24.08.2021
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, çeşitli açılardan Kürt sorunu konusunda ilk dönem uygulamalarında var olan birçok olayı, olguyu, mes’eleyi anlamak adına, bir an bir tarafa koyalım ve “şimdiki” duruma bakalım; şimdiki durumda, devlet Kürt halkının varlığını kabul ettiği görünüyor. Zaten ondan dolayı, çoğu kez yanlış bir ifadelendirme ile de olsa, onun, yani devlet yetkililerin sıklıkla kullandığı “Kürt kökenli kardeşlerimiz” cümlesinin bile başlı başına bir ilerleme olduğunu belirtmeliyiz.
Göreceli bir duruma işaret ediyor olsa da, bu aynı zamanda, malumun ilamıdır bir açıdan…
Eksik de olsa, hatta henüz ana dilde eğitime onay verilmediği halde televizyonda (TRT KÛRDÎ) Kürtçe yayın yapılmasına izin vermek, buna bağlı olarak Kürtçe müzik, edebiyat, düşünce programı düzenlemek, Kürt kültürüne dair materyalleri Kürtlerin varlığını kabul sadedinde kullanmak, konu ile ilgili görece bir ilerleme ve durum olarak değerlendirilebilir.
Bu konuda esas meseleye gelince, devlet, uzun yıllar Kürt halkının varlığını tümden hiçe sayan, inkâr eden anlayışın yerine, Kürdü de diğer Türk olmayan Müslüman unsurlara uygun gördüğü asimilasyon düşünce ve pratiği ile bir arada tutma, onları aynı potada eritme ve o unsurları Türkleştirme politikası güttü.
Yakın tarihi bilenlerin malumudur; Osmanlı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, kuruluşunda yer alan toplumların biri Türkler, diğeri ise Kürtlerdi. Daha doğrusu, kurucu kadro, bunu açıklamış ilan etmişti.
Yine devam eden süreçte, Lozan barış antlaşmasına da girecek şekilde; devlet kurucu öge olarak Müslümanlar vardı; Türk, Kürt, Arap, Çerkez vb.
Yerli gayr-i Müslim unsurlar ise, kurucu öge olarak değil, anayasal çerçevede –hatta Türk olmayan yerli Müslüman kavimlerden farklı olarak- birçok haklara sahip olarak kabul edilmişlerdi.
Bu uygulama, belki de tarihi boyunda bugüne dek Anadolu’yu toplumsal planda homojen bir yapıya kavuşturmuştu. Bu da, ironi yaparak söylersek, Anadolu ilk kez, Müslüman varlığın sayesinde homojenleşiyordu. Ki, bu homojenleşme, birçok insan tarafından çok düşünüleceği gibi İslam saikiyle değil, ulusalcılık vasıtasıyla gerçekleşmişti!
İslam’ın evrensel ve kavimler üstü diline rağmen, bu sakil durumu, halen bugün savunan, hem de sözde İslam adına hararetle savunan Müslümanların varlığı(dindar-laik) bir vakıa olarak durmaktadır.
Haliyle, bu anlayış ve zihniyet, yine, sözde, Müslümanların varlığını korumaları, hayatiyetlerini devam ettirmeleri açısından bir olumluluk olarak ele alınmaktadır.
Buna, Kürt konusu ve “sorunu” açından yaklaştığımızda, oluşan bu sakiliyet, devletin milleti/ulusu ile varlığını sürdürmesi açısından olumlu olarak görüldüğü halde, yekdiğerine nazaran kendine özgü kavmi farkları bulunan halkların, bir açıdan, -o da zoraki olarak- kendi farklılığı yeni “Müslüman ulus” adına feda ettiğini söyletiyordu.
Tamam, hasbelkader, bu ya da, şu saiklerle kurucu öge Müslümanlardı, ama bu ögelerin her birinin birçok alanda benzerlikleri gibi, farklılıkları da vardı ve bu farklı durum, kuru ögeliğe halel getirecek oranda yok sayılıyordu.
Yine çoğunluğum Müslüman olmasıyla birlikte, bu sakil durumlar anayasal ortamda, yine varlığa ve birliğe halel gelmeden izale edilebilirdi. Birçok kesimde olduğu üzere(dini, mezhebi, sosyal, siyasal) Kürt halkında da böyle bir beklenti bugüne kadar devam etti, ama ne yazık ki, bu bir türlü gerçekleşmedi.
Şimdiki durumu değil elbette, ama AK Parti’nin kuruluşundan başlamak üzere, 2010’lala(1 referandumu süreci) kadar “En Büyük” Kürt partisi olarak büyük bir teveccühle kabul gördüğü ortamlarda anayasal bir durum gerçekleşmemişse, bu beklentinin daha da uzun süreceği kabul edilmeliydi.
İşim içersine hiç yoktan “beka” sorunsalı girdikten sonra, bu olumsuz manzarayı, olumluya çevirmek için daha çok hayal etmek, hayalci olmak gerekirdi. Hele, birde, kapıda “elde kör bıçakla” beklendiği imajı oluşmuşsa, iş bir hayli zor demekti.
Beka Sorunsalı Sonrası Artan Irkçı Anlayışlar…
Doksanlarda Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” yollu ifadesi, onun halefi olan Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminde, bizzat onun ağzından söylesek, “PKK’yı meclisten atacağız!” söylemine dönüştüğünde, gerek siyasilerin(iktidar, muhalefet) gerekse de “an itibarıyla” devleti yönetme sadedinde bulunan zevat tarafından, Kürt sorununun bir çözüme kavuşturulmak istenmediği ortaya çıkmıştı.
Daha sonra, bir umut içre “en büyük Kürt partisi” olarak değerlendirilen AK Parti’nin, öten beri var olan rejimin gadrine uğramış bulunan çeşitli toplumsal, siyasal, mezhebi kesimlerin, devlet nezdinde bir çözüme kavuşturulması söz konusu olan sorunların çözümüne yönelik adımların Kürt sorunu içinde atıldığını belirtmiş olalım.
Roman açılımı, Alevi açılımının aslında tek taraflı akamete uğratılması dışında Kürt sorunu ağırlıklı çözüm sürecinin; gerek PKK’nın FETÖ destekli saldırıların(Ceylanpınar’da polislerin öldürülmesi)gerekse de AK Parti’nin, kendilerinin bizzat devlet olarak gören birtakım güçlerin ülkenin geleceğinin tehlikede oluğunu işlemesine binaen, Erdoğan’ın Dolmabahçe mutabakatına rağmen, çözüm sürecine olumsuz bakıp ona karşı söylemleri, sorunun olası çözümünü muhayyele bırakmış oldu.
Bu arada, 2019 seçimlerine damgasını vuran bir “beka sorunu” konusu da, birçok alanda oluğu üzere Kürt sorununun çözümü konusunda da, işi değil muhayyele, onu tamamen red, inkâr ve “salt “siyasi olarak” karşı çıkışa götürüyordu.
Öyle ki, -maksadımız kimseyi suçlamadan, niyet okumadan söylersek- bir yanda MHP destekli iktidarın(AK Parti) Kürt sorununu ötelemesi, parti içerisinde bulunan “Kürt karşıtı çevreleri” memnun etmesine koşut olarak, bölge olası oy kaybına HDP’nin sebep olduğu savıyla HDP üzerinden Kürt sorunun çözümüne, beka sorunsalı üzerinden karşı çıktığını gözlemlediğimiz “önemli oranda” partili Kürt seçmenin büyük bölümünün de etkili olduğu bir vakıaydı.
Bu durum, beraberinde birçok yanlışa da kapı aralıyordu. Öyle ki bir yanda HDP üzerinden Kürt sorununun çözümünün engellenmesine katı sunan seçmenin tavrı ile Küt coğrafyası dışında, Müslümanlık adına “dindar” oldukları düşünülen insan grupları içerisinde Türk milliyetçiliği saikiyle hareket eden ve çoğu da şahsi sorunların istismarı sonucu oluşan olaylarda, işin cinayete ve düpedüz katliâma dönüşmesi bir tehlike idi.
Diğer yandan ise, bu olan biten karşısında yandaş medyanın olumsuz tavrı ve yönetici pozisyonunda bulunan birçok kişinin, olan biten karşısında işi sıcağı sıcağına ele alması, mağdur olan aileleri ziyaret etmeleri, onlara yönelik cinayet ve katliâmlara karşı çıkmaları gerekirken, işi adeta kırsalda vukubulan adli bir vaka gibi görmelerine yol açıyordu.
Öteden beri, Türkiye’nin birçok bölgesinde Kürt inşaat işçileri ile mevsimlik tarım işçilerine yönelik saldırılar, çoğu kez de Kürdistan bölgesinde(IKYB) turist olarak ülkemizi çoğu da ailece ziyarete gelen Kürtlere karşı sözlü ve fiziki saldırılar, artık milliyetçiliğin, öyle iddia edildiği üzere birleştirici bir yönünün bulunmadığı, ortada düpedüz bir histerinin dolaştığı artık su götürmez bir gerçekti.
Zaman içerisinde birçok “olumsuz” olay vukubulmuştu. En son, Diyarbakır’dan 28 yıl önce Konya ili Meram ilçesi Çarıklar köyüne yerleşip tarım ve hayvancılıkla uğraşan Hakim Dal’ın 28 Temmuz 2021 tarihinde öldürülmesi; yine aynı ilçesine bağlı Hasanköy’de Karşı Dedeoğulları ailesinin 7 ferdinin, adı geçen aile ile “sözde” sorunu bulunan Mehmet Altun tarafından hunharca Saiklerle katledilmesi, kim ne derse desin adı konulmamış, ama varlığı bilinen katliâmlardan sadece bir, ikisi idi.
Türk vatandaşı olan ve hiçbir şeyin değil de, sadece kendi rızkın peşinde olan Kürt şahıs ve ailelere yönelik nefret yüklü ırkçı saldırılar, öteden beri devam etmektedir. Bakınız; (Kürtlere Yönelik Saldırılar Son Haftalarda Neden Artı? Adem Özgür, 1.8.2021, K24)
Kısacası devlet, “atsa atılmaz, satsa satılmaz” bir konumda bulunan ve haddizatında bu ülkenin en önem bileşenlerinden olan Kürt halkına yönelik, zaman, zaman sert ve emredici, zaman, zaman ise, var olan mes’eleyi küllî çözmekten ziyade ele alıp, Kürt kitlenin gönlünü alıcı bir, eskisinden farklı bir ulusalcılık denerken; ulusalcılığa dahi ulaşamadığı zahir olan çevrelerin işi cinayete ve katliâma vardırmaları bize şunu göstermekte idi; milliyetçi güruh daha kendi “ırkçı” kozasını henüz aşamamıştı.
O zaman, Türk tarihi açısından önemli bir ifade olan ve siyasi dahil birçok yönü bulunan “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” mottosunun, Türk ırkçıları tarafından anlaşılmadığı, idrak edilmediği belirginlik kazanmaktaydı.
Bununda birçok sebebi vardı elbet. Ama günümüze geldiğimizde şunu rahatlıkla görebilirdik, o da; artık bir çözüme kavuşturulması gereken Kürt sorununun çözümünü kendi varlıklarına karşı bir hareket olarak algılamaları ve sonuçta bir milliyetçi-muhafazakâr Saiklere dayanan beka sorunu algısının zihinsel planda önemli bir yer tuttuğu gerçeği, işi ırkçı saldırı ve katliâmlara kadar vardırıyor olmasıydı.
Demek ki, “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” tarihi mottosu artık milliyetçiler nezdinde dahi anlamını, birçok iç ve dış sebeple birlikte yitiriyor, halk katmanında var olan Türk milliyetçiliği, belki de kendi söylemi açısından söylersek, bir irtifa kaybediyor ve işin en sığ tarafı sayılan şoven ırkçılığa evriliyordu.
O zaman, “bizde ırkçılık yok; bizden aşırı sağ çıkmaz”dı söylemleri anlamını giderek kaybediyordu.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.