19.06.2023
Hayatın doğasına ilişkin çalışmalar yapan, yazılar yazan birisi olarak ana metodolojimi oluşturan temel bir soru vardır; “aslında ne istiyorlar?”. Düşünmeye, yazmaya bu soruyu sorarak başlarım. Hangi alan, bağlam, konu üzerinde çalışacaksam, o alandaki insanları, kurumları, muhatapları ve onların genel ve mevcut hallerini esas alıp, bu soru ile başlayan bir analiz ve anlama çabası ile çalışmaya başlarım.
Bunun elbette önemli bir nedeni vardır.
Uzun yıllardır üzerinde kafa yorduğum mesele; “insan fıtratını eksen alarak bir hayatın nasıl inşa edilebileceğidir.” Bunun için temel amaç; “ideal gerçeklik (hakikat)” ile “reel gerçeklik (halihazır durum)” arasındaki açı farkı nasıl ortadan kaldırılır? sorusunu zihnen, fiilen ve halen cevaplayabilmektir. Bunu gerçekleştirebilmek için de; hem hakikate, hem de hâle ilişkin yeterli bilgiye sahip olmak lazımdır.
Hakikat bilgisine ulaşmak için epistemolojik unsurlar ortadadır. Hakikat rehberi olan Kitap ve diğer bilgi kaynakları; gözlem, tasavvur, tahayyül, düşünmek, akletmek, fıkh etmek, denemek, inşa, yeniden inşa, okumak, anlamak, anlamlandırmak vs.; Rab’la ilişkiler ve diğer bütün ilişkiler; hayatın bağlam olması; hayat, fıtrat, varlıklar, yaratılış, inşa, alemler, bilgiler, yöntemler, sistemler, süreçler vb. olgular.
Hâlin bilgisine ulaşmak için; bir yandan müşahade edilebilir mertebede; varlıkların, oluşların, olguların, durumların ve ilişkilerin bilgileri; diğer tarafta, daha derinde ise; tüm sistemlerin işleyiş ve ilişkileri ile insanların karar ve davranışlarının doğalarına ilişkin bilgiyi elde etmek icap edecektir.
Aslında temelde bütün bilgileri belirleyen kök faktör, insan karar ve davranışlarının mahiyetidir. İşte buna ilişkin isabetli okumalar yapıp, anlamak kıvamı yakalanabilirse, işte o zaman, insanların ihtiyacı olan diğer bilgileri de ontolojik düzeyde elde etmek imkanı elde edilebilir. Bunun için de, fıtrat kavramının ilk unsuru olan; kök nedene, anlama ulaşmak gerekmektedir. Sözkonusu insan davranışlarını fıtrat mertebesinde okumak olunca, sorulacak ilk soru da; “aslında ne istiyorlar?” olmalıdır. Zira insanlar davranışlarının nedeni olarak, dilleriyle ve hatta fiil ve halleriyle, gerçek nedeni ifade etmeyen şeyler söyleyebilirler. Bunu, çevrenin, kendi karar ve davranışı hakkında bilmesini istediği şeyi ifade babından yapabilir. Aynı zamanda kendisinin de asıl istediği şeyi, kendisinden gizlemesi ya da çoğunlukla asıl istemesi gerektiği şeyi bilmemesi nedeniyle de yapabilir.
Belki “insanların asıl istediği şeyi bilmemesi” cümlesi sizlere tuhaf gelmiş olabilir. Ancak insan için “tuhaf” kavramını, fıtrat referans alınıp; yapmaması gereken şeyleri yapması; yapması gereken şeyleri yapmaması durumları için kullanacaksak; “insan, çoğunlukla tuhaf davranan bir yaratıktır” hükmünü ifade edebiliriz.
İnsanda “isteyen faktör” nefstir. Yani nefs ister, talep eder ve insan da bunun gerçekleşmesi için karar alır ve davranış sergiler. Nefsin potansiyeli neredeyse sınırsızı istemek kadardır, denilebilir. Oysaki insanın istemek sınırı, yeryüzü hayatının varlık nedenini gerçekleştirecek çerçevede, kendisinin sorumluluk alanı kadar olmalıdır. Bu nedenle nefs, fıtratın ve şakilenin sınırlarına çekilerek isteyebilmek formasyonunu elde edene kadar eğitilmek, terbiye edilmek zorundadır. Bu “insan da benlik inşası” sürecidir. Eğer, doğasına uygun olarak gerçekleştirilebilirse, “nefs, itminana ermiş yani bütüncül tatminine ulaşmış olur”. Bu mertebede, şüpheleri bitmiş, bilmesi gerekenleri bilen, inanması gerekenlere inanan, korku ve kaygılarından kurtulmuş, dinginleşmiş, üretim ve inşa moduna ulaşmış, çatışma ve kargaşalardan kurtulmuş, farkındalık ve sorumluluk mertebesine erişmiş ve doğal sınırlarına çekilmiştir.
Bu mertebedeki nefse sahip insanlar; “her seferinde, aslında ne istediklerini bilmektedirler.” Buraya kadar geçen süreçte benliği en çok etkileyen ve asıl taleplerini belirleyen üç temel faktör sözkonusu olabilir. Bunlardan bir tanesi “mülkiyet” yani sahip olmak güdüsüdür. Aslında, varlık hakikatlerine göre hiçbir şeyin maliki olmayan insanoğlu, kusurlu bir hayat tasavvuru neticesinde, mülkiyet iddiasında bulunmaya başlayınca, hatlar da karışmaya başlamaktadır. Mülke mutlak sahip olan, mülk üzerinde sınırlarını kendisinin belirlediği bir tasarruf hakkına da sahip olur. Eğer mülke dair ilişki sahiplik değil de, emanet yani mülk üzerinde, mülkün sahibi tarafından verilmiş bir yetki kullanmak biçiminde ise; kullanım sınırları ve ilkeleri, mülkün sahibi tarafından belirlenir. Hatların karıştığı yer; mülke dair, kullanımına yetki almış olanın; kullanım sınırlarını ve ilkelerini kendisinin belirleyebileceği yanılsamasına düşmesidir. Elbette bunun sebebi, henüz inşa olmamış benliğin, fıtri sınırlarının dışındaki talepleri ile ilgilidir.
Diğer bir müessir faktör ise “güç” olgusu ile ilgilidir. Gerçekte herhangi bir güce sahip olmayan fakat gücün tek sahibi tarafından, yeryüzü serüveni için ihtiyacı olduğu kadar güç sahibi kılınan insan; ham benliğin, anlamsız ve sınır bilmez talebi ile; hakikatin dışında bir güç algısına ve talebine sahip olması, bir kere daha hatların karışmasına sebep olmaktadır. Hakikate uygun sistematikte, mülk ve güç ihtiyacı, varlık sebebinin gerçekleşmesinin o anına ve ihtiyaç sahibinin şakilesine göre belirlenir. Tam zamanında, miktarında ve niteliğinde gelen güç parametreleri, tam yerinde kullanılır, üretime döner ve inşanın gerçekleşmesine vesile olur. Hakikat sistematiğinden farklı neden, biçim ve niyetle talep edilen güç, ancak nefsin tatmin bulmayan tabiatının yıkıcılığına sebep olur. Haksız ve hadsiz biçimde güç sahibi olmak isteği, gücün tek sahibi ile ilişkinin, doğasına uygun olmayan bir zorlamaya maruz kalmasına neden olur. Bunun doğal sonucu olarak, anlamından kaymış bir sahte güç anlayışının ve bundan doğan sahte güç parametrelerinin imal edilmesi ve bunların gerçekliğine inanılması faciası ortaya çıkar. Bu bir tükeniş ve yokoluş sürecini başlatır. Sahte güç parametrelerine, sahte anlamlar yüklenmesi ve bu anlamların tahakkuku için hayatın israf edilip, tüketilmesi; bunları elde edebilmek ve elde tutabilmek için yapılacak zulümler; bunlara sahip olanlara yakın olabilmek çabalarının ortaya çıkarttığı kölelik durumları vb. haller; hakikatten sapmış bir süreç ve sistematiğin getirdiği yıkım ve hüsranların bir bölümüne işaret eder.
Bir başka faktör de “şeref” meselesidir. Aslında bu bir çatı kavramdır. Beğenilmek, görülmek, farkedilmek, övülmek, adam yerine konulmak, önemsenmek, bilinir olmak vb. hal ve duyguları kapsayan bir çerçeveyi ifade eder. İnsan fıtratının içerisinden doğduğu varlık hakikatlerine göre, bu hal ve duyguların tek, anlamlı ve etkili olduğu ilişki, Rabla-insan arasındaki ilişkidir. Zira Rab katında, şeref ve kapsadığı bütün hal ve içeriklere sahip olan insan, bunun bütün sahici ve etkili sonuç ve kazanımlarını elde edebilir. Bunlar kendisine sevgi, tatmin, huzur, mutluluk, güç, destek, gönül ferahlığı, korunma, başarı, rıza olarak geri döner. Fakat bu hâl ve duyguları, insan-insan ilişkilerinde arayıp, talep edenlerin, hayatın hakikatine uygun bir karşılık bulabilmek ihtimali yoktur. Bu durumda ancak ham benliğin; övülmek, beğenilmek, bilinmek, hayran olunmak, gıpta edilmek vb. gibi, sınırsız, anlamsız, etkisiz beklentilerine karşılık aramak gayreti vardır. Aslında, Rab katında şeref bulmuş insanların, insanlar nezdinde kendiliğinden elde edebileceği bu hâllerle; tüketim, bozgunculuk ve haksızlığın olmayacağı; saygıya, sevgiye, rızaya ve paylaşıma dayalı bir ilişkinin inşası ve sürdürülmesi mümkün olacaktır. Aksi durumda, insanlardan şeref beklentisi, insanların birçok bedel ödeyecekleri ve ödetecekleri bir keyfiyeti ifade etmektedir.
Günübirlik hayatımızda, sureta olağan, normal, doğal ve hatta mutlakmış gibi gözükenlerin pekçoğunun öyle olmadığı; bizim karar ve davranışlarımızın mahiyetini belirleyen unsurların özellikleri ile ortaya çıktığı bir gerçektir. Bu gerçeğin başlangıcında da “aslında ne istediğini bilmek” yer almaktadır. Bunu belirleyen temel iki referans kriteri; aslında istediğin şeyin, fıtrat kollarından mı; yoksa sahte biçimde imal edilerek bunların yerine ikame edilenlerden mi? olduğudur. Yani bütün anlık karar ve davranışların hakikate uygun olduğu garantisini veremeyebiliriz.
Bu durumda, tuhaf gelse de şu soruyu sormak zorundayız; “aslında ne istediğimizi biliyor muyuz?” Bu soruyu sorabilmek bilinç, sorumluluk ve cesareti; hakikatin sahici verileri ile bir hayat yaşamaya karar vermenin göstergesidir. Bu soruyu sormayı mümkün kılacak öncül soru ise; “aslında bunu talep ediyor muyuz?” sorusudur. Bunun da öncül sorusu; “doğamıza uygun bir hayatın nasıl olduğuna ve neler sağlayacağına ilişkin bir fikrimiz var mı?” olmalıdır.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.