Sait Alioğlu: İslamcılık ve “yaşana gelen” daralma -3

06.11.2023

“İslamcılık öldü mü? Dünya ıssız kaldı mı; Meydan muhafazakârlığa mı kaldı?”
Türk halkının en önemli destanlarından sayılan “Alp Er Tunga destanı” adı geçen şahsın varlığına atfen “Alp Er Tunga öldü mü? Issız acun kaldı mı? / Ödlek öcün aldı mı? İmdi yürek yırtılır?” dizeleriyle başlar.
Destana ait bu ilk mısra’nın ilk iki dizesine yapılan vurgu, adı geçen şahsın varlığının önemine binaen, yok olma, ölme ve daralma anları ile ilgili durumlar için kullanılmaktadır.
Biz de, İslamcılıkla ilgili daralma ve ondanda öte, onun öldüğüne inanan, ölümünü gören ve kendini İslamcılık formu içerisinde tanımlayanlar kişiler olarak bu ölüme alışmalı, o durumu içselleştirmeli miyiz; yoksa onun dirilebilmesi için çalışmalı mıyız?
Elbette, bir canlı açısından nasıl ki biyolojik ölümlerle ilgili bir şeyler yapılamayacaksa, konumuz açısından söylersek, sosyal ve siyasal alanda ölen ve dirilmesi/diriltilmesi pek de mümkün görülmeyen ölümlerle ilgili de bir şeyler yapılamazdı.
İki tür ölümde insanı üzer ve çaresiz bırakırdı. Bir canlının ölümü sonrasında, ya o kişi kayda değer hiçbir iz bırakmamışsa arkasından bir, iki gün ağlanır ve unutulurdu.
Şayet iz bırakmış ise, onun bıraktığı iz mucibince, ya o bırakılan şey olumlu ise daha ileri noktalara taşınır ya da, olumsuz bir şeyler bırakmışsa, o, insanın belleğinde fazla zaman almasın, gereksiz bir yer tutmasın diye unutulmak istenir ve yerine göre de ondan dersler ve ibretler çıkarılır.
Dikkat edilirse eğer, burada “hayır – şer, iyi – kötü ve hüsn – kubuh” konuları önem kazanmaktadır.
İmdi, bizim ölümüz İslamcılık. Onun ölümü biyolojik olmayıp, etki durumu açısından değerler skalası içerisinde; din temelli sosyal, siyasal, kültürel vb. geniş bir çerçevede bulunmakta olup, mahiyeti gereği de geniş bir çerçevede ele alınmalıdır.
Ki, bundan dolayı, var olan, yaşana gelen duruma “daralma” demiş olsak da İslamcılığın canlı iken, cansız durumları yaşamasını ifade etmediğini, edemediğini söylemek zorundayız.
Acı bir durum, ama elden ne gelir ki…
Başa dönersek, İslamcılık, geleneğe “gelenekçilik kalıbı içerisinde” yer veren, bu tavrında ısrar eden ve ona yönelik olumlu eleştirileri dahi tehlike olarak gören, bundan dolayı da bu eleştirilerden hareketle İslamcılığa düşman olan çevrelerin bildiğinin aksine İslamcılık her şeyden önce Osmanlının şahsında “devleti, içerisinde bulunduğu zor ve açmaz durumlardan kurtarma misyonu”na sahip bir dünya görüşü olarak değerlendirilmeyi yeterince hak etmektedir.
Onun kurtarmak istediği devlet Osmanlı idi. Zira Osmanlı kendi döneminde İslam dünyasının büyük bir bölümünü elinde tuttuğu gibi Müslümanlarında koruyuculuğunu(hamiliğini) üstlenmiş idi.
Osmanlı ile birlikte, önde olan İran ve Mısır’da kendi güçleri nispetince ellerinde tuttukları güç ile belli bir oranda hakimiyet mücadelesi veriyordu.

Bu üç devletin, yanlışı, doğrusuyla devlet ve toplum açısından Müslüman oldukları ve “maksadı tam olarak yansıtmaktan çok uzak” yapılarına rağmen, temel gayelerinin İslam ve Müslümanların geleceğini temin etmek olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu iyi niyete ve ortaya konan çabalara rağmen bu üç devletinde, birçok açıdan çöküntü içerisinde olduklarını da görmemiz gerekir.
Bu çöküş içerisinde olmanın, kökü uzak tarihe dayanan mücbir sebepleri olduğu gibi, bu sebeplerin bir izdüşümü mesabesinde olup da içerisinde yaşana gelen durumları resmeden modern anlayıştan kaynaklanan ‘yeni durum”u ya tam idrak edememe, ya da ona uygun doneleri teminde yaşanan sıkıntıları aşamama hallerin varlığı söz konusu idi.
Modernleşmenin bir sonucu olarak devleti, bulunduğu sıkıntılı durumdan, kaos ve kriz ortamından kurtarmak, toplumunu da sahil-i selamete ulaştırma adına, dönemin âlim, aydın ve entelektüelinin çabaları sonucu dört paradigmatik durum devlete ve topluna teklif edilmişti.
Bunlar, Osmanlıcılık, Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık idi.
Bunlardan Osmanlıcılığı da “toplumu bir arada tutma” düşüncesi açısından değerlendirdiğimizde, toplumsal açıdan İslam’ı öncelediği düşünülse de, o da var olan belli noktaları açısından Batıcılık içerisinde bir yere oturtulabilirdi.
Müslümanlarla birlikte, Osmanlı tebaası olan gayr-i müslimleri de bir arada görmek ve tutmak istemesine rağmen Batıcılar(aynı zamanda Türkçüler) tarafından uygun görülmeyip unutulmaya terk edilmişti.
Bunların arasında bulunan, Müslüman toplumda diğerlerine nazaran büyük bir yer kaplayacağı düşünülecek olan İslamcılık, onu formel hale getiren işin erbabı tarafından bir içeriğe kavuşturularak sultan’a teklif edilmişti.
Bu form eğer sultan tarafından kabul edilmiş olsa idi, toplumsal planda öteden beri süregelen dinî, sosyal, siyasal, kültürel vb. temelli birçok yanlış bilgi en sahihiyle yer değiştirebilir, en sahih davranış kalıpları içerisinde yenilenebilinirdi.
Zaten, İslamcılık, eski dönemlerde var olan doğrularla birlikte, oluşan yanlışlar kümesini, aşılmaz hale gelen dolayısıyla “sorunların oluşturduğu” yapay dağları yıkma ve aşma durumu olarak bir ihya ve tecdit(canlanma ve yenilenme) hareketi olarak ele alındığında, onun toplumsal planda carî(yürürlük) bir karşılığı söz konusu idi.
Bu sahiplik olgusu, toplumsal plandan ziyade, dönemin sultanı ve şürekâsı tarafından yönetimin saltanattan arî kılınmasına yönelik olduğu düşüncesiyle pek kabul görmemiş ve reddedilmişti.
Günümüzden yaklaşık yüz küsur yıl önce, İslamcılık adına; sarayın öngördüğü gözden düşmesi, alanının daraltılması ve en sonunda da unutulmasına yönelik çabaların, bu kez günümüzde de farklı şekillerde ortaya konulduğunu görmekteyiz.
Bu duruma baktığımızda, bu topraklarda gözden düşürülmek ve kapladığı alan açısından daraltılmak, hatta “bir daha” kendisine gelmemesi istenen tek paradigmanın İslamcılık olduğunu söylersek, bu duruma şaşmamak gerekir.
Zira arı kovanına çomak sokmanın adı bu ülkede hep İslamcılık olarak kaldı. Bu gayreti sonucunda da, ona başta yönetimlerin eliyle, daha sonra da müntesipleri tarafından unutulmuşluk, terk edilmişlik, alan daraltılmışlık ve sonunda da onun ölmüşlüğü üzerinden muhafazakârlaşmışlık uygun görülmüştü.

İslamcılık içerik açısından, en sağlam bilgi kaynağı olan Kur’an’ın o, eşi ve benzeri bulunmayan aziz Kur’an ile onun hayata geçirilmiş, ivme kazandırılmış hali olan peygamber(s)’in anlatımını, örnek olup yaşanılmasını içeren sahih(doğru, gerçek)sünnetinin ve o minvalde oluştuğuna kanî olunan durumları belirten bir öze sahiptir.
Batıcı paradigmanın, devletin çöküş sürecinden başlayıp onun yerine yeni bir yapının ihdas edildiği süreçte, yekdiğerini dışlayıp onların yerine geçirme suretiyle geçerli sayılan bir paradigma olarak kendini güçlendirmesi ile birlikte, İslamcılığında yer altına çekilmek zorunda kaldığı bilinmektedir.
Osmanlı son döneminde özellikle de II. Abdülhamid’in İslamcılığı bir ihya ve tecdid hareketi olarak değil de, “İslam Birliği” adı altında devletin hakimiyetini alabildiğine perçinleme düşünce ve çabası şeklinde algılayıp ona öyle bir değer biçme yaklaşımı sonucunda dönemin önde gelen İslamcılarını enterne ermesi(sürgün ve hapis şeklinde) İslamcılık için bir daralma durumu idi.
Bu durumlar, daha sonra, Cumhuriyetin ilk döneminde(tek parti dönemi) eski uygulamalardan bir hayli farklı olarak yaşandı. Bu dönemde de gözden düşürmek, sürgüne zorlama ve bunlara ilave olarak Müslüman halkın haksızlıklar karşısında var olan hak arayışları, haklı isyan ve direnişlerini bastırmak için yapılan tenkiller ve katliamlar şeklinde belirdi. (Bu tenkil ve katliamlar Alevilere de karşı yapılmıştı.)
Daha sonra ise, “devleti kurtarma” misyonu ile hareket eden ve buna bağlı olarak Müslümanların, İslam anlayışı ışığında çağdaş dünyayı tanımasını ve ona göre tavır almasını arzulayan son dönem İslamcı âlim, aydın ve münevveri, cumhuriyet’in baskıcı uygulamalarına maruz kalmışlardı.
Bu meyanda, onların sahadan el çektirilmesi, pasifize edilmeleri, bazılarının pasif görevlerle taltif edilmeleri(!) ve bir kısmının da mahkemelerde yargılanma suretiyle belli cezalara çarptırılmaları(Ör. Said-i Nursî), bir devrin sonunun geldiğini göstermesi açısından bir hayli önemliydi.
Bu süre zarfında, kurtarılacak olan devlet çöküp yıkılmış, onun yerine salt Batıcı değerleri baz alan ve kendi temelini maddeten ona uygun paradigmalar üzerine kuran yeni bir devlet oluşmuştu.
Daha sonra ise, 19. Yüzyıldan devralınan jakoben, İttihatçı anlayışla devlet yönetmenin, o günün çağdaş dünyasının(Batı; ABD, Avrupa) izlediği söylenen yolun zıddına bir yol ve yöntem olduğu “düşünüldüğünde” bu tarz bir yönetimin refüze edilmesi gerekiyordu!
Aynı zamanda, kendi yüzünü Batı’ya çevirmiş ve yönünü de ondan yana yapmış bulunan yeni devletin, var olan uygulamalarının tümden değil de, bazı noktalar açısından revize edilmesi daha uygun görülmüştü.
Demek oluyordu ki, Batı, mahiyeti konusunda belirgin bir şey söyleyip istememiş olsa da, tek parti yönetimi yerine, halkın katılımın sağlanacağı demokratik bir anlayışın ışığında bir ortamın sağlanması söz konusu idi.
Batı, bu istek ile ne düşündü; bu ayrı bir konu olmakla birlikte, ta İttihad ve Terakki döneminde test edilmiş olan bir seçim ve buna bağlı bir yönetimin uygulanacağı az, çok belli olmuştu.
İpler Cumhuriyetçi kadroların elinde idi. Halkın katılımı ve demokraside ister, istemez, Barı’ya uygun, ama genel itibarıyla iç şartlar(!) muvacehesinde kendine bir yer bulacaktı.

Bu yolla, adeta “nefis köreltecek kadar” tadımlık bir dilim tatlı yeme/yedirme misali, zaman içerisinde muhafazakârlaşan Müslümanların kahir ekseriyetinin sağcılaştırılması sağlanmış oldu.
Bu durum, aynı zamanda, muhafazakârlaşanların, ulusalcı olan cumhuriyetçi kadroya karşı, ama temelde ulusalcılık ile özdeş olan milliyetçilik kalıbına sokulmalarını da beraberinde getirmişti.
Bu muhafazakârlaşma ve milliyetçileşme, aynı zamanda, yer altına(underground) çekilmiş bulunan İslamcılığı ve İslamcıları da halkın ilgi alanından tamamen sarf-ı nazar etmiş ve onu adeta tarihe gömmüştü.
İslamcılık(haliyle İslamcılarda!) toplumsal planda görünmez olduktan sonra, Müslüman kitleyi –eğer öyle bir niyetleri vardıysa- cumhuriyet kadroları karşısında savunma görevi(!) çoğu da üfürükçü olan şeyh müsveddelerine ve Kur’an’dan bihaber olanlara kalmıştı.
Burada şahıslar bazında tasavvuf ve tarikat hakkında farklı bir bakış açısına sahip olunsa da, bu üfürükçülerin yapıp ettikleri hiçbir şeyin, bu form dahilinde hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktu.
Bu bağlamda söylesek eğer, İslamcılığın tasavvufa karşı olması değil, hakikati örten ve gerçeğin de görünmesini engelleyen hem her şeyin İslamcılık adına olumlu bir karşılığı olamazdı.
Her daim Allah’ın©️ bir hikmete mebni olarak tarihin kırılma durumuna/anına yönelik bir muradı söz konusu olacaksa, tarih, çeşitli sebeplerin bir araya gelmeleri sonucu bir kırılma yaşardı.
Belki de bu kırılma anlarından biri, yine “hikmet içre” düşürsek II. Dünya Savaşı sonrasında sömürgecilikten kurtulma mücadelesi veren birçok Müslüman ülkede gerek bazı devletlerin ve gerekse de dönemin İslami hareketlerinin(Ör. İhvan) hem kendi çabaları ve hem de konjonktürden kaynaklanan bazı sebepleri kullanmaları sonucunda, İslamcılık formu tekrardan gündeme gelmiş oldu.
Bu durum ister istemez Türkiye’de de karşılık bulmuştu. Öncelikle Allah’ın©️ muradı ve altmışlı yıllarda, hem dünya konjonktürünün, hem de Batı’nın cumhuriyet kadrolarına kabul ettirmek istediği demokratik ortamlardan hemen her sosyal ve siyasal çevrenin yararlandığı gibi İslamcılık formu, dönemin İslamcıların gayretiyle basın, yayın araçları üzerinden kendine hatırı sayılı bir yer edinmişti.
Bu dönemde vücut bulan İslamcılık, birçok çevrenin sandığının aksine tekdüze bir olgu olmayıp, müntesipleri açısından İslam’dan ne anlamış iseler” ona uygun çerçevede ortaya konulan çabalar olarak düşünülmelidir.
Biri salt hilafeti öngörürken, biri “Müslümanlarında haklarının korunup güvence altına alınması”nı öngören başka bir yönetim formun öngörür ve önceleyebiliyordu.
Haddizatında hilafeti işin dışında bırakmadan, onu en başa yerleştirip, onu demokrasi ile bir arada seslendirenlerden tutunda(*) yönetimin salt demokratik teamüllerle oluşabileceğine inanan İslamcılar üzerinden bir İslamcılıktan da söz edebiliriz.
Altmışlarda kendine özgü şartları çerçevesinde yeniden toplumsal planda var olmaya çalışan İslamcılık yetmişlerde de kendine özgü durumunu koruyarak seksenlere ve doksanlara ulaşmış oldu.

Yetmişlerin sonunda var olan dünya konjonktürün ittirmesiyle seksenlerde 12 Eylül darbesinin de etkisiyle Türkiye sosyal ve siyasal hayatında eskiye nazaran farklı bir yer edindi.
Bu dönemde İslamcı karaktere sahip bulunan Milli Görüş’e bağlı Refah Partisi’nin hem toplumsal planda “önce ahlak ve maneviyat” vurgusu, hem de iktidar planında ağır sanayi ve yerlici düşünce bağlamında iktidar olma çabalarına şahit oluyorduk.
Bu dönemde birçok belediyede kendini gösteren RP’nin, doksanlarda da sürdürdüğü mücadele sonucunda “kısa süreliğine de olsa- iktidara geldiğini belirtmiş olalım…
İslamcılığın RP üzerinden iktidar olma durumu, bu partinin faaliyetlerinden hareketle İslam’a karşı yapıldığından hiç kimsenin kuşkusunun olmadığı 28 Şubat postmodern darbesi İslamcılığın –en azından-siyaset planda- geriletilmesine sebep olmuştu.
Daha sonra, o kadro içerisinden çıkan ve kendisini “yenilikçiler” olarak tanımlayarak muhafazakârlaşan AK Parti’nin, iktidar sürecinde topluma yönelik birçok iyi, yararlı ve yasal(meşru) işlerle birlikte İslamcılığında peyderper unutulmasına, giderek terk edilmesine ve daha sonrada alanının alabildiğine daralması söz konusu oldu.
AK Parti sürecinin, henüz nihayete ermediği için ilgilisi tarafından tüm detaylarıyla bilindiği düşüncesiyle, süreçle ilgili olan bitenin mahiyetine dair görüşler yorum gerektirmeyecek kadar açık, seçik bir şekilde ortada durmaktadır.
Bu sürecin, istisnai durumlar hariç, İslamcılık ve dolayısıyla İslamcılarla ilgili yanına gelince, dost, düşman hemen herkesin “iyi ya da kötü niyetlerle” AK Parti’yi İslamcı olarak görmesi, onu öyle tanımlaması” birçok soruyu da beraberinde getirmiş oluyordu.
İleri sürülen bu iddialara rağmen AK Parti’nin kendini ısrarla “muhafazakâr demokrat” olarak etiketleyip tanımlaması ve “iktidar bazında” her noktada bulunan Kemalist yapılanmaları elemek için kendi kadrosunu oluştururken muhafazakâr yapılardan(Ör. Gülen hareketi) yararlanma düşüncesine bakıldığında, İslamcılığın, parti içerisinde sadece şahıs bazında retorikten ibaret kaldığı söylenebilir.
2010’daki 12 Eylül referandumu ile başlayan ve sosyal, siyasi ve dışarı bağlamında, karşı hareketlerinde etkisi sonucunda meydana gelen birçok olayın mahiyeti ve oluşumuna bakıldığında ortaya atılan “beka mes’elesi” ile ivme kazanan “tekçi” yönetim anlayışı sonrasında olan biten her şey hemen herkesin malumudur.
O mes’ele üzerine bina edilen CBHS(*) muhalefeti bitirme noktasına getirdiği gibi giderek milliyetçiliği, muhafazakârlığı “bir daha yıkılmamacasına” sağlamlaştırırken, İslamcılığın alanının da alabildiğine daralmasına sebep oldu.
Bu daralma, sadece iktidar kanadı ile ilgili olmayıp, bu durumu, belli de iktidar olmayacak ve dolayısıyla kişiye maddi getiride bulunmayacak olan İslamcılıktan kurtulmak isteyen zevat açısından da değerlendirilmelidir. K, o zaman mes’ele tam anlaşılmış olur.

Dipnotlar:
*)Ahmed el-Kâtib; Demokratik Hilafete Doğru, Mana Yayınlar
**)Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi
Devam edecek…

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Sait Alioğlu’nun Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.