14.06.2021
Eflatun, kavramlar ve isimlerin anlamları üzerinde uzlaşmadan önce herhangi bir tartışmaya girmenin fayda sağlamayacağını söylüyor.
Bilgi, kültür ve teknoloji çoğalsa da, anlama ve kavrama yeteneğinin azalması, ana kaynağından kopması, sınırlı kalması veya yetmemesi davranışlara yansımakta ve sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi engellemektedir.
Anlama ve kavrama yeteneğinin gelişmesi, güçlenmesi ve sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi sağlaması için öncelikle bütünlük bilinci bozulmadan, her alanda, ilahi anlatıma uyan düşünsel ve fikri dönüşümü gerçekleştirmek ve bunu sürekli kılmak gerekmektedir. Zira anlama ve kavrama kıtlığının en büyük sebebi; aklımızın, zihnimizin, ruhumuzun, kalbimizin ilahi vahiy eğitiminden ve anlayışından uzak düşmesinden kaynaklanmaktadır.
İnsan düşündüklerinin ve yaşadıklarının bir anlam dâhilinde gerçekleşmesini ister ve mutlaka bir kaynağa bağlanma gereği duyar. Bunu kendi oluşturamazsa kendi dışında oluşmuş olanlara yönelir ve uygun gördüğüne bağlanır. Bu aşamadan sonra kendi bilgi ve bilinç arayışı duraksar, bağımlılığa mahkûmiyet başlar. Varlığına anlam kazandırma girişimi ancak bağlandıklarının kendilerine uygun gördüğü anlam ve kimlik kadardır. Bu durum yeni bir fikri, ahlaki ve vicdani seçenek üretilinceye kadar devam eder.
Gerçekçi ve belirgin bir yaşam stratejisi gelişmediği ve geliştirilemediği böyle bir zeminde başlıklar halinde gündemdeki yerini alan bilgiler, değerler ve yapılan faaliyetler, çıkarlara, şahsi isteklere ve ihtiraslara hizmet etmeye meyillidir. Böyle bir zeminde verimli, üretken ve yapıcı yapılar bir türlü oluşmaz, iniş için uygun zemin bulamayan bir paraşütçü gibi hep havada kalır ve inişini sürekli erteler ya da çakılır. Böyle bir sürecin devam ettirilmesi, beklenmeyen ve telafisi olmayan sürprizleri ve gittikçe daralan insaniliği yaşam tarzı haline getirir. Bu sürecin seyri; olumlamaları geri plana iterken olumsuzlamaları, yadsımaları ön plana çıkarır. Böylece sürekli yadsımalardan, olumsuzlamalardan beslenen özürlü karakterlerin çoğalmasını ve kalıcı hale gelmesini sağlar.
Her düşünceden, her fikirden, her inanıştan insanlar için tuzak niteliğinde olan, sürekli olumsuzlama ya da yadsıma, kimileri için hayat tarzı niteliği kazanmış durumdadır. Trajik tavırların ve söylemlerin temel belirleyicisi olan her şeyi yadsımacı anlayış, her şeyi olumlamacı anlayıştan daha sıkıntılıdır. Her şeyi olumlamacı anlayış bir süre sonra ciddiyetini ve etkisini yitirir bir kenarda duyguları okşayan ses olarak kalmaya devam eder ancak her şeyi yadsımacı anlayış, gerilmeleri çoğaltır, insani özellikleri dumura uğratır ve her şeye tek pencereden bakmayı sürdürür, en değerli fikirleri ve düşünceleri zihinsel kül yığınlarına dönüştürmeye devam eder. Hele de bu anlayış aydın sıfatını taşıyanlardan gelirse toplumsal yaşamda ve tarihsel düzlemde tarafgirliğin, sübjektifliğin ve keyfiliğin önü alınamaz.
Konuya örnek olması bakımından, tarafgirliğin, sübjektifliğin ve keyfiliğin kısacası yadsımacı anlayışın, olumsuzlamanın tarih sahnesindeki yerini ve etkisini ortaya koyması açısından, İvo Andriç’in Drina Köprüsünü anlatan romanında işlediği, toplumsal yaşamı ele alma şekli oldukça düşündürücüdür.
Nobel ödüllü İvo Andriç, Osmanlı tarihinin en önemli sadrazamlarından biri olarak kabul edilen Sokollu Mehmed Paşa’nın girişimiyle Bosna Hersek’in doğusundaki Visegrad şehrinde Mimar Sinan tarafından inşa edilen “Drina Köprüsü” üzerine yazdığı romanında, daha çok köprünün yapıldığı dönemdeki toplumsal yaşamı, inanışları ve köprüyle ilgili olarak da kısmen iş ahlakını ele almıştır. Özellikle toplumun ve devlet adamlarının inançlarının yaşam üzerindeki etkisini yadsıyarak dile getirmiş ve günümüze kadar, beş yüz yıldır ayakta kalan, dünya tarih mirasına geçen böyle bir eserin önemini, gereğini ve güzelliğini geri plana iten söylemi öne çıkarmıştır. Oysa o günün şartlarında yapılan böylesine büyük bir eserin hikâyesini işlerken, fikirsel duruşu gereği güzellemeler yapması beklenmese de en azından toplumsal yaşamı ve inanışı, eleştirinin ötesinde, yadsımadan, objektif sınırlarda ele alması beklenirdi. 15. yüzyılda, Avrupa’nın ortasında kalmış bir İslam toplumunun, o günün şartlarındaki toplumsal yaşamının ve inanışının dönemeçlerini, eleştirel yaklaşımın ötesinde, kendi, güncel fikirsel savrulmalarının girdaplarına gömmemesi, verilen hizmetin, değerlerin ve toplumsal uzlaşının yararına olurdu.
Gerek söylemsel ve gerekse yazım yöntemiyle, toplumsal yaşamın ve inanışın “Drina Köprüsü” üzerinden, o günkü şartlarda ele alındığı eser; fikirsel ve düşünsel karşıtlığa iyi bir örnektir. Ortaya koyulan eserin toplumdaki yerini görmezden gelerek, toplumun inanışının, yaşayışının ve tercihlerinin yadsıyarak ele alındığı hikâyede; yaklaşım, anlayış ve anlatım, pek çok benzer örnekte olduğu gibi karşıtlığın sınırlarını zorlamıştır. Bu örneğin güncel versiyonlarına çokça rastlamakta, her an ayağımıza, dilimize, gözümüze, kulağımıza dolaşmaktadır.
Bekleyen veya bekletilen ya da yavaş hareket eden, üretken olmayan zihin yapısından müteşekkil kitleler, çoğu şeyi sürekli yadsıma alışkanlığına daha yatkındırlar. Bunları harekete geçirmek için başlarına kalemi veya sözü güçlü ve aydın sıfatlı birinin geçmesi yeterlidir.
Her dönemde olduğu gibi, tanınmışlık, bilinmişlik, kabul edilmişlik ve tarihilik, yadsımaları topluma nakşetmekte önemli bir zemin olarak kullanılmaktadır. Bu zemin üzerinden günümüzde özellikle fiziki ve sosyal medya kanalıyla insanı ve insanlığı, yaratılışına aykırı olan farklı mecralara sürüklemek kolay olmaktadır. Kendi olamayan, kendi olarak düşünemeyen, sürekli yadsıma girdabından kendini alamayan ve farklı mecralara sürüklenen insan, zamanla bulunduğu fikirsel yerin, inanışın ve düşüncenin şeklini almakta, çoğunlukla sürekli yadsıyan bir kimlik kazanmakta ve bu şekilde kemikleşen bir karaktere bürünerek hayat sürmektedir. Bunun sonucu olarak yapılan iyi şeyleri bile yadsıyarak ele almakta, algılamakta ve anmaktadır.
Yadsımaların hüküm sürdüğü ortamlarda sınırlar kaybolmakta, değerler değersizleşmekte, hedefsiz yollara düşülmektedir. Ortak yapılar kurulamamakta, kurulsa da çabuk dağılmakta, organlar tek boyutlu büyümekte, fikirsel hormonal gelişmenin önü alınamamakta, denge bir türlü yakalanamaktadır. Çünkü olumsuzlamanın ağır bastığı söylem ve diyaloglarda, sadakat ihmal edilmekte, saygı terk edilmekte, nefret duygusu çoğalmakta, kuşku belirleyici olmakta, lanet okuma normalleşmekte, neyin istenip neyin istenmediği evelenip gevelenmekte, tahminlerle fikirsel kumar oynanmakta, fikirleri incelemeden reddetme alışkanlık haline gelmekte, dostlardan çabuk soğuma hastalığı yaygınlaşmakta, bir şeyleri yapıyormuş gibi görünme karakterleşmekte, duvarların ve perdelerin arkasında kalması gereken şeyleri arzulama, gündemi belirlemede öncülleştirilerek yüceltilmektedir. Zekânın ve inancın erdemli duruşu trajik tavırlara ve söylemlere kurban edilmekte, yakınmasız gün geçirilmemekte, hayatlar yıpratılmaktadır. Olumlu yaklaşımlar ve paylaşımlar öcüleştirilmekte, kalabalıklar içinde ıssız ve kimsesiz bırakılmaktadır. Toplumsal faydaya değil, zarara, şana, şöhrete, söz ve kalem sallanmakta ve bunların hesabı, kitaba uymamaktadır.
Yadsımanın düşünsel ve söylemsel bir tarz haline gelmesinin diğer bir tehlikelisi de, genellikle arzular ve beklentiler üzerinden hesap yapılıyor olmasıdır. Bu hesabın iki yönü de tehlikelidir. Birinci olarak bu hesaplarına karşılık bulamayanlar yadsımaya yöneldikleri için tehlikelidir. İkinci olarak da, hesaplarına karşılık bulanlar bilinçten yoksun hareket ettikleri için tehlikelidir.
Arzular ve beklentiler yüzünden yapılan hesaplardan doğan hataların tehlikesine, başlangıçta, çoğunlukla dikkat edilmez. Çünkü bu durumda genellikle toplumun duygusallığına gömülü tutku üzerinden yürünür. Toplumun duygularını, bilgi ve bilincin önüne geçiren arzuların ve beklentilerin sebep olduğu hataların sonuçları öfke yüzünden yapılan hatalardan daha ağır sonuçlara sebep olur. Çünkü öfkelenen birisi üzüntüyle ve bilinçsiz bir vicdan azabıyla düşünceden uzaklaşarak bir anlık bir hataya neden olabilir ancak arzuları ve beklentileri yüzünden farklı yollara yönelen birisi, yaptığını tutkuyla yaptığı için, yaptığından keyif aldığı ve kendi içinde önemli gördüğü için, yaptığı hatayı ve açtığı zararı çoğunlukla göremez. Çünkü iradesi ve karakteri bu tutku ve zevkle hareket etmektedir. Bunun tam tersi olan, arzu ve beklentilerin gerçekleşmeme durumundaki serzenişin yansıması da aynı şekilde zarara yol açar. Her iki durumda da bilinçli, ahlaki ve vicdani seçenekler üretmekten uzaklaşılır.
Yeni bir fikri, ahlaki ve vicdani seçeneğin üretilmesi, piyasaya sürülmesi ve kabul görmesi için anlama ve kavrama yeteneğini engelleyen, duygusal serzenişlerin devamlılıklarının önlenmesi, ve özellikle fikirsel karşıtlığı beslenen her şeyi yadsıma iltihabının kurutulması, her alanda, ilahi anlatıma uyan düşünsel ve fikri dönüşümde ısrar edilmesi en önemli çıkış yoludur.
Her şeyi olumsuzlamanın dozajını makul eleştirel seviyelere indirgeyebilmek ve olumlamayı daha etkin, tutarlı, yararlı ve verimli hale getirebilmek için sürekli, söylemde, savunmada ve tanıtımda kalmanın, teknolojik ve ekonomik oluşumlar gerçekleştirmenin, sınırlı güncel içerikler üretmenin yetmediği, eksik kaldığı ortadadır. Bunun için toplumun dokusuyla uyuşan, özgür ve özgün entelektüel zihinlere, tutarlı eleştirel düşünürlere, yazarlara, okurlara ve sanatçılara ihtiyaç vardır. Ancak bu şekildeki yaşamı hedefleyenler, içinde yaşadığı toplumun sorumluluğunu üzerine alabilir, bilinci yükseltebilir, yeni bir ahlaki ve vicdani seçenek üretmeye zemin hazırlayabilir ve farkındalığı güçlendirerek, bekleyen veya bekletilen zihin yapısını doğru yönde harekete geçirebilir.
Her ne kadar, her şeyi olumsuzlamanın, yadsımanın çekiciliği ve popülerliği her zaman önde yürüse de, belirleyiciymiş gibi görünse de, olumlamanın yapıcılığını, sevecenliğini, tutarlılığını ve hedefgirliğini, uzun vadede baskı altında tutacak veya mağlup edecek gücü ve yeteneği yoktur.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.