Sait Alioğlu Yazdı: İslamcılık Muhafazakârlığa o da Milliyetçiliğe boyun eğdirilince…

20.11.2023

“İslamcılık ve yaşana gelen daralma” yazılarına zeyl…”
Bundan önceki bir yazımızda(1) ve bu yazıdan önce, yine aynı başlık altında yazdığımız toplam dört adet yazıda, genel itibarıyla, 2018’deki sistem değişikliği ile bağlantılı “yönetimde tekleştir(il)me politikası”na yönelik olarak başlayan ve devam eden süreçte bir daralmanın yaşandığını bu daralmayı, en çok da İslamcılık alanının daralması, daha doğrusu onun alanının daraltılmasına yönelik bazı tespitlerde bulunmuştuk.
İslamcılığın takip ettiği yolu içeren hikâyeyi özetlersek; genel hatlarıyla, altmışlar, yetmişler, seksenler ve doksanlardan sonra, AK Parti’nin iktidar sürecinde, o da, karşı iktidar kaygısıyla gardını almış siyasi yapı ve yapılar dışında kalan; “yasal anlamda” belirgin bir siyasi örgü içerisinde bulunmayan şahıs ve grupların büyük kısmında AK Parti’ye İslamcılık etiketi öngörülmüştü.
Bu iyi niyetli durum, aslında, o kitle ve şahıslar açısından, bugüne dek iktidar bağlamında İslam’ın görünür olmadığı düşüncesinden hareketle, onu, şu ya da bu şekilde iktidar katında görmek isteğini barındırıyordu.
Zamanla, bunun gerçekleşmeyeceği çok açık bir şekilde kendiliğinden ortaya çıkacaktı.
Zira şu ya da bu partinin, iktidar katında İslam’ı temsil etme durumu birçok açıdan mahzurlu olup mümkün değildi.
En başta İslam, kendisine asla ulaşılamaz ve yeryüzüyle bir ilişkisi kurulmaz bir din ve öğreti olmadığı gibi, içerdiği birçok doneler açısından harc-ı âlem, başka ideolojik durumların yapıp ettiği yanlışlara, onları rahatlatma adına” çarçabuk öneri sunması beklenmemesi gereken bir inanç, davranış ve yaşam sistemi idi.
En başta, ona yönelen insanların büyük oranda Kur’an’ın kendilerine gösterdiği yola ve düşünce sistematiğine sahip olmaları ve onları anlayacak ve idrak edebilecek bir kafa ve zihin yapısına sahip olmaları ve bunun pratiği içerisinde olmaları gerekir.
İslamcılıkta, aslında kaba hatlarıyla budur diyebiliriz.
Yani, Âkif’in dediği üzere; “onu(İslam’ı) asrın idrakine söyletmek” icap ederdi.
O ise, bu haliyle çok rahatlıkla İslamcılık olarak değerlendirilmeyi hak ediyordu.
Müslümanların, İslamcılığın, iktidar katında temsil edilmesine yönelik düşünce ve iyi niyetlerini ıskalamadan, ama ona yönelik seçkinci ilgisizliğin ve sistemde tüm yönleriyle ona yönelik bir değişikliğin olmadığı bir vasatta İslamcılık adına iktidar talebinde bulunmanın bir karşılığının pek de prezantabl(özenli vb.) olmayacağı kendiliğinden önem kazanmaktadır.
Bunu böyle bildikten sonra, kendilerini en azından İslam inancıyla ona bağlı gören, onu değer olarak gören, ama birçok alandan ziyade, siyasal alandan hareketle sosyal alanı İslam’la düzenleme işinde, elde mevcut bulunan yol ve yöntemleri uygulamak isteyen bir iktidarı, kendi bağlamından kopuk bir

şekilde İslamcı olarak tanımlamak, her şeyden önce kavram örgüsü içerisinde İslamcılıkla ilgili durumları es geçmek olmalı…
Zaten AK Parti’nin kendisi, daha yolun başında iken, kendi siyasi kimliğini “muhafazakâr Demokrat” olarak belirlemiş ve o meyanda formüle etmişti.
Her kişiyi, her yapıyı ve her kurumu tanımlarken, genel geçer tespit ve tanımlardan ziyade, onların kendilerini nasıl ve ne şekilde tanımladıkları dikkate alınmalı ve ona göre davranılmalıdır.
Aslında, en şık ve ahlakî olanı da budur diye düşünmeli ve ona göre hareket edilmeli…
Onu da, kendine uygu gördüğü tanımlama yoluna gittiğimizde, ortada bir mesele kalmayacaktır.
Bu yazıdaki amacımıza gelince, ona yönelik şunları söyleyebiliriz; yaşanan süreçte birçok alanda daralmaya yol açan iktidarın uygulamalarına bakıldığında, İslamcılığı teslim alan ve onun alanını daraltan muhafazakârlığında en nihayetinde milliyetçilik tarafından teslim alındığı, ona sözde bir hareket alanı bıraktığı, ama sonuca bakıldığında ise, esas kazananın milliyetçilik olduğu görülecektir.
Tek bir şartla ki, mevcut karakter açısından devletin(rejimde dahil) varlığı ve yapısı, ontolojik olarak ciddi bir değişikliğe uğratılmadan, onun için önemli bir parametre olan ulusalcılık yerine, yine aynı işleve sahip ve aynı maksadı içeren milliyetçilik getirilmiş oldu.
Görünürde, bu birbirinden ayrı gibi değerlendirilen her iki durumda, her şeyden ziyade devletin bekasına ayarlanmış olan ve neredeyse aynı noktada duran ama aralarında düşünsel anlamda ton farkı bulunan ikiz iki yapının(ulusalcılık ve milliyetçilik) üstlenmiş olduğu görev öncelikle devleti korumak ve kollamaktı.
Ulusalcılıktan ziyade, bize öteden beri öğretilen ve ezberletilen muhafazakârlık, temelde ideolojik açıdan Batı’dan mülhem ve kilisenin, giderek iktidar sahibi olan seküler yapılar karşısında, hatta onlara yalvararak, din bağlamında” kendilerine küçükte olsa bir yaşama alanın verilmesi esprisine dayanmaktaydı.
Hatta bu istek bizde, Yahya Kemallerin formülasyonuyla ele alındığında, din adına alabildiğine bir yaşam alanı isteğinden ziyade, dini, toplum kültürünün “munis ve kutsal” bir parçası olarak görme eğilimi göze çarpmaktaydı.(2)
Yahya Kemallerin yaklaşımı dikkate alındığında, onların, daha doğru bir ifadeyle dönemin Türk muhafazakârlarının kahir ekseriyetinin İslam’dan yana olduklarını, ama var olan birçok rejimsel baskıları ve İslam’ın hemen her alanında var olma düşüncesinden tek taraflı olarak vaz geçme hallerinden dolayı, dini kutsallık içre kültürel bir objeye dönüştürme düşüncesi ağırlık kazanıyordu..
Bu yazının konusu olmamasına rağmen, dönemin bazı muhafazakârlarında büyük oranda İslamilik iddiasından vaz geçilmeye yönelik olup pek de belli etmeyen bir deizm halinin mevcudiyetini görür gibiyiz.
Ama ne gariptir ki, Batı’dan mülhem “bizlik” bir muhafazakârlık, kendi ontolojisi gereği muhafazakâr durumlardan hareketle milliyetçi ve muhafazakâr iktidarları desteklerken, “el çabukluğu” marifetiyle İslam’ı temsil eder bir konuma yükseltildi.(Dinin siyasete alet edilmesi)
Öyle ki, Batı’dan mülhem Türkiye’ye özgü muhafazakârlık sürecinden habersiz “Müslüman” kitleleri bu konuda yanıltmak ve hem de kandırmak pek de zor olmamıştı.
Ta, ellilerden itibaren sahnelenen bu oyun, günümüzde de sürüp gitmektedir.

Şimdi anlıyoruz ki, her dönem, temeli aynı kalmakla birlikte, zamana, yaşanan süreçlere ve bunlara bağlı olarak kendi içinde bir formasyon değişimine sahip bulunan İslamcılığı(klasik ve yeni İslamcılık) bastırmak, onu ifna etmek(ortadan kaldırmak, yok saymak) için muhafazakârlık devrede tutulmaktadır.
Bizdeki muhafazakârlığı, Batılı düşüncenin sağcılık versiyonu olarak kilise üzerinden özür dilemeci bir temel üzere irca ettiğimizde, bunun bizimle nasıl bir alakası olup olmadığı hususunda şaşırmanız gerekir.
Ama bu konuda kavram kargaşası marifetiyle muhafazakârlık, “geçmişi de işin içerisine boca ederek” bizden kılındığında, bu olgunun karşıtının ve haliyle düşmanının İslamcılık olduğu kabul görülecektir.
Bu konuda, onlarca yıla dayanan geniş bir literatüre bakıldığında, lteratür içerisinde bulunan materyaller incelendiğinde(karşılıklı olarak) mes’ele kendiliğinde anlaşılacak ve bir izah problemi de kalmamış olacaktır.
Meseleye dair geniş bir araştırmadan ziyade, onlarca yıl önce yayınlanan Ahmed Davutoğlu’nun, “Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri”(İstanbul 1974, 1978, 1980) adlı eseri başlı başına karşıt bir eser olarak durmaktadır.
Bunun dışında, Necip Fazıl’ında birçok eserinde İslamcılık düşüncesinden ziyade hedefe koyduğu İslamcı şahıslara yönelik suçlamaları da aynı minval içre değerlendirilebilir.
Konu ile ilgili daha birçok şahsın İslamcılığa karşı, düşünce ve kanaatlerini oluşturan eserler ve görüşler ilgilisi tarafından bilinmektedir.
Gerçi Türkiye’de sözde, birisi İslam’dan yana olduğu(muhafazakârlık) ile İslam’ı“Türk’ün elde ettiği değerlerden bir değer sayıldığından olsa gerek” bir tür çeşni olarak kullanan milliyetçi ideoloji, birçok konuda temelli, ya da görecelik açısından belirgin farklara sahip olsalar da, iş İslamcılık ile mücadeleye geldiğinde, aralarında var olan farkların flulaştığı görülür.
İşte, bu flulaşma, dünden ziyade günümüzde çok bariz bir şekilde kendini göstermektedir.
Bunun hikâyesi, her ne kadar AK Parti’nin kendi kimliğini muhafazakâr demokrat olarak tanımlaması ile başlıyor görünse de, hatta 12 Eylül referandumu dönemine sabitlenecek olsa da, o hikâyeyi 12 Eylül darbesinin yapılış dönemine kadar götürebiliriz.
Bir Nakşibendi dergahına mensup olduğu söylenen Turgut Özal’ın, ANAP’ın birkaç yıl süren devr-i iktidarının imkânlarıyla muhafazakarlığın, devletin imkânlarıyla semizlediği, gelişti ve günümüze dek bu ilerleyişini sürdürdüğü görülmektedir.
Dönemi ne olursa olsun, bir devlet projesi olan ve gelişimini büyük oranda 12 Eylül rejimine borçlu olan muhafazakârlığın o dönem karşıtı Milli Görüş istikametinde iktidara yürümeye çalışan Refah Partisi ve parlamento dışı İslamcı hareketler ve mücadele pratiği idi.
Kuşkusuz o süreci takip edenler, konu ile ilgili bilgilere anlatmaya çalıştığımızdan daha fazlasına sahiptirler.
İslamcılığa ait alanın giderek daralması, AK Parti iktidarının; kendini İslamcı olarak tanımlamamasına rağmen, ona yapıştırılan etiketi söküp atması söz konusu olduğu belirtilebilir.
Durum AK Parti için bu minvalde idi. Onun iktidara geldiği dönemde; hem, “olumlu anlamda” Batılı kriterlere atıf yapıp kendi yolunun Muhafazakâr Ddemokrat bir çizgi üzere ilan etmesi, birçok çevre açısından pek yeterli görünmese de, “yine de iyi” kabilinden kabul görmüştü.

Daha sonra iee, aslında sonun başlangıcı olduğuna kanaat getirilmeden, özellikle de liberal/sol çevrelerce “YAE”ci(*) bir anlayışla desteklenen 12 Eylül referandumunun ardından, Batılı kriterlerin yerine ikame edilen türüne özgü bir muhafazakârlık politikalarıyla, farklı bir istikamette yol aşınmıştı.
Bu yol alış, daha sonra, iktidar üzerimden rejime yönelik “değiştirilmesi gereken” konulara yönelik isteklerin, toplumu gönendirme düşüncesine hamledileceği yerde, devletin bekasına yönelik bir iç ve dış tehdit olarak algılandığı için yol, milliyetçiliğe temelli ve ardına kadar açık bir şekilde kapı araladı.
Toplumun ve devletin üzerinde kırk küsur yıldır sallanan Demokles’in kılıcı misali, ortaya konan ve bazı noktalarına el atıldığı halde, külli olarak bir türlü dokunulamayan 12 Eylül ürünü 82 anayasası orta yerde dururken, pek de şadra şifa olmayacağı bilinen birtakım yeni düzenlemelerle, o da “tek taraflı” bir sistem değişimine gidildi.
Muhafazakârlaştırılıp onun üzerinden de milliyetçiliğe ram edilen/olan bir kitlemin “türüne özgü bir demokratik yolla” %51+1 oy oranıyla parlamenter sistem gitmiş, yerine partili Cumhurbaşkanlığına dayanan yeni bir sistem(cbhs) getirilmiş oldu.
Burada farklı versiyonları itibariyle sol ve liberal çevreler ile toplumsal ve iktidar bazında fazla bir gücü olmayan İslamcı öbeklerin/çevrelerinde, muhafazakârlaşma sonucu alanlarının daraldığını görmekte ve neredeye hayatın her alanında yaşamaktayız.
Bu çevrelerin alanları daraldı daralmasına, ama kendine bu koşullarda alan açmaya çalışan ve görece de olsa birtakım kazanımlar(ihale vb.)elde eden muhafazakâr çevrelerin, farkında olsunlar, ya da olmasında önlerinin devlete sahip olma refleksine sahip milliyetçilik saikiyle kesilmiş bulunmaktadır.
Bunlar bunun farkındalar, ama adeta “viran olası hanede evlad ü iyal var” esprisine haklılık kazandırırcasına, elde edilen mevziyi terk etmeme durumu ile karşı karşıyayız.
Uzun sözün kısası, kendilerince Batılı bir muhafazakârlıktan, tüm yönleri söz konusu olmadan İslam ile bir bağ kurmaya çalışan Türk muhafazakârlığı, çeşitli badireleri atlatarak ve kendisine ezeli rakip olarak görüp düşündüğü İslamcılığın alanını iktidar aygıtınca daraltmayı başarmış bulunmaktadır.
Görüldüğü üzere onun alanı da daralmakta, ama o bu daralmaya rağmen, zar zor elde ettiği iktidarın ve olası getirisinin hatırına buna katlanmakta ve kendi kitlesini de buna razı etmiş bulunmaktadır.
Kazanan milliyetçilik olup kaybedeni ise, hemen, hemen değişim talebinde bulunan geniş bir kitle olmakta… Maalesef elden de artık bir şey gelmiyor.
1)”islamcilik-ve-yasana-gelen-daralma-4” başlıklı yazı, farklibakis.net, 13.11.2023
2)İsmail Kara, “Cumhuriyet Döneminde Bir Mesele” eserinde,Yahya Kemal’in kendi çağdaşı olan ve Darulfünun’da(İstanbul Üiverstesi) hadis dersleri hocalığı yapan, dönemin önemli âlim ve İslamcı düşünürlerinden Babanzade Ahmed Naim ile onun “halkın inancının yeterince Müslümanlığa uymadığı” yönündeki sernenişlerine yönelik” üstadım, kafanız bu işlerle pek yormayınız. Biz Türkler kendi putumuzla yaşamayı çok seviyoruz!” yollu ve var olan bu durumu normal görüp onaylaması, kendi mantığı içerisinde, muhafazakâr anlayışın Batı’nm, yani kilisenin seküler devlet karşısındaki durumunu andırmaktadır.(İsmail Kara, Bir Mesele Olarak İslamcılık, Dergah Yayınları)
3)YAE; Yetmez, Ama Evet

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Sait Alioğlu’nun Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.