Sait Alioğlu Yazdı: Filistin-İsrail; Dün, bugün “direniş” ve Hamas faktörü

19.10.2023

Batı’da başlayan ve tüm dünyayı etkisi altına alan ulusçuluk akımı, başta Avusturya-Macaristan imparatorluğu olmak üzere, Osmanlı gibi çok uluslu devletlerin “bir şekilde” yıkılmasına sebep olmuş ve akabinde tüm insanlığa ağır faturalar ödetmiştir.
Bu akımın, en çok etkisi ve daha açıkçası en büyük kötülüğü, epey zamandır, ona bağlı olarak yaşayan birkaç gayr-i Müslim halkla birlikte, Müslümanlarım, özellikle de Sünni dünyayı kendi hakimiyeti altında tutan, en azından da olsa, onların nefes almasını sağlayan yapısıyla Osmanlıya yönelik olmuştu.
Birçok eksiğine ve gediğine rağmen, klasik dönemin “kendine özgü” paradigmasına bağlı olarak süregelen Müslüman kimlikli bir devlet, o güne dek dünya sathında görülmemiş bulunan ulusçuluk akımının getirdiği yıkına uğramış; koca devlet çökmüş, Müslüman olmayan halklar görece de olsa, kendi bağımsızlıklarını ilan etmiş ve Müslüman halklar da, meçhul bir geleceğe sürüklenmişlerdi.
Avrupa’da yeni bir dönem başlamış ve orada da imparatorluk yapısı çözülmüş ve irili ufaklı birçok ulus devlet ortaya çıkmıştı.
Zahiren bakıldığında, Avrupa kendi aslına dönüyordu; kıtada bulunan “ana” devletler yanında “her ulusa bir devlet” mottosuyla birçok irili ufaklı devlet oluşmuştu. Ki, bu mottonun, bizler için ise anlamı şöyle olmalıydı herhalde; “her devlete bir ulus!” Zaten, ulusalcılık adında kurgulanan masaldan istenen de buydu!
Ama ana devletler hariç tutulursa, geride kalan bu ulus devletler, II. Dünya Savaşı sonrasında, iki süper güç olarak ortaya çıkan ABD ve Sovyet Rusya’ya, karşılıklı anlaşmalar neticesinde pay edilmişti.
Bunun istisnası ise Yahudi nüfus ve onun adına Ortadoğu’da yine Batı’nın ileri karakolu olarak tanzim edilen İsrail devletiydi.
Gerçi, o da nihayetinde bir ulus devlette, ama bir istisnası vardı. O da, “Müslümanların kendi devletlerine referans kaynağı olması gericilik olarak değerlendirilirken, İsrail, ne garip ki, Siyonist karakterli bir sol, sosyalist devlet olarak kurulmuş ve Yahudi şeriatına göre tanzim edilmişti.
Hani, amiyane bir ifadeyle söylersek, “gel de buradan yak!” Hem Siyonist, hem sol-sosyalist ve hem de basbayağı bir din devleti! Bu durum, tamda oksimoron bir hale işaret etmek etmektedir.
Bu bir yaman çelişki, hem de ne çelişki! Bunu ne gören var, ne karşı çıkıp eleştiren, ama söz konusu İslam ile ilgili olduğunda, seküler karakterli, sözde “bilimselci” şom ağızlılar dip kapıdan tezvirata başlarlar; “yok şöyle, yok böyle!” diye…
Osmanlılın şahsında İngilizler tarafından Yahudiler adına toprak talep edilmesi, Siyonist projenin hayata geçirilmesi demekti.
Toprak verilip verilmediği, satılıp satılmadığı ve aynı zamanda alınıp alınmadığı bir yana, İngilizler tarafından Kudüs başta olmak üzere Filistin’in işgal edilmesi, aynı zamanda devreden ve var olan denklemden çıkarılan Osmanlı sonrasında toprak aşırı ülkelerden getirilip Filistin’e yerleştirilen Yahudilere bir nevi “geleceğinde kapısını” açmış oldu.
2 / 4
O günden bugüne, özellikle de 1948’den beri işgalci Yahudi yerleşimciler adına yapılan her türlü düzenleme, aynı zamanda, olayın bir tarafı olan Filistinlileri de kendi topraklarında bir anda yabancı konumuna düşürmüş oldu.
Epey zamandır Batı’nın/Avrupa’nın kendisi için bir baş belası olarak gördüğü ve ondan kurtulmak istediği Yahudilere yeni bir yurt bulunmuştu. Aynı zamanda, ulus devlet yapısına mahkûm edilen bölge Müslümanlarının, belki “bir daha” ayağa kalkmaması adına Yahudileri ve dolayısıyla İsrail devletini, her iki güç adına da değerlendirmiş oluyordu.
Batı ve İsrail, bu şekilde konum alıp duruma hakim olmak istediği halde, yine kendilerinin oluşturduğu ideolojik kalıplar içerisinde ve aynı amaca yönelik oluşturulan paradigmalar bütünlüğünde, Filistinliler tarafından kendisine karşı bir başkaldırı ile yüzleşmek zorunda kalmışlardı.
Büyük oranda sol ve “Filistin’e özgü” bir Arap ulusçuluğu üzerinden yol bulan ve işgale karşı oluşan mücadele, kendi bütünlüğü içerisinde bir anlam içeriyordu.
O dönemlerde, dünya iki kutuplu bir dünya olduğu gibi, Filistin’de verilen/verildiği düşünülen mücadele de doğal olarak ulusalcı ve sosyalist bir karaktere haizdi.
Belki de, “görünürde” arkasında en başta Sovyetlerin ve onun peyki durumunda olan ülkeleri ile dünyanın geri kalan kısmında var olan sol, sosyalist çevrelerin ona verdiği desteğe bakıldığında, özgür bir Filistin’in kurulması gerekirdi.
Ama ne bağımsız bir devlet v ne de geleceğe yönelik iyimser bir havanın varlığı bir türlü mümkün olmuyordu.
Yanlış giden bir şeyler olmalıydı; ya, bu sol, sosyalist devletler ile sair çevrelerin kapitalist Batı bloğu karşısında ciddi bir gücü yoktu, ya da Dünya’yı ikinci kez paylaşıma yönelik yapılan savaşın başat bir ürünü olarak Filistinliler hep ötelenecek ve İsrail devleti Batı adına ileri karakol vazifesini deruhte etmeyi sürdürecekti.
Şu anki Rusya’nın, küresel bir mantıkla Batı dışı sayılması, onun her taraftan preslenme planları ve Ukrayna üzerimden şeytanlaştırılmak istenmesine bakıldığında, Rusya’nın da eski tutumunu terk edip “bağımsız bir Filistin”den yana görüş belirtmesi, yeni bir paradigmanın oluştuğunu göstermesi açısından önem arz etmektedir.
Küresel ağanın, sözde Rusya’yı ve Çin’i vb. soğuk savaş sonrasında devre dışı bıraktığı savına dayanan tek kutuplu dünya ölçeğinde, ona göre artık Filistin için mücadele edecek bir örgüt ve onu destekleyecek devletlerin ve çevrelerin kendisine bağlılık yemini edeceğini düşünmesi, intifada hareketleriyle giderek anlamsızlaşıyordu.
Soğuk savaş sürecinin bitimi döneminde, sözde verilen onca mücadeleye ve ortaya konan çabaya rağmen, Filistin adına pek de bir başarı elde edememiş olan El Fetih’în(FKÖ) yerine kendine İslam’ı referans alan ve davasını onunla taçlandırmak isteyen HAMAS’ın, 1988’den buyana ortaya koyduğu intifada çabaları, “şimdilik kaydıyla” bir sonuca ulaşmış olmasa da, gelecek için umut vermektedir.
Bu durum, aynı zamanda, zahiren Filistin için bir mücadele verdiği düşünülen sol ve ulusalcı cephenin, elde Batılı ideolojik kalıplar ve onlara uygun paradigmalar bulundurulmasına rağmen, uğrunda mücadele edilen toprakların kadim İslam toprağı ve halkının da Müslüman olması; o konuda karşıt pozisyonlarda bulunan çevreleri pek ikna etmemiş olmalı ki, her iki tarafında, bu işgalin ve sürgünün devamından yana olduğunu söylemek gerekir.

Siyonistlerin iddialarının aksine, ne Büyük İsrail Projesi(BOP ve GOP’ta buna dahil)ne de her iki tarafın arasını bulup, orada iki devletin olmasını öngören telifçi ve popülist anlayışın, HAMAS’ın, -yapmasa daha iyi olur- yapageldiği yanlışa ve aynı zamanda doğru düzlemde hareket etmesine bağlı olarak, durum öyle bir, iki günde netleşmeyecek olsa, da, var olan işgalin giderek irtifa kaybetmesini ve Müslüman Filistin adına bir şeylerin değişebileceğini, ya da değişmeyebileceğini öngörmemiz gerekir diye düşünmeliyiz.
Bu sürecin, düşmanların varlığına rağmen, dostlarının, ne adına olursa olsun çark etmemeleri sonucunda, er ya da geç Filistin’in bağımsızlığı ile taçlanacağını söylemek pek de ham, hayal bir şey olmasa gerek!
Ama yine söyleyelim; düşmanlarının varlığından ziyade, dostlarının, en başta ona olan düşmanlıklarının farkına varıp, bir yandan düşmana karşı çıkarak, bir yandan da dostluğun nasıl elde edilebileceği sorusuna odaklanmaları gerekir. Ama bu nasıl yapılabilir? Zaten esas mes’ele ve esas sorun da bu!
Halihazırda buna dair ne düşünülüyor ve nasıl bir çözüm önerisi sunuluyor, ya da sunulacak, ortaya konacaklara dair, tez elden bunlara yönelik cevapları bulmamız ve uygulama alanına koymamız gerekir.
Kabul edelim ki, böyle bir çözümün önünde birçok “maddi” engel var. Bu engelleri şu şekilde sıralayabiliriz; en başta öteden beri sahada olduğu bilinen ve buna bağlı olarak Filistin için mücadele ettiği düşünülen örgütlerin mahiyeti, mücadele yöntemi –samimi olup olmadıkları- reelin yanında hakikatin de ayırdında olup olmadıkları öncelik kazanmaktadır. Zira evin için her zaman önemlidir.
Diğer engellere gelince; sözde tarihsel, kültürel ve dini olarak Filistin ile bir bağı olduğunu savlayan ve belli bir oranda kullanılabilecek güce sahip bulunan birkaç devletin, kendilerinin de ulus devlet yapısına sahip bulunmayışları ve aynı zamanda birçok alanda yeterince etkin ol(a)mamaları, ulus devlet yapılarından dolayı kendi içlerinde mass ettikleri farklı kavim, din ve mezhebî grupların şu ya da bu oranda var olan sorunlarının bir türlü çözüme kavuşturulamaması gibi sebepler, Filistin konusunda, bu devletlerin elini, kolunu bağlamaktadır..
Bunlarla birlikte bölge ülkelerinde var olan yönetim şekillerinin, her şeyden ziyade “”olumlu anlamda” insana uygun hale getirilememesi, yönetimin babadan oğula devri, ya da başka tür “zor yönetim” modellerinin uygulanması, adaletin yeterince sağlanamaması, maddi refahın tüm toplumsal katmanlara yansıtılamaması gibi mücbir sebepler, ne yazık ki Siyonist zalim rejim karşısında boynumuzun bükük kalmasına sebep olmakta…
Bir de, ontolojik açıdan Batı’ya bağımlı ulusalcı hareketler ve oryantalist anlayışlar üzerinden onların iz sürdürücüsü konumunda bulunan ulusalcı kesim ve şahıslara ek olarak, sözde sol değerlerle haiz olduğu düşünülen birçok sol çevre ve şahısların, soğuk savaş sonrasında, dümeni kapitalist Batı’ya kırması, kendi özgül ağırlığı mucibince, Filistin’in özgürlüğü konusunda sekter olmaktadır.
Aynı zamanda, ilk dünya savaşı döneminden kalmış olup, dönemin emperyalist projelerinin ürünü kabilinden bir sorun olan ve onlarca yıldır koca bir bölgenin(Türkiye, İran, Irak, Suriye) baskılanmasına sebebiyet veren Kürt sorununun ve yine emperyalizmin diğer bir ürünü olan Filistin sorununun olası çözümü, bölgede ve dünyanın geri kalanında da kalıcı bir rahatlamaya katkı sunacaktır.
Buna, bir de birçok sol çevrenin; bu süreçte elde edilen “Batı’dan, dolayısıyla Batı emperyalizminden yana” düşen tavırları da işin mahiyetini değiştirmektedir.

Gerçi, gelinen süreçte ve giderek kalıcı olacağı tahmin edilen bir vasatta, ne bölge ve ne de dünya sathında, ideolojik, söylemsel ve neden yana olma esprisini kaçırmaktan kaynaklanan bir savrulmaya bağlı olarak, solun, kendi adına baştan beri belirmeye çalıştığı mevzuların dışında kalan mevzuları öne çıkarması, bir açıdan onun Filistin diye bir söylem ve eyleminin kalmadığını da göstermektedir.
O, bunun yanında, içte ve dışta -istisna yapılar hariç tutulduğunda-sol, epey zamandır, postmodern ve liberal havaya kapılarak, anlatmaya çalıştığımız bu minvalde Batı’nın emir eri olmuş durumdadır.
Hamas’a gelince…
Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere Hamas öncesi dönemde, sol ve ulusalcı partiler, örgütler ve cepheler “Filistin için” verilen mücadele içerisinde görünüyor olmasına rağmen, tabiri caizse, bir çivi dahi yerinden söküp alınamamışsa, ya mücadele adına hiçbir şey yapılmamış olmalı, ya da verilen mücadele düşmandan izler taşıdığı için bir anlam ifade etmemiş olmalı! Zira düşmana benzeme durumunda, düşmandan farkımız kalmazdı!
Seksenlerin sonunda, gerek içte ve gerekse de dışta olan bitene ve vukubulan kırılma anları neticesinde bir şeylerin, artık eskisi gibi olmayacağı kabilinden, İslam dünyası sathında “yeniden Müslümanlaşma” olgusuna bakıldığında, bu durumun, tüm Müslüman toplumlarla birlikte, işgal altında olan Filistinli Müslümanlar içinde bir karşılığının olması gerekirdi.
Buna bağlı olarak, 1988’de Şehid Şeyh Ahmed Yasin’in öncülüğünde başlayan ve birkaç kez tekrarlanan intifadalar, artık HAMAS’ın da, o da bir daha asla bu denklemden çıkmayacağını, çıkarılamayacağını da da işaret ediyordu. Öyle de oldu ve hareket, 2007’den beri Gazze Şeridi’inde kendi egemenliğini elde tutmaya çalışıyor.
Şimdi, birileri kalkıp şunu söyleyebilir; zaten diaspora dahil, Filistin üç, dört parçalı bir yapı arz ediyor; bu manzara dahilinde bir örgütün kendi alan hakimiyeti peşinde koşması kime ne kazandıracak; birlikte hareket edilse iyi olmaz mı; türünden soru sorabilir.
Zaten, manzara baştan beri tek parçadan ibaret olsaydı, verilen mücadeleden dolayı birçok kazanım elde edilebilirdi. Demek ki, iş düşünüldüğü gibi olmamış! Bu manzarayı belki HAMAS’ın kendisi istemedi, ama barı şartlardan dolayı olduğu kesin. Dememiz o ki, elbette bu yapının da taktik sebeplerden ziyade stratejik açıdan birçok yanlışı oldu, yanlış politikalarda mutlaka husüle geldi.
HAMAS 7 Ekim’de neden ve hangi saiklerle harekete geçti? Bu sorunun en makul cevapları, sanırız; birkaç ülke dışında İslam dünyasının giderek artan ilgisizliği, buna bağlı olarak oluşan bu sessizlik ortamından İsrail’in yararlanması ve bunu işgalin giderek kalıcılığına katkı sunması gibi makul ve yakıcı sebepler bakıldığında, 7 Ekim baskını(Aksa Tufanı) onun için bir çıkış, yani huruç hareketi olarak okunabilir.
Yani, o kendi yarasını –bazı dostlarının da katkısıyla- kendi sarma yoluna gitti Bu da, berberinde Müslümanlara olumsuz etki sunmayacaksa, o çıkışın hayra tebdil edilmesini arzularız.
Bu şartlarda, HAMAS belirgin yanlışlar yapmayacak, onun yerine ufak tefek hatalar işleyecek olsa dahi, onları da makul bir şekilde eleştirmekle birlikte, maslahat yolunu gözetmemiz gerekir.
Bunun yanında, bir de şu gerçeği unutmamak gerekir; HAMAS’ın, sıkıntılıda ve haydi diyelim bir miktar “sorunlu da olsa” vermiş olduğu tavizsiz mücadele, Yaser Arafat’ın başarısız Kamp Davit görüşmeleri ve Mahmut Abbasların Oslo görüşmelerinin yanında, davaya ve halkına haklı bir itibar kazandırmış bulunmaktadır. Bunu da görmezden gelemeyiz…

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Sait Alioğlu’nun Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.