Sait Alioğlu Yazdı: Medeniyet, Şehri Çıkınca Sona Erermiş…

30.04.2024

“Tren gardan hareket ettikten ve epey ilerleyip dağlar ve ovalar geçilip, kırsal yerler görülmeye başlayınca medeniyet te uzaklarda kalmış oldu.”(Bir belgeselden…)

Konumuz birkaç sebepten dolayı medeniyettir.

Medeniyet olgusunun oluşumuna “ne ve neler ekti etmiştir” sorusundan ve ona yönelik düşünce ve analizlerden önce, bu kelimenin Arapçada şehir(medine) kelimesinin karşılığı olduğunu söyleyelim…

Bugünkü Medine şehri ise önceleri “Yesrib” olarak bilinirken, Hz. Muhammed(s)’in oraya hicreti sonrasında adı Yesrib iken Medine olarak değiştirildi.

Sosyoloji dahil birçok sosyal bilimin verilerine göre, barındırdığı nüfus sayısı başta olmak üzere var olan potansiyeli ile hemen her alanda insanların yaşamlarını kolaylaştıran alt yapı ve üst yapıyı oluşturan yapı bloğu ile kurum, kuruluş, sosyal, ekonomik, eğitim, kültürel donatıya azami oranda sahip bulunan yerleşim biriminin “şehir” olarak adlandırıldığını biliyoruz.

Bu durum, maddi imkânların elverdiği oranda dün olduğu gibi bugünde geçerlidir.

Medeniyet olgusuna gelince; bu olgu, şunu iyi bilelim ki, Müslümanlar açısından, Batı’nın, bir bütün olarak kendi maddi gelişimini tamamladığı ve dünyaya çeşitli açılardan hükmetmeye ve onlara galebe çalmaya başladığı bir zaman aralığında “geçmişe bakılarak” kotarıldığı izahtan varestedir.

Önce şehir, yani medine vardı. Şehirde, yukarıda olgusal açıdan saymaya çalıştığımız donelerin, oranın sakimi tarafından hayat içersinde oluşturulagelen ve adına da “gelenek, örf” denilen; Batılı anlamda ise kültür kalıbında karşımıza çıkan çabaların zaman içerisinde bir araya gelmesi sonucunda medeniyetin oluştuğu da bilinmektedir.

Geleneğin, örfün ve dahi kültürün bir müddet sonra kendi yaşamsal fonksiyonlarını yitirip devre dışı kalması ile birlikte o faaliyetler daha sonra medeniyet olarak tanımlanabilir.

Yani, medeniyet, bu saydığımız donelerin öldükten sonra almış olduğu şekil ve muhteva(içerik) olarak kabul edilebilir.

Bundan dolayı, Osmanlı medeniyeti, eski Türk medeniyeti gibi, geçmişte canlı birer organizmaya sahip kimlikleri, el’an medeniyet olarak tanımlayabiliriz.

İslam medeniyeti olgusuna gelince ise, burada iş kendiliğinden değişir.

Eğer, biz İslam’ı “en son” ve kabul edilmesi gereken bir din olarak tanımlayıp değerlendiriyorsak, İslam, kendi zamanını yitirmediğinden dolayı medeniyet olarak tanımlanamaz.

Yok, eğer, İslam’ı kabul etmekle birlikte, “ İslam adına” yapılan, edilen tüm çabaların bütününün bu dönemde, hem de postmodern ve post truth(Hakikatsizlik dönemi) dönemde, o da nostaljik olarak ele alınmasına bakınca ondan İslam medeniyeti olarak bahsedebiliriz.

Bu, aslında İslam’ın, salt bir medeniyet oluşturmak için vazedilmediği bilinip kabul edildiğinde, yanlışı ve doğrusuyla bir İslam medeniyeti vakıasından bahsetmekte pek olası sayılmaz.

Murat edileni tam açıklamasa dahi, şehir(medine) olgusundan ve ona atfedilen uğraşılardan yola çıktığımızda, medeniyet olgusuna ve içeriğine bir anlam verebiliriz.

Burada, medinede ortaya konan çabaların sahibini “medeni” olarak değerlendirdiğimizde, olgu ve mekân birlikteliğini de göz ardı etmiş olmayız.

Dolayısıyla bir iç içelik ve birbirini tamamlayan olguların zincirleme bir şekilde vücut bulduğunu da öğrenmiş oluruz.

Şehir-şehirli-şehirlilik; medine-medeni-medeniyet bütünlüğü ortaya çıkmış olur.

Bu kelimeler, nihayetinde insanların bulduğu ve kendine ait diller içerisinde muhafaza ettiği kelime, olgu ve kavram biçiminde kendine yer bulur.

Dolayısıyla, konumuz gereği söylersek, vahiy ışığında paradigma(inanç) temelli kurucu unsurlara dayanan birçok kelimenin, içeriğine halel getirmeden, başka dillerdeki karşılığının kullanılması konunun anlaşılması için uygun düşeceği söylenebilir.

Bu meyanda, medeniyet kelimesi örneğin Fransızcadaki şekliyle sivil, sivillik, sivil olma hali dikkate alındığında civilisation “uygarlık, medeniyet” kelimeleriyle kendine Batı’da yer bulmuş olduğu kabul görür.

Medeni kelimesinin Batı dillerinde kendine yer bulmuş anlamı içerik olarak dikkate alındığında, bu olguun daha Hz. Muhammed(s)’in Medine döneminde, Müslümanlarla birlikte orada yaşayan diğer din mensupları arasında kabul edilir bir antlaşma sonucunda adına “Medine Sözleşmesi, muahadesi” çerçevesinde bir yere oturur.

Günümüz Türkiye’sinde toplumun büyük kesimi, İslam’ın medeniyetle ilgili olarak yukarıda dile getirmeye çalıştığımız teknik kısmını bir tarafa koyduğumuzda, toplumun büyük bölümünün o olguyu “medeniyet” olarak telaffuz ettiğini söyleyebiliriz.

Bunun yanında, Türk’ü, dolayısıyla bu topraklarda yaşayan Müslüman toplumun İslam’la var olan bağını koparma ve ilişkiyi de sonsuza dek kesme düşüncesine dayanan jakoben seküler uygulamaların sonucunca; dinden, dile, oradan da hayatın her alanına dair radikal tandanslı değişime bakıldığında, bundan dil ve dolayısıyla kavramlar ve olgularda olumsuz anlamda nasibini almış oldu.

Bu meyanda “şehir, şehirlilik, yani medine ve medeniyet kavramı da, dine yüklenmek istenen olumsuzluklara binaen dildeki radikal değişine koşut olarak salt kelime ve içerik olarak ta kavramsal anlamda bir değişikliğe uğratılmıştı.

Şehir kelimesi yerine onunla eş anlamlı olan “kent” kelimesi uygun görüldüğü halde, medeniyet kelimesinin yerine “kentlilik” değil de “uygarlık” kelimesi uygun görülmüştü.

Ama burada birbirine uymayan bir durum vardı. O da, kent kelimesi de şehir kelimesinde olduğu üzere Farsça olup, o dil ailesi içerisinde değerlendirilen Soğd lehçesine ait olup, içerik olarak Fars kültünde dahi pek revaç bulmayan ve birçok açıdan da güdük bir kelimeydi.

Medeniyet anlamında kullanılmaya başlanan uygarlık kelimesinin ise, Türk kültürü içerisinde bir yeri vardı. O da, Türk’ün tarih sahnesine çıktığı ilk dönemlerde, o kavim, etnisite içerisinde yer alan ve herkesten önce, göçebeliği bir tarafa bırakıp yerleşik yaşantıya geçip toprağı ilk kez işleyen Uygurlara nispetle, oluşan bu hale izafeten, asırlar sonra verilen uygarlık adı, aynı zamanda bir uğraşı, kültür üreten bir yapı olarak kabul ettirilmek istenmiştir.

Hatta bundan dolayı Uygurların-günümüz Doğu Türkistan’ı-Türk toplulukları içerisinde toprağı sürme çabalarından dolayı, o uğraşıya da “tarım” denilmiştir.

Bu bir açıdan, toprağın işlenmesinde(yani taranmasında) kullanılan aletin(karasaban) yaptığı iş dikkate alınarak, bu uğraşıya tarım denildiğini de unutmamak gerekir.

Bir benzetme yaparak söylersek, buna saç ve tarak ilişkisi de denilebilir.

Konumuz bu olmamakla birlikte, bu olgunun hangi kelimeyle de karşılandığına bakılmaksızın, medeniyetin, uygarlığın modern muhayyile içerisinde zihinlere yerleşmiş bulunan anlamı ve ona yönelik algıya bakıldığında medeniyet şehrin dışına çıkıldığında ortadan kalkmış olur!

Yukarıda alıntıladığımız ve içerik olarak her ne kadar sosyolojik bir anlamının varlığı kabul görecek olsa da, hakikatten yoksun bir şekilde ortada duran ifadeye bakıldığında, insanın, hacivat’in “yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber edeyim heman” şeklindeki kapanış repliği aklına gelmiyor olamaz!

Yine yukarıda belirtmeye çalıştığımız üzere, belli bir nüfusa ve işleyişe sahip bulunup, kendine özgü alt ve üst yapıya sahip olup, hayat içerisinde maddi ve manevi alanda üretilen gelen donelerin husüle geldiği yerleşim birimleri, kişiyi medeni kılıyor, ona binaen bir medeniyetten de söz edebiliyorsak, şehirle birlikte, kasaba ve köy gibi kırsal alanlar içinde medeni ve medeniyet olguları kullanılabilir.

Zira olaya Uygurlardan kinaye tarımsal faaliyetler bağlamında, uygarlığın oluşmasında en temel faktörlerden biri ise, medeniyet için “tren gardan hareket ettikten sonra… medeniyet sona erer” ifadeleri, hiçbir açıdan ne hakikati ve ne de reel durumu izah edemez, edemiyor.

Eski dönemlerde, bünyesinde, kendi şartlarına bağlı olarak birtakım farklı durumu barındıran şehirleri(Bağdat, İsfahan, Konya vb.) istisna kıldığımızda, şehirlerin büyük bölümü taşımış olduğu potansiyeli de dikkate alındığında kırsal kesimden hallice idi.

Eğer, medeniyet, bizim tanımımıza göre üretilegelen kültürün öldükten sonra almış olduğu şekil ve muhteva ise, o zaman tarımsal üretim üzerine devam eden ekonomik yapı ve durum, tarım toplumu bağlamında şehri, kasabayı ve dahi köyü de kapsamakta idi.

Yine belirtirsek, herhangi bir “gsm” şirketinin tüm yurdu kapsama alanı içerisine alma çabaları dahi, medeniyetin, şehrin garından hareket eden trenin şehrin sınırlarını geçtikten sonra dahi sona ermeyeceğini bizlere bu kez ironi yoluyla söyler.

Kuş uçmaz, kervan geçmez dağlara, daz ve boz kırlara insan ayağı değdiği sürece oralar kendi maddi ve anlam bütünlüğü içerisinde medenilik içerir.

Seküler ve seçkinci(elitist) olup beyaz Türklerin birçok konuda olduğu üzere bu konuda da oluşan algısı, öyle bir hal almış bulunmaktadır ki, kendi anlam dünyasını, kendi değerlerini içeren kelime ve kavramların yerine mütegallibeye özenti duyan “yerli, ama maalesef pek de sahih olmayan zihne sahip” insanımız tarafından kabul görmektedir.

Uyanda, şehri çıkmadan az ötedeki nehre balığa gidelim…

 

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

 

Sait Alioğlu’nun Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir