29.05.2021
Yerlilik ve millilik, siyaset kültürünün son dönemlerdeki en belirleyici iki kavramıdır. Anlam dünyaları çerçevesinde bir şeyler inşa etmekte ama her inşa faaliyeti gibi var olan bir şeyleri de yıkmaktadır. İnşa ettiklerinin mi, yoksa yıktıklarının mı daha değerli olduğu önemli bir inceleme konusudur. Ancak kendisini bu kavramlarla ifade eden siyaset düşüncesi felsefileşmiş olmadığından, uzlaşılmış ortak tanımlarla bu konuyu irdeleme imkanı bulunmamaktadır.
“Kastedilen bu değil!” itirazını göze alarak, bu yazımızda bu kavramları ve yol açtıkları sosyal sonuçları ele almaya çalışacağız.
Tanım
Yerli, bir yurda ait olan veya yurdun niteliklerini taşıyan anlamına gelir. Milli ise aynı manayı millet üzerinden ifade eder. Bir coğrafyada doğmuş ve bir anne babanın kanını taşıyor olması bakımından herkes doğal olarak bir yerin yerlisi ve bir milletin mensubudur. Bu meseleleri hiç önemli görmeyen ve bu tarz ilişkilere hiç değer atfetmeyen insanlar bile, yad ellerde karşılaştığı bir hemşerisiyle kısa sürede kaynaşırken, farkında olmasa da bu kavramların anlam dünyası ve sağladığı imkanların içerisindedir. Kendisine tamamen yabancı olan ortamda karşısına çıkan böyle bir tanışıklık güven hislerini harekete geçirir ve muhatabına yakınlık duymasına, ona farklı bir gözle bakmasına yol açar. Üstelik bu his tek taraflı olmadığı için boş ve anlamsız da değildir. İlk tanışıklıklarda çoğu zaman işe yarar.
Ne var ki ilişki denilen şey ilk izlenimlerden çok ötesidir. Çaresizlik ve yalnızlık hissinin giderildiği belli bir sürenin ardından etkisi gittikçe azalır ve hissin yerini akıl almaya başlar. Bu aşamada aranan şey değerlerin uyuşması ve karakterlerin örtüşmesi gibi daha ileri özelliklerdir. Her ne kadar tanışmaya faydası olsa ve bir yakınlık doğursa da, insanı insan yapan doğduğu yer, ait olduğu ırk ve anne babasından miras aldığı kültür değildir. İnsanı insan yapan iradi edimlerdir. “Kendi” varlığını ancak iradi kararlarda ortaya koyar ve belirgin hale getirir. Kimse doğduğu yeri, ırkını, milletini ve içine doğduğu kültürü kendisi seçemez. Bir ülkenin imkânlarından faydalansın diye annesi doğumu başka bir memlekette, başka bir millet ve kültür içerisinde gerçekleştirdiğinde bile seçimi yapan insanın kendisi değil annesidir.
Seçimine bağlı olmayan şeyler karşısında ise insan edilgen bir konumdadır. Seçme hakkı bulunmadığı gibi istememe gücüne de sahip değildir. Doğal kuvvetler karşısında herhangi bir canlıdır o ve tercihine bağlı olmayan şeylerin esiridir. İnsanın herhangi bir varlık olmaktan kurtulduğu an, bilinçli sorgu ve iradi karar anıdır. Bu aşamada hayatında var olan her şeyi bir değer sisteminin eleğinden geçirir ve pek çok şeye olduğu gibi yerine yurduna da kendisi karar verir. Çaresizlik onu istemediği bir yerde bulunmaya ve istemediği şeyleri yapmaya zorlayabilir ama artık hiç değilse çaresizliğinin farkındadır.
Çeşitli güçlerin operasyonlarına maruz kalmış ve tehdit hassasiyetleri yükselmiş bir toplum, güveni ilk anda edilgen bağlarda, yani hemşericilikte, yerlilikte ve millilikte arayabilir. Ancak bu kavramlar üzerine toplumsallık inşa edilemez. Çünkü bunlar insanın insanlığına değil, herhangi bir canlı olması bakımından sahip olduğu vasıflara gönderme yaparlar. Topraktan ve kültürden yola çıkarak yapılan her vasıflandırma insanlık için irrasyoneldir. İradenin konusu olmayan etkenleri (edilgen bağları) belirleyici hale getirerek insanlığı değersizleştirir. Oluşturduğu ayrım değer temelli olmadığı için insanlık dışı edimlere meşruiyet zemini sağlar. Yerli ve milli ama arsız, yerli ve milli ama hırsız, yerli ve milli ama yalancı, talancı, üçkâğıtçı tipleri kıymetli hale getirir.
Gerçeklik ve sahicilik
İrrasyonelliği, değersizliği ve değersizlere alan açması görmezden gelinse bile, günümüz dünyasında bu kavramların sosyolojik bir gerçekliği yoktur. Mevcut iletişim ve ulaşım şartlarında bütün toplumlar ve kültürler iç içe geçmiştir. Bir ülke, şehir veya mahalle değil; artık bir apartman bile çok milletli ve çok kültürlüdür. Üç-beş asır öncesinin tektipleşmiş toplumlarında bu kavramlar belki daha işlevsel olabilirler, daha fazla mana ifade edebilirlerdi ama bugün denk düştükleri bir vakıa yoktur.
Böyleyken bu kavramların bu kadar belirleyici hale gelmesi, mana sınırları zorlanarak anlam dünyalarının genişletildiğine işaret eder. Unutmamak gerekir ki, doğasında irrasyonellik ve edilgenlik bulunan kavramlara fazladan mana yüklemek, yüklenen her mana karşısında insanı edilgen bırakmaya devam edecektir. İnsanın edilgen kalması ise subjektif tanımlarla toplum dizayn etmeye çalışanlar dışında kimsenin işine yaramaz. Çünkü edilgen insan etkisizdir. Toplum mühendisleri ise kimse karşı çıkmadan kendi yükledikleri mana çerçevesinde toplumu şekillendirmek isterler.
İnsani değerlerin değil, edilgen bağların temel alındığı marjinal milliyetçi akımlar, vatan millet edebiyatına peşinen teşnedirler. Onlar bir ulusu kutsallaştırmakta ve onun çıkarlarını her şeyin üzerinde tutmakta bir sakınca görmezler. Bayraklaştırdıkları kavramlardaki anlam genişlemesine ve beraberinde getireceği edilgenliğe razıdırlar. Ne var ki “çıkar” kavramı, bir ulus için kullanıldığı durumda dahi sonucu yozlaşma olan negatifliği bünyesinde taşır. Böylece toplum mühendisleri, milliyetçi duyguları da arkalarına alarak değerleri ve toplumu istedikleri gibi şekillendirirler.
Dünyaya bir ulusun çıkarları penceresinden bakan milliyetçi akımlar her toplumda vardır. Sıkıntı bu akımların azınlık olmaktan çıkması, siyasetin ve toplumsallığın belirleyicisi haline gelmesidir. Böyle bir durumda marjinallik bütün toplumu esir almış olur. Yozlaşma kurumlara ve toplumsal ilişkilere sirayet eder. Ahlaksızlık ve hukuksuzluk yaygınlaşır, hukuk orman kanununa ve sistem mafya düzenine döner.
Kaybedilenler
15 Temmuz 2016’daki darbe teşebbüsünün en olumsuz sonuçlarından biri, beka kaygısının ortaya çıkması ve yerlilik/millilik kavramlarının ülke çapında toplumsallık kazanması idi. Cumhurbaşkanlığı sistemiyle ortaya çıkan % 50 + 1 oy şartı ise olumsuzluğu bir bağa dönüştürdü ve o zamana kadar ülkeyi görece başarıyla yönetmiş olan vizyoner aklı, her toplumda az sayıda bulunması gereken marjinal akla esir etti.
Türkler, Moğolların amca çocuğudur. Silahlar patladığında kanları fokurdamaya başlar. Hele cepheden zafer haberleri geldiğinde hisler önü alınmaz bir sele dönüşür ve büyük bir süratle aklı devre dışı bırakır. Zaferler hisleri, hisler yeni zaferleri coşturur durur. Savaş alanlarında zaferler kazandıran bu coşku medeniyetin düşmanıdır ve Moğollarla Türkler arasındaki ince ayrım noktasıdır. Milliyetçi duygular ne kadar baskın olsa da, Türkler günün sonunda aklı galip kılıp medeniyet kurmayı başarmıştır.
Ancak Moğol kanı her Türkün içinde durmaktadır. Vatan, millet diye başlayan cümlelerin teklifsiz karşılık bulması, bir anda her şeyi bir kenara atarak tek geçerli değer haline gelmesi bu sebeptendir. Türkiye’de iktidarını sürdürmekte zorlanan veya politik olarak köşeye sıkışan her siyasetçi er geç milliyetçi söylemlere başvurur. Bu garanti söylem toplum tarafından da hiçbir zaman karşılıksız bırakılmaz. Ne var ki Türklere yapılacak en büyük kötülük onların milliyetçi zaaflarına oynamaktır; çünkü zaafları harekete geçirecek her politika Türkleri irrasyonel olana, edilgenliğe, yani Moğollara bir adım daha yaklaştırır.
Bugün Türk toplumu çok büyük bir sınavdan geçmektedir. İktidar sırtını ulusalcı ve milliyetçi koalisyona dayamış; beka, yerlilik, millilik gibi kavramlar siyasetin oluşturucu kavramları haline gelmiştir. Yeni söylem cepheleri coşturmuştur; Suriye’den, Libya’dan, Karabağ’dan, Kuzey Irak’tan ve Doğu Akdeniz’den zafer naraları yükselmektedir. Ancak içeride toplumun kimyasını bozmakta, değerleri alt üst etmektedir. Toplum bir çeşit tekfir diliyle dar bir girdaba sokulmuştur. Yerli ve milli bir iktidarın yerli ve milli yönetimine itaat etmeyenler (yani toplumun % 49’u) ötekileştirilmekte, terör destekçisi ya da hain damgası yemektedir. İnsanlar hızla birbirinin düşmanı haline gelmektedir.
Bekleneceği üzere milliyetçi coşku hukukun üzerine çıkmış adalet mekanizmasını bozmaktadır. Yargı bağımsızlığını yitirmiş, yerli ve milli gibi algılanan bireyler veya kurumlar yargılanırken mahkûmiyet verememekte, yerli ve milli olmadığı düşünülenler yargılanırken de beraat ettirememektedir.
Yerlilik ve millilik diğer değerleri önemsizleştirdiği için siyasette ahlak gittikçe ikinci plana düşmektedir. İhaleye fesat, yolsuzluk, hırsızlık ve adam kayırma gittikçe sıradanlaşmaktadır. Vatanı sevmekle suç işlemenin bir arada bulunamayacağı unutulmuş, vatanı için suç işleyen yeni tipler ortaya çıkmıştır. Hangi suçların vatan sevgisiyle irtibatlı olduğuna karar veren bir mekanizma olmadığı/olamayacağı için de mafya düzeni geri gelmiştir. Kolluk birimleri kendilerini yerliliğin ve milliliğin teminatı olarak görmekte, yerli-milli olmayanlara darp, kötü muamele ve işkence yoluyla ceza vermektedir.
Bu kavramların ülkeye kaybettirdikleri çok fazladır. En küçük eleştirileri bile şüpheyle karşılayan yöneticilerin samimiyetini yok etmiştir. Öteki ve düşman sayısını artırarak toplumsal barışı yok etmiştir. Güvenlik kaygılarını azdırarak sükûneti yok etmiştir. Güvenlikçi politikaları teşvik ederek düzeni yok etmiştir. Akılları irrasyonel bir çerçeveye sokarak değerleri yok etmiştir.
Ülke, üzerine medeniyet inşa edilmesi mümkün olmayan bu dar kanaldan ve bu irrasyonellikten bir an önce çıkmak zorundadır.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.