inşasına katkıda bulunmalı, huzur ve sükunu için elinden geleni yapmalı. Buralara dönmek isteyenlere kolaylık sağlamalı. Baas rejiminin bu yerlerde yeniden denetim sağlamasına fırsat vermemeli. Suriye’nin tekrar eski haline gelmesi kısa vadede muhal… Bu nedenle mevcut bölgesel özerklikler desteklenmeli. Orta ve uzun vadede bölgesel özerklikler arası eşgüdüm-işbirliği-birleşme çalışmaları yapılabilir.
1- Bu sürece dair Davutoğlu’yla yapılan geniş kapsamlı bir röportaj için bkz.
https://t24.com.tr/yazarlar/murat-sabuncu/davutoglu-su-anda-erdogan-i-bekleyen-cok-ciddi-sahsi-tehlikeler-var-turkiye-demokratiklesmezse-bir-takim-hukuk-kurallari-islemezse-herkes-bir-rovansizm-tehlikesi-karsisindadir,45597
Not 1: Ayrıntılı bilgi için iki yüksek lisans tezi önerebilirim:
1- Suriye’deki İç Savaş Sürecinde ABD dış politikasında Suriye Kürtleri (2011-2020) (Hişam Güney/Yük.Lis.Tez/Bahçeşehir Ünv./İst.2021)
2- Suriye Kürtleri ve Demokratik Birlik Partisi(PYD)/ Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü/ Ebubekir Ertuğrul/ Yük.Lis.Tez./Ankara-2014
Not 2: Dokuz yıl önce (2015 Kış) Kriz ve Kritik Dergisi’ne “Suriye Üzerinden Medeniyetler Savaşı: Tarih Yeniden Tekerrür Ediyor” başlıklı bir yazı yazmıştım. BU yazıyı daha sonra editörlüğünü yaptığım kitaptahlili.com sitesinde “Suriye Kimin Vietnamı Olacak?” başlığıyla yayımladım. Keşke haklı çıkmasaydım diyeceğim ama diyemiyorum ne yazık ki… O yazıda Türkiye’nin Pakistanlaştırıldığına dikkat çekmeye çalıştım. Ziya-ül Hak ile Tayyip Erdoğan karşılaştırması yaparak… Afgan-Sovyet savaşındaki Pakistan’ın rolüyle Suriye iç savaşındaki Türkiye’nin rolünün birbirine çok benzediğini iddia ettim. Merak edenler için bkz. http://kitaptahlili.com/index.php?option=com_content&view=article&id=247:medeniyetler-catmas-ya-da-suriye-kimin-vietnam-olacak&catid=34:yaz-ve-makaleler&Itemid=53)
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.