Sait Alioğlu Yazdı: Pratiklik Açısından Devlet Rasyonellik Ve İrrasyonellik Üzerine…

06.12.2023

İnsan topluluklarının, birçok işlerin görülebilmesi açısından, işleri kolaylaştıracak, onlar üzerinden kurumları işlevsel hale getirmek için bulunan ve kendine bir uygulama alanı bulan devletin, işlerin gördürülmesi için bir icracı başına, yani hükümete ihtiyaç duyulduğu bilinmektedir.

Bu icracı başının, devletin, kurulmasının en önemli görevi olan ve toplumsal açıdan, aşağıdan yukarıya(talep-arz ilişkisi) doğru bir sarkaç içerisinde konumlanıp icra-i faaliyet etmesi gerekir. Biz bu kuruma hükümet, diğer adıyla iktidar diyoruz. Toplumda yaşayan insanların fert, fert bir araya gelmesi sonucu oluşan milletin, hayatının devamı sadedinde bir iktidara ihtiyaç duyacağı söz konusudur. Oluşan hükümetin, faaliyet göstermek için kollarını sıvayıp, işi üzerine almasına “hükümet etme şekli” denir.

Hükümeti ve birçok kurumu(Ör. Yargıtay, Anayasa mahkemesi, Sayıştay) bünyesinde bulunduran devlet, tarih boyunca, rejimsel açıdan birçok isimle anılmıştır. Bunlar; monarşik devlet, aristokratik devlet, teokratik devlet, laik devler ve demokratik vb. devlet şekli olarak belirtilebilir. Tabii ki, bu devlet şekillerine göre de, onun yapısına uygun hükümetler oluşturulmuş ve her biri, devlet’e bakarak icra-i faaliyet eylemişlerdir. Bu iktidar çeşitlerinin, kendi meşruiyetlerini, öyle sanıldığı üzere halktan aldıkları, onların, meşruiyet konusundaki tavrına göre ya tam olmuştur, ya kısmen, ya da hiç varit olmamıştır. Hatta günümüzde adeta trend olan “demokratik devlet” örgüsü içinde dahi, bu meşruiyet konusunun yer, yer tartışmalı bir yeti olduğunu söyleyebiliriz.

Hükümet sistemleri, “başkanlık sistemi, yarı başkanlık sistemi, parlamenter sistem ve meclis hükümeti sistemi olarak dört başlık altında toplanabilir. Biz de, cumhuriyetle birlikte, o da “iddia edildiği üzere” ülkenin içerisinde bulunduğu şartlar gereği, her ne kadar başta parlamenter sistem öngörülmüşse de, ilk yıllarında, hükümet sisteminin başkanlık sistemi olduğu bilinmektedir,
Daha sonra ise, 1946 sürecinde başlayan ve var olan sistemi parlamenter yapıya kavuşturma, uzun onlarca yıl uygulandıktan sonra cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildi.

Bu durum, devlet’in rasyonel temeller üzerine oturması gerektiği halde, o da iddia edildiği ve bazı konularda “az da olsa” görülebildiği oranda, var olan rasyonelliğin yerine irrasyonelliğin giderek hakim olduğunu görmekteyiz.

Bundan önceki bir yazımızda(*) belirmiştik, devlet’in kendisi vücuda gelme arzusu ve devlet olduktan sonraki süreçte, mevcudu elde tutmak için, onun rasyonel temele irca edilmesi meyanında ifadelerde bulunmuştuk. Hatta kendi gerçekliğinde hareket edip devlet’i, kendisi gibi rasyonel olmayan bir şekilde görmek isteyen birçok toplumsal ve siyasal kesimin düşüncesinin aksine “devletin her zaman ve her şartta rasyonel kalması” gerektiği, en başta devlet’in bekası açısından önem arz eder.

Bir devletin, dönem, dönem, kendisini de bağlayan ulusal ve uluslar arası ölçeklerde oluşturulan ve altına imza koyduğu anlaşmalar gereği yasa dışı işleri yapmaması gerekir. Bunun yanında, o da pek bir yanlışa yol açmamış ise, onun rutin dışına çıktığı da vakidir. Ama bu rutin dışına çıkma eyleminin, kendisinin bir rasyonellik içerisinde cereyan etmesi gerektiği halde, bunun“hikmet-i hükümet”olarak algılanması, rasyonellik gerçeğinin ıskalanmasına sebep olabilir. Zira ne devlet bir iki günlük bir zaman için vardır, ne de millet kısa bir zaman için işlerinin gördürülmesini talep etmektedir. Devlette sıfır irrasyonellik… Genelde pek uygun görülmese de, yeri ve zamanında, o da, “eğer bir bütünlük içre” rutin dışına çıkması, onu irrasyonelliğe sevk etmemeli, meşruiyet dairesinde rasyonelliğini muhafaza etmesi gerekir.
Bu sıfır irrasyonelliği sürdürmek pek de kolay olmamakla birlikte, hem devletin bekası ve hem de, ondan hizmet bekleyen milletin kalıcılığı ve beka sorununun olmaması için, irrasyonel politikaların yerine rasyonel politikaların uygulanması gerekir.

Kendi zaviyelerinden hareket edip, anayasal çerçevede sürekli olarak, ortaya konan uygulamaların hep kendilerine kazandırması, “kendilerinin kazanması” esprisi ile kendi irrasyonelliğini başta devlet ve hükümet olmak üzere ülkeye ve topluma dayatmaya çalışan herhangi bir topluluğun, temel hakları baki kalması şartıyla her isteğinin “ne olursa olsun” yerine getirilecek olması, beka sorununu ortaya çıkmış olur. Buna güncel bir örnek vermek gerekirse; İslam’ı salt tarikat kültürü içerisinde değerlendiren, tek yorum olarak, o da salt sufî karakterli bir Sünnî anlayışı baz alan ve İslam düşüncesi kalıbında bugüne dek var olagelen birçok anlayışı “merdut” addeden bir kesimin ya da kesimlerin ilahiyatlarda felsefe derslerine yönelik menfi tutumları bir irrasyonellik olarak okunmayı hak etmektedir.

Her konuda olduğu üzere olabildiğince rasyonel olması gereken bir hükümetin, o da sırf oy kaygısıyla böyle bir isteğine boyun eğmesi haddizatında olacak bir şey değil. Her kademedeki eğitim müfredatı, insan ve dünya gerçekliğini görmeyen/göremeyen ve idrak edemeyip onu ıskalayan kesimlerin insafına bırakılırsa eğer, o zaman akademi kendini bir irrasyonelliğe teslim etmiş olur. Sanırız, iktidar, bu talebin irrasyonel olduğunu müşahede etti ve ondan dolayı da felsefe derisinin tümden, ya da parça olarak kaldırılmasının yanlış olduğunu gördüğü için, onlar adına(**) müfredatta felsefe dersinin olmadığı ve bunun yanda salt İslami ilimlerin okutulduğu okullar kurma yoluna gitti.
Tamam, başka taraflara bir zararı olmayacaksa eğer, bu kesimin kendini felsefe dersinden muaf tutması normal gibi görünse de, devletten ziyade icra’nın, devletin ve toplumun bu konuda geleceğini zora sokacak bir uygulamaya girişmemesi gerekir.

Bir devlet irrasyonelliğe nasıl düşebilir? Rutin dışılığı irrasyonellik sayacak olsak a, ondan daha fazlasını gerek devlete hâkim olmaya yeltenen bazı odakların ve gerekse de icracının o yöndeki uygulamalarında görmek mümkündür. Buna en bariz örneği, ilahiyatlarda “okutulması sorun haline gelen, hatta getirilen felsefe dersi üzerinden vermiştik. Bunu dışında, birçok alanda “konu bazlı irrasyonellik durumlar öncelerde görülmüş olduğu üzere günümüzde de görülmektedir. Bakarsak; felsefe üzerinden gittiğimizde, son yıllarda eğitim üzerinde alabildiğine irrasyonel politikalar tavan yapmış bulunmaktadır. Örnek olarak; birçok lise türü bulunmasına rağmen, imam-hatip liselerine verilen önem ve ağırlık buna örnek olarak verilebilir. Galiba bu alanda ve irrasyonellik yoluyla iktidarın “dindar bir nesil oluşturma çabası” üzerinden eleştirel değerleri muhafazakârlık içre dışlanması birçok kesim tarafından da arzulanan muhafazakâr bir gençlik yetiştirme çabaları, bu meyanda okunabilir.

Bu konu, eğitim olgusu üzerinden değerlendirildiğinde, birçok alana uyarlandığında ne kadar öneme haiz olduğu da o oranda belirginleşecektir. Keza bu irrasyonelleşme durumu CBHS’nin uygulanmaya başlandığı günden bugüne, hemen her şeyin liderin uhdesine verilmesi kabilinden, ekonominin de –arada konu ile ilgili resmi birimler olsa da- liderlik kadrosunun kendileri ekonominin başı sayan” beyanlarına binaen alınan ve çoğunluklada yanlış sonuçlar doğurduğu bizzat kendileri tarafından da ifade edilen ekonomi alanında yapılan yanlışlarda irrasyonelleme ile bağlantılı olmalı…

Bu iki önemli alanda oluşan irrasyonelliğin esas büyüğü ve bir sistem sorunu olarak da okunmayı hak eden ve onlarca yıldır pürüzsüz bir şekilde devam ettiği bilinen ve aynı zamanda Türk demokrasisinin de giderek olgunluğa ermesi anlamına gelecek olan parlamenter sistemin yerine ihdas edilen bu “yeni” sistem, uygulayıcıları tarafından ortaya konan politikalara bakıldığında, rasyonellikten hızla çıkıldığı ve onun yerine irrasyonel politikaların geçirildiği görülmektedir. Bu sistemin, rasyonel düşünmekten uzak birçok toplumsal kesimin isteklerini bir tarafa koyduğumuzda, birçok alanda alabildiğine rasyonel davrandığından da bahsetmemiz gerekir.

Yine, herkesin malumu olduğu üzere, eğitim ve ekonomi alanlarında olduğu üzere, başka birçok alanda da rasyonel turum ve davranışlara rağmen irrasyonelleşmede devam etmektedir. Buna en önemli bir örnek olarak hukuk/mahkeme/ulusal ve uluslar arası)alanı gösterilebilir.
Bizi, AİHM ile karşı karşıya getiren Osman Kavala davası ile yine iki önemli hukuk kurumu olan Yargıtay ile AYM(Anayasa Mahkemesi)’yi karşı karşıya getiren TİP’ten vekil seçilen Can Atalay’ın tutukluluk konusu bu alanda bizlere bir fikir verebilir.
Bunların başında şimdilik iyi giden ve Türkiye’yi gerek kendi bölgesinde ve giderek de küresel ölçekte lider konumuna yükseltecek olan dış politikada attığı temkinli ve doğru adımlar ile ülke için ontolojik bir sorun haline gelmiş bulunan ve gücünü de katı Kemalist uygulamalardan aldığı bilinen orduya verilen çeki, düzen de sanırız bu sistemin en rasyonel tercihleri ve politikaları olsa gerek…
Doğruların ve yanlışların bir arada olmamasına özen göstermemiz gerekirdi sonuçta…

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Sait Alioğlu’nun Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.