05.06.2024
Herhangi bir iş grubunda, “alaylı ve mektepli” ayırımı, büyük oranda hemen her alanda kendini gösteren modernleşme ameliyesine bağlı olarak toplumsal hafızada kendine bir yer bulmuştur.
Klasik dönemlerde, bir iş tutmak, iş ve aş sahibi olmak, usta, çırak ilişkisine dayanmakta olup, birinin el verme, diğerinin ise el alma şeklinde gerçekleştiği söz konusu idi.
Bu el verme, el alma durumu, salt bir tarikat adâbına uygun fenomen olmanın yanında, dönemin Anadolu insanına, bu olgular içerisine onun bir iş sahibi olmasını salık veren bir noktaya işaret etmektedir.
Ahilik çerçevesinde, bu usta çırak ilişkisi ile el verme, el alma durumu, Cumhuriyet’in ilk dönemlerine kadar devam etmiştir. Bu durumun, hâlen yer yer devam ettiğini de belirtebiliriz.
Gerçi, bu usta çırak ilişkisi, çoğu kez dile getirilen ve ilköğretimin sekiz yıla çıkarılmasına koşut olarak, “sanayide çalıştırılacak çırak bulamıyoruz” serzenişlerini dikkate alma adına, artık, belli bir mesleğe yönelik okullarda buna dikkat edilmesi sonucu, alaylılık durumu, tekrardan revaç bulmaya başladı.
Alaylılık durumu, genelde modernleşme ve özelde de Osmanlı son döneminde, o da “çağı yakalama, milletin ve devletin makus talihini” sona erdirme adına ortaya konan teknik çabalarla az da olsa ortadan kalkmış oldu. Bunun yerine mektepli bir anlayış kabul edilir oldu.
Teknik konularda alaylılık her neyse de, dinî ilimler adına alaylılık pek vaki olmamıştı.
İnsanlara dinî konularda rehberlik yapacak olan şahısların tamamına yakınının, belli bir seviyede de kalmasına rağmen, insanlar medresede yıllar süren bir eğitim sürecinde geçerek görev alıyorlardı.
Tabii ki, burada medreselerin yapısına ve işleyişine dair bir bilgiye yer vermeyeceğimiz için, bu konunun sadece salt bilinmesi adına belirtildiğini söylemek zorundayız.
Ama buna rağmen, ilimde alaylılık pek kabul görmeyecek olsa da, bu ülkede “din adına her ne varsa” onları toplum hayatından silmek ve söküp atma adına İslami ilimlere karşı açılan “laiklik adına savaş” neticesinde, müftüsünden, mollasına, sıradan bir cami imamına vs. kadar bir silsile içerisinde, onlarca yıl, din mektepli değil de, alaylı insanların insafına terk edilmişti.
Hatta Osmanlı döneminde hemen hepsi devlet nezdinde kayıtlı bulunan tarikat, tekke çerçevesinde şeyhlere vb. dair tüm bilgilerin devletin bilgisi, gözetimi ve denetimi açısından bilinmekte idi.
Ama ne zaman ki, mekteplilerin önü kesilip dinin unutulmaya yüz tuttuğu bir dönemde, meydan, adeta ortaya pıtrak gibi çıkmış bulunan ham softa insanlara kalmıştı.
Düşünün, işin ehli insanlarla birlikte, Kur’an’ın ifadesiyle fasıklığı tescilli olup, işret hayatında bulunan, ama hasbelkader sesi güzel olduğu için namaz vakitlerinde ezan okuyabilecek kadar az buçuk bilgisi ve tecrübesi olan insanlara çoğunlukla yer verilmişti.
Bunlarla birlikte, dinden “az çok” anlayan, ama o alanda mektep ve medrese görmemiş olup en azından ortaokul ve lise diploması olan birçok kişiye de müftülük gibi birçok makam tevdi edilmişti.
Bu minvalde seyreden duruma bakıldığında; medreselerle birlikte Osmanlı döneminden kalan ve büyük oranda klasik usül dışı dini eğitim veren Darulfünun’a bağlı ilahiyat fakültesi dahi cumhuriyet uygulamaları çerçevesinde lağvedilmişti.
Ülkenin birçok yerinde –o da genelde şehir merkezlerinde- konuşlu bulunan ve Sünni/Hanefi fıkhı üzerine eğitim verilen medreselerinin birer, birer kapatılmaları, o alanda önemli ve yeri doldurulmayacak bir boşluğa yol açmıştı.
Bu arada Sünni/Şafii fıkhı üzerine eğim veren -Kürt-medreselerinin faaliyetleri de büyük oranda kesintiye uğramıştı.
Bu dönemde Kürt coğrafyasında ilim tahsil etmek isteyen epey kişinin, türlü riskleri göze alarak Irak’a ve Suriye’ye gidip oralardaki medreselerde eğitim aldıkları da söz konusu idi.
Ağırlıklı olarak Hanefi fıkhı üzerine eğitim veren medreselerin bir daha açılmamak üzere kapanmış olmaların yanında, Kürt coğrafyasında bulan medreselerde eğitim gizli bir şekilde uzun bir dönem sürmüştü.
Bu durum, aynı zamanda, o da, eğitimde hem modern telakkilerin revaç bulması, hem medreselerin temeli uzun asırlara dayanan köhneleşme ve kendi iç çürüyüşüne koşut olması hasebiyle giderek toplumsal hafızada ve devletin, o işe kendi açısından bakmasına gerekçe olmuştu. Bu alanda oluşan, ya da oluşacağı öngörülen yanlış ve eksik durumlara binaen, ilk dönem cumhuriyet kadrosun, bazı çalışmaları söz konusu olmuştu.
Görünürde “dine karşı savaş açmış bulunan” devrin iktidarının, bir yandan da Osmanlı dönemine nazire yaparcasına ve ona nasip olamayan bir tarzda, Sünni hadis külliyatı Türkçeye çevrilmiş ve Elmalı tefsiri Latinize edilerek Türkçe olarak yayınlanmıştı. Bu durumun, alaylılığı bir nebzede olsa izale ettiği kabul edilebilir.
Burada, hem çelişki, hem ironi ve hem de gerçek bir durum söz konusu…
Kabul edelim ki, yeniden oluşturulan devletin, kendine özgü din politikaları berberinde birçok acı duruma ve sıkıntıya yol aşmış olsa da, onun bu “yeni” projesinin ülke sathında bulunan toplumun tümüne ulaşmaması sonucunda, din alanında da alaylılık durumunun sökün ettiğini ve giderek kalıcılaştığını da görmemiz gerekir.
İşte, o dönemlerde ve o şartlarda oluşan alaylılık hâli, bugün din eğitimi alanında göreceli olarak gerilemiş görünse de, o hâlden mütevellit olarak karşımıza “alaylı” bir “Müslüman” tipi çıkarmış bulunmaktadır.
Bu “alaylı Müslüman” tipi, o da yine modern devletin eğitim alanında izlemiş olduğu din politikaları çerçevesinde açılan yeni okullar ve izlenen müfredatın marifetiyle kısmen zail olmuş bulunmaktadır.
Bir de, “toplumsal anlamda “yeniden Müslümanlaşma”, tevhidi gerçekliğin kuşanılması, hemen her alanda olduğu üzere siyaset alanında da Müslümanların yer alma çabalarının hep birlikte bu alaylılığı törpülediği söylenebilir.
Bu çerçevede, şahısların ve grupların, o da, bir ihtiyaca binaen ortaya çıkan alternatif eğitim çabalarının da, alaylılık durumunu Müslümanlar üzerinden kaldırmaya yönelik olduğunu belirtmiş olalım…
Geçmişten gelen bu alaylılık hali, Müslümanların, yürürlükte olan laik eğitim içerisinde az çok kendine yer bulan din’e uygun, onunla paralel gitmeye ayarlı “yerli” bir eğitimle aşılmaya çalışıldığı kabul görecektir.
Bunun böyle gitmesi gerekirken, bazı çatlak seslerin de kendine yer bulduğunu da belirtelim. Şöyle ki, var olan yanlış durumların izalesi söz konusu iken, bundan önceki dönemlerde eğitim sistemi içerisinde “istenmeyen” gelenekçi anlayışın, AK Parti döneminde kendine bir yer bulmasına koşut bir şekilde, belki de iktidardan güç alarak eğitim işini rasyonel(doğrusal) bir şekilde değil de irrasyonel(doğrusal olmayan) daha doğrusu İslam’ın konu ile ilgili anlayışını yaralayan hurafe karakterli bir eğitimde ısrar etmesi, bunca ilerlemeye rağmen “alaylı bir anlayışa kapı araladığı görülmektedir.
Bu alaylılık hali, eğitim alanında, “bir ileri, bir geri” yapılarak devam ededursun, hayatın birçok noktasında da halen devam etmektedir.
Burada; Müslüman kitlenin, bir açıdan eğitimle alakalı olduğu görülen kültürde, kitapla olan –kurup kurmadığına binaen- ünsiyetinde, büyük oranda ticarette ve siyaset alanında kendini çok açık bir şekilde hissettirmektedir.
Tabii ki, en önemli olup kendinde geçmişten izler taşıyan, var olan kültürle yoğrulan ve “milli” bir hafızaya sarî din anlayışının da büyük oranda –mektepli değil, alaylı bir şekilde elde edildiğini de belirtmeden geçmeyelim. Zira bu konuda alaylılık hali, işin mahiyetini de sarih bir şekilde ortaya koymakta ve çok şeyler anlatmakta…
İlk Müslümanların, dine dair bilgilerinin kaynağını Hz. Muhammed’in(s) rahle-i tedrisinde tekmil ettiği; daha o dönemde eğitime yönelik bir kurumun(Suffa) oluşturulduğu; bunun sürekli devam ettiği; ilk Müslüman olan kavimlerin dini bidayetlerinde bu yolun takip edildiği bilinmektedir.
Müslüman olan Türklerinin –buna Kürtleri de dahil edebiliriz- işin bidayetinde bu şekilde başladığını, ama daha sonra ölünün gassala teslim oluşu misali” dini bilgimin ulemadan ziyade tarikat örgüsü içerisinde şeyhler vasıtasıyla elde edilmesi, eğitimin pek rasyonel değil de, irrasyonel ve büyük oranda da hurafe içerdiği dikkate alındığında, bize arız olan ve hayatın hemen her alanına sari alaylı Müslümanlığın da mahiyeti kendiliğinden anlaşılacaktır.
Değişen zaman ve teknik alanda var olan yeni(modern) bilgilerle birlikte alaylılık halinin bu alanlarda varlığı kabul edilecek olsa da, kişi ve toplum için bugüne ve geleceğe yönelik tasavvur açısından –din bağlamında- alaylı olma durumu pek de doğru sonucu bir türlü vermeyecektir.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.