09.09.2021
2007 Yılındaki ilk resmi yürüyüşlerinden beri LGBT konusu Türkiye’de her geçen gün daha görünür olmakta ve her geçen gün meşruiyet alanı genişlemektedir. Sol ve anarşist gruplar ile onlara yakın İslami gençlik yapılanmalarının “insan hakları” bağlamında konuya sahip çıkmalarıyla yeni nesilde LGBT konusu tamamen meşruiyet kazanmış görünmektedir.
Bu yazımızda LGBT konusunun insan hakları kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini ele alacağız.
İdeal ve ideoloji diyalektiğinde insan hakları kavramı
Aydınlanma sürecinin insanlığa hediye ettiği değerli kavramlardan birisi insan haklarıdır.
Aslında bu kavram kapsamında ele alınan müktesebat İslam coğrafyası için yeni değildi. Dinin (fikrin), canın, neslin/ırzın, aklın ve malın korunması ortak bir kabul olarak çoğu Müslüman âlim tarafından benimsenmişti. Ancak İslam coğrafyasındaki tartışma, adaletin koruyucu şemsiyesinin kimler için geçerli olduğu sorusu üzerinden yürüyordu. Ebu Hanife’nin başını çektiği bir gelenek bu hakların bütün insanlık için geçerli olması gerektiğini, imtihanda adaletin ancak böyle sağlanabileceğini savunurken, İslam tarihinin ana akımı haline gelen diğer gelenek bu hakları sadece Müslüman olanlara layık görmüştü. Dolayısıyla genelde Müslümanlar, özelde de hâkim İslam yorumu dışındakiler için, haklar yönünden birçok olumsuz örnek ortaya çıkabilmekteydi. İnsan hakları kavramıyla ifade edilen müktesebatın modern dönemlerle birlikte herkes için ortak değer haline gelmesi, Ebu Hanife idealinin gerçek olmasını sağlayan olumlu bir gelişmedir.
Ortak kabul olmasından sonra insan hakları kavramı kendi içinde birçok gelişme göstermiştir. Birinci kuşak haklar canı, malı, fikri ve hukuk karşısında eşitliği konu alırken, ikinci kuşak haklarla iş ve işçi hakları, üçüncü kuşak haklarla çevre konusu, dördüncü kuşak haklarda ise genetikle ilgili konular gündeme gelmiştir. Birinci kuşak haklar, hemen hemen bütün kültürlerin üzerinde uzlaştığı temel meselelerden oluşmaktaydı; ancak konular çeşitlendikçe mesele bir ortak uzlaşım olmaktan çıkmaktadır. Karmaşık meselelere ancak bir felsefe, ideoloji veya din perspektifinden bakılabilir. Çünkü değerler, bağımsız varlığı olan idealler değildir. Uzlaşım yoluyla bir asgari müşterek oluşturmak mümkünse de, asgari müşterekle yetinildiğinde karmaşık sorunlar çözülemez ve verili olan evrensel hale getirilmiş olur. Hırsız köyde hırsızlık, arsız köyde arsızlık meşrulaşır. Bunların meşruiyeti sorgulanamaz hale gelir. Ortak akıl veya ortak değer zannedilenler, günün baskın felsefesini veya dinini yansıtırlar. Bu yüzden ortak akla tabi olmak, günün ideolojisine tabi olmak demektir.
İnsan hakları da insanın dışında ve bütün değerlerin üzerinde bir olgu değildir. Bütün değerler gibi o da, bir evren anlayışı ve bir yaşam perspektifinin ürünüdür. Birinci kuşak haklar neredeyse bütün kültürlerin ortak uzlaşım noktası idi, bir asgari müşterekti; ama çeşitlendikçe kaynağına dönmekte ve liberalizmin yaşam perspektifini yansıtmaktadır.
İnsan hakları kavramı açısından ideal ve ideoloji diyalektiği işte bu noktada ortaya çıkar. Bir değerler sistemini yansıtmaya başladığı andan itibaren artık kendisi bir ideolojidir. İdeolojiye dönüştüğü halde bir ortak değer olarak sunulması ise ideolojinin kendini dayatmasından ibarettir.
Her yaşam tercihi bir “insan hakkı” olabilir mi?
60’ların ve 70’lerin üretkenliğine ve mücadele derinliğine ulaşmaktan uzak olan günümüz sol ve anarşist grupları, yeni söylem üretememenin boşluğunu “özgürlükçü” görüntü vererek gidermek istemekte, cazibe oluşturmak adına insan hakları kavramı üzerinden LGBT, kadın hakları ve çevrecilik meselelerinde bayraktarlık yapmaya çalışmaktadır. Bu başlıklar sol grupların ve anarşistlerin bir nevi yeni mücadele alanı haline gelmiştir. Muhalif çevrelerdeki rüzgârlar, kendi mahallelerinde aradıklarını bulamayan Müslüman aile çocuklarını da etkilemiş görünmektedir; sırf özgürlükçülük adına bu meselelere onlar da aynı şekilde yaklaşmaktadır.
Oysa insan hakları kavramı, farklı tercihlerin içinde meşrulaştırıldığı bir havuza döndürüldüğü anda ideal olmaktan çıkar ve dayatmacı bir ideoloji haline gelir. İdeoloji haline geldiği anda ise hayata farklı idealler penceresinden bakan herkesi; en başta da komünistleri ve anarşistleri vurmaya başlar.
Mesela mülkiyet hakkı, birinci kuşak insan haklarından biridir. Komünist ve anarşist toplumsallaşmada bırakın bir hak olarak değerlendirilmeyi, insanın kendine yabancılaşmasına yol açan en büyük sorun olarak görülür ve kendisine karşı mücadele verilir. İnsan hakları kavramına sığmayacak kadar derin bir mesele olduğu için o kapsam içinde tartışılamaz, konuşulamaz. Komünist felsefenin üzerine oturduğu temel kavram olduğu için ancak felsefe düzeyinde konuşulup, tartışılabilir.
Otorite meselesi de bir tercih olarak insan hakları kavramı kapsamına sokulabilir. Ama anarşist felsefeye göre otorite, insanın kendisine yabancılaşmasının temel sebebidir. Bütün zulümlerin kaynağı ve insanın mutluluğu önündeki en büyük engeldir. İnsan hakları kavramı içerisinde değil ancak felsefi boyutta tartışılabilir.
İslam’a göre ise yabancılaşma, insanı meydana getiren “hayvani doğa” ile “insanlık” arasındaki gerilimde ortaya çıkar. Şehvet, mal hırsı ve güç (iktidar) hırsı yoluyla görünür hale gelen hayvani doğa, aynı zamanda insan ırkının devamlılığını garanti eden bir yaşam enerjisidir. Doğal bir yönelim halindeyken (1) şehvet, cinslerin birbirine ilgi duymasını sağlayarak türün devamlılığını garanti eder; (2) mal hırsı, elde etme coşkusu oluşturarak insanı yaşama bağlar ve maddi ihtiyaçların karşılanmasını sağlar; (3) iktidar hırsı ise mücadele ve rekabet dürtüsü meydana getirerek gelişmeyi/ilerlemeyi mümkün kılar. Bu kuvvetler, insan dışındaki bütün varlıklarda içgüdüsel bir sınıra tabidir; mesela hiçbir hayvan durmadan yiyip obez olmaz ya da sırf hazlarını tatmin etme duygusuyla bir faaliyete girişmez. Fakat insan, sırf kendisini tatmin etmek için faaliyette bulunabilen, içgüdüsel her faaliyetini “hırs”a döndürebilen bir varlıktır; “şehvet”i sapkınlığa, “güç” arzusunu sömürü ve diktaya, “mal” arzusunu ise mülkiyet kavgası, sınıf çatışması ve savaşlara dönüştürebilir.
İşte İslam’a göre yabancılaşmanın başladığı yer, hayvani doğa ile insanlık arasındaki gerilimin başladığı bu noktadır. İrade tarafından kontrol edilemeyen enerji hırsa dönüşür, insanı ele geçirerek hayvanlığa mahkûm eder ve kendisine yabancılaştırır. Her ne kadar İçgüdüsel enerjinin serbest kalması liberal kültür tarafından insanın kendini gerçekleştirmesi olarak görülmüşse de, İslam bu görüşe katılmaz. İslam’a göre bu durum; adına “özgürlük” denen bir illüzyon, farkına varılamayan bir esaret ve köleliktir. Farkına varılmaz, çünkü uyuşturucunun oluşturduğu yalancı mutluluktaki gibi “hazzın coşkusu” insanı esir almıştır. Zevklerin efsunuyla akıl sarhoş, gözler ise kör olmuştur. Ahlaki sınırların flulaştığı, menfaate uyan her şeyin mümkün ve mubah olduğu bir yalan evren ortaya çıkmış ve insan gerçeklikten kopmuştur.
Arzuların sarhoşluğuna kapılan insan kendi efendiliğinin kölesi haline gelir. Arzu aklını esir alır ve yaşamı kendisine adanmış hale getirir. İnsan güce hükmedecekken güç insana hükmetmeye başlar, akıl üzerinde krallığını ilan eder. Bu krallıkta yaşamın tek gayesi hazların tatmini ve isteklerin karşılanmasıdır. Böylece özgürleştiğini zannettikçe insan kendisine yabancılaşır. Fakat doyumsuzluğun doğası gereği bir zihinde başlayan hükümranlık onunla sınırlı kalmak istemez. O zihnin yetkinliğine bağlı olarak tüm toplumu ele geçirmek ister. Güç hırsı yoluyla baskı, zulüm ve adaletsizlikler; mal hırsı yoluyla gelir adaletsizliği, yoksunluk ve yoksulluklar; şehvet düşkünlüğü yoluyla da ahlâksızlık ve arsızlıklar meşrulaşır, tüm topluma yayılır. Bu durum, yetkinlik gösteren o zihin aracılığıyla meydana gelen toplumsal yabancılaşmadır ve tüm toplum o zihnin esiri, kölesi haline gelir. İslam’a göre köle-efendi, yöneten-yönetilen ve emek-sermaye gibi sınıfsal çelişkilerin temelinde bu olgu yer alır.
Şehvet düşkünlüğünü yabancılaşmanın sebeplerinden ve sağlıklı toplumsallaşmanın engellerinden biri olarak gördüğü için bir Müslüman; bırakın LGBT meselesini, kadın ve erkek arasındaki gayrimeşru ilişki biçimini bile insan hakları kapsamında tartışmaz. Bir Müslüman için bu meseleler ancak felsefi boyutta tartışılacak, ıslah edilmesi gereken konulardır. (Yabancılaşma hakkında daha geniş bilgi için bkz: https://farklibakis.net/yazarlar/nuri-yilmaz-yazdi-tevhid-felsefesinde-yabancilasma-kavrami/)
Sol grupların, anarşistlerin ve yeni İslamcı gençlerin özgürlükçülük zannederek serbestliğe tav olmaları ve mesela LGBT, kadın hakları, çevre gibi konuları insan hakları kapsamında ele almaları kendileriyle çelişkiye düşmeleridir. “Hak mı değil mi” seviyesindeki bir tartışma, liberalizm felsefesi içinde yapılacak bir tartışmadır ve farkında olmadan onun çözümlerine teslimiyet ile sonuçlanır. Liberal serbestlik komünist toplumsallaşmayı da, anarşist toplumsallaşmayı da kabul etmez. “Bireye sınırsız özgürlük” fikri, insanın kendi içindeki hayvana, yani içgüdüsel taleplere esir olmasıdır; hiçbir ideal tanımaz.
İnsan hakları ideolojisi
Liberal ideoloji, özgürlük bayrakları sallayarak, değerler açısından insanlığı bir bataklığa sürüklemektedir. Oysa özgürlük dediği şey, içerideki hayvanın denetimi ele geçirdiği bir esarettir. İnsan sürüklendiğinin farkında değildir, çünkü Liberal toplumsallaşma bir uzlaşım (konsensüs) ortaklığı olarak karşımıza çıkar. Belli bir zaman aralığını kapsayan anlık düşünüşlerde uzlaşım ortaklığı, birlikte yaşama kültürü açısından ilham verici ve sempatik bir ilişki tarzı olarak görülebilir. Ancak liberalizm felsefesinde uzlaşımın, duygulanımlar (nefret ve sevgi) tarafından belirlenen git-gelleri aşmasını sağlayacak bir mekanizma yoktur. Özgürlük, sınırları belli ahlaki kriterler üzerinden değil “öteki” üzerinden belirlenir. Bu da “yaygınlığı” ve “alışmayı” uzlaşımın belirleyicisi haline getirir. Dün tabu olarak görülmüş ve sınır halini almış bazı kabuller; yaygınlaştıkça ve alışıldıkça gittikçe ortadan kalkar. Bireyin özgürlük alanının genişlemesi, kimi hallerde geçmişin dogma ve tabularının yıkılmasını sağlayarak doğru ve olumlu netice verse de, nerede duracağı belli olmayan bu süreç, alışmayla beraber türlü sapkınlıkların da normalleşmesine yol açar. Bugünün kriterleriyle “kötü” görülen bir şey, yaygınlaştıkça ve alışıldıkça meşruiyet kazanır.
Mesela kadim kültürlerin çoğu evlilik dışı ilişkiyi hoş karşılamamış ve zinayı yasaklamıştı. Bu durum uygulandığı nispette ahlaki bir seviye kazandırırken cinselliğin tabuya dönüşmesi gibi olumsuz bir sonuca da yol açmıştı. Fıtri bir ihtiyaç doğal olmayan kalıplara dökülerek mecrasından çıkarılmıştı. Modern kültürle birlikteyse tabuların yıkılması adına cinselliğin önündeki bütün engeller ortadan kaldırıldı. Aile kurumunun merkezi rolünü yitirdiği, evlilik bağı olmadan kurulan ilişkilerin normalleştiği süreçler yaşandı. Evlilik dışı ilişkinin normalleştiği bu aşamada, mesela eşcinsellik normal görülmüyor ve bir sapma olarak algılanıyordu. Ancak süreç ilerledikçe eşcinsellik yaygınlaştı ve bu defa da o gittikçe normalleşti. Bir hastalık veya sapma olarak değil, doğal cinsel tercih olarak görülmeye başlandı. Yaygınlaşmayla beraber bugün, LGBT harfleriyle başlayan ilişki türlerine karşı da aşinalık ortaya çıktı ve artık onlar da meşru görülüyor. Kişisel tercih denip insan hakları kapsamında değerlendiriliyor. LGBT meşruiyet kazanırken, bugünün de kendine göre başka sınırları var; çocuk istismarı (pedofili), aile içi cinsel ilişki (ensest) ve hayvanlarla cinsel ilişki (zoofili) birer sapkınlık olarak görülüyor. Ancak serbest kalan tutkuların yol açtığı doyumsuzluk, bunların da gittikçe yaygınlaşmasına yol açmakta. Toplumsal ilişkinin birleştirici hamuru uzlaşım olduğu müddetçe insanoğlu bunlara da alışacak ve yarın kaçınılmaz olarak bunlar da meşrulaşacak.
Bu noktada kimse çıkıp da “bilimsel incelemelere göre LGBT şöyledir, böyledir” demesin. Çünkü bu mesele deney ve gözlem konusu değildir ve bilim, deneye-gözleme konu olmayan meseleler hakkında bir şey söyleyemez. İnsan psikolojisi ve duygulanımlar; hakkında çok az bilgi sahibi olunan, bu yüzden de gerçeklerin çok kolay ters yüz edilebildiği alanlardır.
LGBT insan hakları kavramı içerisinde ele alındığında her türlü fuhşun, zinanın ve sapkınlığın meşrulaştığı bir sürece girilmiş olur. Oysa bir toplum idealine sahip hiç kimse, toplumsallaşmanın bütün farklı modelleri için yıkıcı sonuçlar içeren sapık cinsel eğilimleri meşru göremez.
Tabii bir de gerçek sorun sahipleri; mesela çift cinsiyetli doğanlar, erkek organına sahip olduğu halde hormonal dengeler yönünden kadına benzeyenler veya kadın organına sahip olduğu halde erkeğe benzeyenler vardır ki, her şey cinsel tercih meselesine indirgendiği için bu sorunlar gerçek mecrasında konuşulamamaktadır. Konu insan hakları, yani serbestlik ve sonucu olan fuhuş, zina ekseninden çıkarıldığında bu tür konuların konuşulması ve bunlara çözüm üretilmesi çok daha kolay hale gelecektir.
Hasılı bir toplum idealine sahip hiç kimse; Müslümanlar, komünistler, anarşistler ve bunların türevleri, Liberal ideolojinin kendini dayattığı tuzağa düşmemelidir.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.
Tebrik ediyorum. LGBT’nin insan hakları içinde değerlendirilmemesi gerektiğine dair önemli bir yazı. Bu yazıda LGBT’nin çatı teorisi Feminizme ve feminizmin de çatı teorisi Queer teoriye dikkat çekilmesi yararlı olurdu.