Sait Alioğlu Yazdı: Bilmek, “Evet”, Ama Nasıl?

15.03.2024

“İlim, ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsen / Bu nice okumaktır.”
(Yunus Emre)

Modern dönem öncesinde “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Hiç şüphesiz akıl sahipleri (bunu) idrak edip anlar” (Zümer; 39/9) ilahi kelâmının bize ne anlattığına baktığımızda, bilme eyleminin mahiyetinin tüm çıplaklığıyla kendini ortaya koyduğu görülecektir.
Bilmek şüphesiz önemli olmakla birlikte, neyin bilinmesi gerektiği ve neyin nasıl anlatılması, anlaşılması gerektiği de o derece önemlidir.

Bilmeyi gerektiren bilginin kaynağının, İslam söz konusu olacaksa, hakikati içermesi ve hikmeti de sunması gerektiği gibi, bilginin akıl-vahiy ilişkisi çerçevesinde olmasını icap ettirir.

Salt Batılı anlamda olmayıp İslâmî anlamda dahi, bilginin rasyonel temellere dayanması gerekir.

Yani, bilgi, nerede ve hangi şartlarda vücuda gelmiş; hakikate ve hakikat ile ilişkilendirildiğinde bu çerçevede hayat ile uyumlu mu değil mi; dahası doğrusallık(rasyonel) derecesi var mı; yoksa harc-ı âlem bir şekilde mi vücut bulmuştur; bunlar konu açısından çok önemlidir.

Yukarıda zikrettiğimiz âyetin ikinci cümlesinde geçen ifade bize hem “akıl sahibi” ve hem de akıl sahiplerinin bilme konusunu idrak etmelerinin önemini kabul, tasdik ve idrak etmemizi salık vermektedir.

Buradan yola çıktığımızda, ister uzun, ister kısa zaman dilimlerinde olsun; insana ve hayata dair “elde ettiğimiz” dahası bize ulaşan bilgilerin kaynağına baktığımızda, öncelikle ilk insanın, yani Âdem’in(as) Allahtan© aldığı kelimelere tanık oluruz.(Bakara; 2/31)

O’ndan alınan kelimeler ışığında, Âdem(as) hem kendini, hem çevresini ve en önemlisi de o kelimeleri kendisine sunan yaratıcısının tanımış oldu.

Elbette bu tanıma durumu, bizim –doğruya yakın olsa da- herhangi bir “maddi” kaynaktan ziyade doğrudan vahiy yoluyla Allah’tan© almış olmasından dolayı nicelik açısından dolayı bizim bilgi edinmemizden farklı olacaktı.

Âdem’in(as) Allah’tan bilgi alma yolu(vahiy) zaman içerisinde anlam ve nitelik değişimi sonucu, onun iletim ve iletilenin nasıl, neden ve hangi yol ve yöntem(ler)le kullanılması gerektiği mevzuunda farklılığa ve giderek bir dezenformasyona uğramıştı.

Allah’tan© bir elçi vasıtasıyla ve vahiy yoluyla alınan ve insan tarafından dünya hayatında, o da “yerli yerince” kullanılması gereken bilginin kısa ve uzun zaman aralıklarla kendi asliyetinden koparılıp dezenformasyona uğratılma yoluyla irrasyonaliteye mahkûm edilen bilginin, yine gönderilen elçiler vasıtasıyla asliyetine kavuşturulduğu da bilinmektedir.

İlk peygamberden son peygambere(s) kadar insanlığa gönderilen İslam’ın, kendi asliyetinden koparılan birçok uygulama ile hakikat üzere kalması gereken kelâmın(söz) tekrardan eski konumuna kavuşturulması söz konusu olmuştur.

İnsanın, o da, ya kendisine uygun görülen ruhî ve zihnî yapısına binaen anlamının mahiyeti icabı “unuttuğundan -nisyan hâli- dolayı” ya da şeytanın iğvası sonucu hakikat içeren kelimelerin olumsuz anlamda değişikliği uğradığı; uğratıldığı bilinmektedir.

Zira bu olumsuz durumlara karşılık olarak, değişime uğrayan, uğratılan her kelime(bunlar aynı zamanda birer kavramdırlar) elçiler vasıtasıyla tekrardan kendi aslî yapısına kavuşturulmuştur.

Bunlarla birlikte ve hem de son elçi olan Hz. Muhammed’in(s) aslîyetini büyük oranda yitirmiş bulunan kelime ve kavramların, bu kez Müslümanlar tarafından –bazı saiklerle- kendi asliyetini yitirdiği ve “yeniden” bir operasyonu hak ettiğimi de söyleyebiliriz.

Örneğin; Kur’an’da “salat” olarak geçen ve en yalın ifadesiyle Müslümanlar tarafından eda edilmesi gereken namaz ibadetinin, formel olarak yerine getirilmesinin yanında, onun “ikame edilmesi” esprisi çoğu kez gözden kaçmaktadır.

Hani denir ya; “gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” misali, salt formaliteye indirgenen namaz ibadetinin toplumsal yönü ise göz ardı edilmiş demektir. Ki, konu ile ilgili olarak birçok örnek verilebilir.

İlim – bilim durumu…

İslâm âlimlerinin kahir ekseriyeti, o da büyük oranda henüz Batı’nın, hayatın her alanında dünyayı ele geçirmediği, ya da geçiremediği bir dönemde maddiyata dayanan bilginin önemini ciddiye almadığı; onunla uğraşmanın malayanî bir şey olduğu, ilmin sadece ve sadece “din ağırlıklı” bilgileri içerdiği savından hareketle konuyu yanlış bir zeminde ve şekilde ele aldığı bilinmektedir.

Bu sakil durum, Batı’nın kendi içerisinde en azından maddi ilerleme durumuna bağlı olarak ortaya konan Rönesans, akabinde var olan aydınlanma ve bunların hülasası sayılan sanayi devriminin de itkisiyle Müslüman toplumları zor duruma bırakmıştı.

Bunun farkına varan insanların, “ne yapalım da, en azından bun sakil durumdan kurtulabilelim?” endişesin yanında, hiçbir şey olmamış gibi davranan ve kendi yoluna devam eden ilgili insanlarında varlığı bilinmektedir.

Bu konuda Müslüman toplumların, Kur’an’ın yol göstericiliğinde dünyaya örnek olduğu asırlara kıyasla, hem dinin hikmetinin anlamada oluşan zaaflı durumlarla birlikte, maddi alanı içeren bilgilere karşı var olan kayıtsızlıkta, İslam âlimlerinin(molla sınıfı) payının olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

Konu ile ilgili birçok görüş ve yorum, İslam bilim ve kültür tarihine yönelik olarak, kaynaklarda ilgilisini beklemektedir dersek yanlış bir şey yapmış olmayız.
Bilmenin, öncelikle kişinin kendini ve yaratıcısını bilmesi gerektiğini içerdiğini söylemeliyiz. Kendini bilen nefsini bilir. Burada nefis denen olgu, alelusül olarak bilinen nefis olmayıp bizzat insanın kendisidir. Aynı zamanda nefis sahibi olan insan ruh ve bedenden oluşmaktadır.

Yukarıda, bilmenin; öncelikle vahiy yoluyla mümkün olduğunu, ya da bilgiyi hakikat boyutundan alıkoyup şeytanın iğvası sonucu dezenformasyona uğratarak, onu irrasyonliteye hasredeek elde edildiğini belirtmeye çalışmıştık. Bu saydıklarımız, doğruyu içerdiği(vahiy), ya da içermediği(iğva sonucu) şekliyle klasik dönemlerin “kadim” uygulamaları şeklinde idi.

Günümüzde ise, “Tanrının devre dışı bırakılması”na bağlı olarak, bilginin sekülerleştirilmesi sonucunda, klasik durumlardan ve ilahi gerçeklikten” tamamen farklı olarak modernleşme ve “şimdilerde de” “ne olursa gider” kabilinden postmodern saiklerle “Post-truth” yani hakikat sonrası çerçevesinde ele alınmaktadır.

Postmodernizm ve Post- truth” durum, modern durumla kıyaslandığında, öncekinden farklı olarak “ne olursa gider” anlayışı itibarıyla bilme hadisesini de hiçleştirmektedir.
Bilme eylemi ancak, ne şeytanın iğvası sonucu, ne modern ve postmodern, hatta “Post-truth” saiklerle değil, bilakis, akıl-vahiy birlikteliği içerisinde; doğruya yönelmek ve doğrusallığı baz alarak, o konuda da Allah’ın murat ettiği oranda hakikate mutali olmayı arzulayarak elde edilmesi gereken bilgiye sahip olmakla gerçekleşebilir.

 

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

 

Sait Alioğlu’nun Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir