16.03.2023
Canlılar âlemi içerisinde, kendisine Allah©️ tarafından hayatı kuşatan tüm alanlarda “dünyanın imarı” mes’elesi tevdi ve “teklif” edilen ve bu özelliğinden dolayı da onun öznesi olan insanın, en başta kendi şahsı olarak işlerinin yürümesinde, yürütülmesinde ve bir sonuca bağlamında hareket ettiği dikkate alındığında, bir de bu işlerin birden çok insan adına ve “hep birlikte” gör(d)ürülmesi için mahiyeti bilinen bir toplumun var olması gerekir.
Birden çok kişinin bir arada bulunması; en alt ve önemine binaen başta aile, yakın akraba, sülale, kabile, “aşiret” kavim, ulus/millet, ümmet ve salt inançtan sadır olan dinleri ve mezhepleri kapsayan gruplar var olagelmiştir. Bunların tümü sosyolojik olmakla birlikte, coğrafyanın kader olmasıyla da yakından alakalıdır. Zira kaçınılmaz şartlar, kaçınılmaz sonuçları doğurur.
Birden çok insanı kapsayan yapılar, en başta kendi şartları içerisinde bir kategoriye tabi olup maddi planda en üst yapı olan cemiyetle anlam kazanır, ama herhangi bir sebepten dolayı, o yapılar kategorize ediliyor ise, o yapıların cemiyete erişimi engellenmiş olur ve bu şekliyle cemiyetin kendi yapısı da savsaklanır.
Burada, temelde özcülük yatmaktadır. Özcülük, “belli bir gruba ait belli özelliklerin grubun tümüne genellenerek, evrensel ve her tür bağlamdan bağımsız olarak var olduğunu savunma” düşüncesi olarak karşımıza çıkar.
Günümüzde, devasa bir çerçeveye işaret eden cemiyet olgusu yerine toplum kelimesi tercih edilmektedir. Haliyle toplum, olgusal açıdan cemiyeti kapsamadığı gibi, zihinsel planda da ona ait zemini ve çerçeveyi göstermemektedir.
Esas konumuza dönersek; arz talep ekseninde, var olan işlerin gördürülmesi, var olan sorunların çözüme kavuşturulup bir sonuca bağlanması açsısından toplumu(burada cemiyet yerine kullanılacak) iki ana hatta ayırabiliriz; 1-Resmî(devlet) toplum, 2- Sivil toplum…
Konumlandıkları zemin, üstlendiği işler ve işlevsellik açısından her iki toplumun varlık sebebi(ontoloji) birbirinden farklı olup her biri kendi yanında farklı iki dünyayı işaret etmektedir.
Geçmişte ve günümüzde, çeşitli ideolojilerin(seküler ya da dine atfedilen) uygulanmış bulunan iktidar süreçlerine bakıldığında, Doğu/İslam Dünyası’nda en tepe noktada bulunan muktedirlerle, toplum kesimine mensup sıradan bir şahsın söz konusu devlet olduğunda “devlet dediğin ne? Sen, ben ve o.” Yani “devlet bizden oluşuyor” söylemi, sanki resmi ve sivil alanın hiç olmadığı, böyle bir ayrımın gerçekçi durmadığı vs. vurgulanır. Böyle bir ifadenin, gerçekçi olmadığı halde resmi zevatın, huna tevessül etmesi “kendi bütünlüğü içerisinde” ne kadar makul ise de, sivil katmanda bunun hakikate aykırı düştüğü ve son derece yanıltıcı olduğu ifade edilebilir.
Hatta burada resmi sivil ayrımını ontolojik açıdan iki farklı toplum üzerinden değil de, geçmişte ülkemizde yaşandığı açısından askeriye(seyfiye, Kılıçlı) ile kalemiye(bürokrasi, ya da salt memuriyet) açısından değerlendirdiğimizde dahi, karşımıza, farklı oluşumlara ve evrelere dayanan bir anlayıştan bahsedebiliriz…
Bu manzarada, ta Tanzimat döneminden bu yana, asker toplumun karşısında ve ondan üstün(!) olarak arz-ı endam etmişti. Ama bu durum AK Parti döneminde bir hayli yıkıldı ve törpülendi. Ki, bu üstüncü anlayış, gelinen süreçte Kemalist laik çevrelerin ve bazı sebeplerden ötürü AK Parti’ye ters düşen birçok “muhafazakâr çevrenin tepkisine yol açmış bulunmaktadır. Öyle görülüyor ki, bunu başlayan seçim sürecinde el de tutacaklar.
Toplumu ikiye ayırmıştık; resmî ve sivil olarak…
Yukarıda örneklendirdiğimiz üzere, resmi toplumu da; askeriye(seyfiye/kılıç tutanlar) ve kalemiye(Bürokrasi vs.) olarak iki kategoriye dahil etmiştik.
Bu ikisi hep birden, aralarında, alanlarını, birikim ve kazanımlarını elde tutma açısından bir mücadele var olmasına rağmen, konumuzu sağlama alma açsından bakıldığında, resmî toplum içerisinde değerlendirilir.
Her ne kadar, “devlet dediğin ne ki…” yaklaşımı bir miktar gerçeği yansıtıyor olsa da, konumlanış, iş tutuş,, süregelen işleyiş ve işlevsellik açısından sivil toplum, var olan devlete düşman ve karşıt olmamakla birlikte “devlet dışı toplum” kalıbında mütalaa edilir.
Ne yazık ki, özü(tevhid) itibarıyla saf ve berrak olan İslam’ın, asla ve asla anarşizme(buna konumuz açısından Haricilik de denilebilir) kaçmadan ve ona tevessül etmeden insanı önceleyen tutumuna rağmen, Emevilerden bu yana, Müslümanların, Sasani’yi ve Bizans’ı örnek alıp devlet aygıtını teminle birlikte onu kutsama düşüncesi, doğal olarak bizim sivil yanımızı törpülemiş ve tamamen de ortadan kaldırmıştır.
Bu sakil durum Batı’da da aynı minvalde, ama az ya da çok benzer bir şekilde devam edegelmiştir.
Batı’nın, hem modernleşmeye bağlı olarak ve hem de “Dünyayı İkinci Kez Paylaşım Savaşı”nın getirmiş olduğu yıkım karşısında toplumu öne çıkarma haklı kaygısıyla “Hükümet dışı Kuruluşlar; NGO; Non-Governmental Organizations ” gerçeği ortaya çıkmış oldu. Ki, biz buna sivil toplum diyoruz.
İslam tarihinde birçok inanç bunalımına ve yönetim zaafiyetine yol açan hariciliği sarf-ı nazar ettiğimizde, daha Emevilere yönelik, onların zulümlerine karşı imam Caferlerin, Ebu Hanifelerin, Hasan-ı Basrilerin vb. vermiş oldukları mücahede ve mücadele aslında, var olan devleti düşman olarak görmekten ziyade, bazı açılardan onunla birlikte, birçok konuda da onun dışında konumlanmak isteyen bir irade söz konusu olmuştu.
Bizim açımızdan bu durum, ne yazık ki, Batı saikiyle Osmanlı son dönemine ortaya çıkan ve temelli olarak ise, günümüzde kendine yer bulan sivil toplumsal durum, modernleştirici politikalar sonucu bunalan günümüz insanına şifa kabilinden ilaç gibi gelmiştir denilebilir.
Hal böyle olunca, geçmişi bir miktar elde tutmaya çalışan, o dönemin artık ciddi anlamda bir işe yaramayan söylem(ler)ini günümüze taşımaya çalışan “dinsel” yapıların büyük bölümünün, yönetim erkinden bağımsız olarak salt bir sivilliğe değil de, kendini ona, yani devlete yaslayarak var olma/var kılma düşüncesi ağır bastığında ortada sivil bir anlayışın, sivil toplumun ve olgusal olarak da sivilliğin berhava olduğu kabul görecektir.
Zaten bundan dolayı, çoğunlukla yanlış tanımlanma sonucu İslamcılık düşüncesi içerisinde konumlandırılması pek de mümkün görünmeyen birçok yapının, on da “kolaylık bağlamında” İslamcılık kartını kullandığı, ama geri planda ise, hangi form’a dahil ise, ona göre konumlandığı, görüş belirttiği ve eylemsellik içerisinde bulunduğu öteden beri aşina olduğumuz bir konudur.
Bu tür yapıların zihinsel planda, var olan İslami ilkelere ve “çağa ait olup geliştirilmesi gereken” durumlara yönelik açık bir bilgilenme ve netlik durumu pek olmadığından ötürü İslamcılık genele bu tür yapılara zül gelmektedir.
Bunun en önemli sebebi büyük oranda geçmişi tam olarak tahlil edememek, o tecrübeyi yaşamsallaştıramamak, ondan alınacak dersleri tam olarak talim edememeden kaynaklı anakronik halleri aşamamak ve bundan hareketle de İslam’ı “asrın idrakine” kabul ettirip aktaramamak şeklinde özetlenebilir.
Hal böyle olunca, her ikisi de, “kendi nam-ı hesabına göre” İslam’la ve geçmişle irtibatlı olduğunu düşünen, ama modern zeminlerde oluşmuş bulunan İslamcılık ile Selefiliği(buna yeni yüzüyle Haricilik de eklenebilir) karşılaştığı yeni durumu, yani sivil toplum anlayışını idrakte aynı refleksi göstermeyeceği, gösteremeyeceği, mes’elenin yumuşak karnına işaret eder.
Bu ikircikli durum, kendini en çok da siyasi arenada gösterir. Eğer var olan hareket mütekâmilen sivil toplum ise, birey, birçok konuda olduğu üzere siyasette tarafını belirlemede kendi inisiyatifine göre hareket eder, ama cemaatsel varlığı bilindiği halde yasallık anlamında hiçbir yerde kaydı, kuydu yok ise, burada taraf belirleme de bilinen bireysellikten, muğlaklığa kapı aralar.
Gerçi, ana gövde olarak cemaat olunduğu halde, yapı bir yasallık içerisinde dernek ve vakıf şekline tezahür ediyorsa da, eski bir alışkanlık içerisinde “cemaat kararı” siyasete yönelik yaklaşımı, ilgiyi, bağlılığı ve bağsızlığı da kendiliğinden ortaya koyar. Ki, buna sivil toplum gölgesi altında “kaçak güreşmek de denir.
Sivil toplum düşüncesi, yüzlerce yıldır, üzeri küllenen ve temelde Allah’a kendi hür iradesiyle kulluğu seçmiş, bunun yanında anarşizme ve toplumsal bir fasıklığa da mahal vermeyen, vermemesi gereken Müslümanın, bunun dışında duran yönetimsel yapılara karşı bir özerk olma hâli mevcuttur. Dahası bu mevcut hâl, insanın, dolayısıyla müslümanın iradesi dışında pazarlık konusu yapılmasına engel teşkil etmeli…
Bu saptamadan hareket ettiğimizde, insan/Müslüman, anaşizme mahal vermeden, topluma karşı vazifesini bihakkın yapmalı, onu koruyup geliştirmeli, ileriye taşımalı ve sonuçta küllî bir maslahata yönelik olarak da, görülmesi gereken işlerine yönelik(güvenlik, barınma, özgürlük vb.) sivil toplum üzerinden devlete yol bulmalıdır.
Toplumu, iş görme ve gördürme açılarından iki ayrı kategori içerisinde değerlendirdiğimiz halde, iki kategoride çoğu kez de görünmez bir şekilde geçişler olmaktadır. Zira konuya salt toplumsal açıdan “alt yapı ve üst yapı” olarak bakarsak, alt yapı, aynı zamanda temel vazifesi de gören sivil toplum(halk katmanı) olarak temellenir.
Haliyle üst yapı da, yine, kendi konumunu temelini alt yapıya, topluma her şeyden ziyade “insan gücü” alanında muhtaç olan devlet aygıtının kendisidir.
*
NOT: Başka bir yazımızı ise,“sivil topluma Kur’an’dan bir yol bulunabilir mi?” sorusuna cevap bulma ümidiyle yazmaya gayret göstereceğiz inşallah…
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.