Sait Alioğlu Yazdı: Seruç’tan İbrahim’e…

10.03.2022

Kır bu evin putlarını İbrahim / ister hakka yaklaştıran olsun adı / ister melek kılan olsun / kır bu evin putlarını İbrahim ne olursun”

(Sabah Kara, Doğu Ağıtları)

Şunu peşinen belirteyim ki, edebiyat, “güzel yazı ve söz söyleme sanatı” olarak tanımlana gelir. Aynı zamanda onu güzel kılan şeyin ahlak olduğu da izahtan varestedir.

O halde, ahlak içermeyen bir metnin edebiyat formu içerisinde değerlendirilmesi mümkün olmazdı.

Bununla birlikte, edebiyat denildiğinde, insanların aklına hemencecik şiir gelir. Zira şiir, anlatılması gereken birçok şeyin kısa ve öz hali ve formudur.

Birçok konunun bu form içre erbabınca dile getirildiği bilinen bir gerçektir. Bir de hikâye ve roman tekniği kullanılarak yapılan çalışmalarda var. Hem de günümüzde pek revaçtadır hikâye ve roman formu…

Roman formunda tarihin derinliklerinde “bulunan” hakikati aramak…

“Seruç’tan İbrahim’e adlı eser, PDF olarak bana gönderildiğinde heyecanlanmıştım. Adeta kitabı ben yazmışım gibi sevindim.

Tarihçi olmadığım halde, konunun din, onun temeli olan tevhid esasları ve olayı geçtiği bölge, hasbelkader benim de üzerinde doğup yaşadığım Mezopotamya toprağı olduğu için, yazarın yakınlığından dolayı, eseri bir de başkasının gözüyle değerlendirilmesi söz konusu yapılması, bu eserin tarafımdan okunmasını elzem kılmıştı.

Epey oranda siyasal ve sosyal okumaların arasında tarihi ve tarihi olduğu kadar,  tarih içerisinde kalmış, belki de ortaya çıkacağı günü bekleyen hakikatin az da olsa varlığına şahit olma adına bu eseri bir çırpıda okuyup eserle ilgili kanaatlerimi yazara bildirip bu işin hayırlı bir şekilde sonuçlanabilmesini murat ettim.

İşte, görünen ve “görünmeyen” birçok çaba sonucunda “Seruç’tan İbrahim’e” adlı eser ortaya çıkmış oldu.

Bu eser, tevhid mücadelesi bağlamında, tarihi birçok olay, olgu ve şahsiyetlerle ilgili “doğru, doğruya yakın, ya da doğruluğuna halel düşürmeden” elde edilen bilgilerin harmanlandığı bir eser olmayı hak etmektedir.

Konu tevhid mücadelesi, işin öznesi de Hz. İbrahim olunca, çok uzak diyarlarda değil, belli bir insicama sahip ve bir bütünlüğü haiz bir coğrafya parçası üzerinde dilden dile dolaşan, bir miktarı da öteden beri kayıt altına alınan bilgiler bizlere yol gösterici olacaktır.

Eser, ele alınış formu açısından roman olmakla birlikte, yukarıda da belirtmeye çalıştığımız üzere içerdiği “doğru ve doğruya yakın bilgiler”le birlikte düşünüldüğünde; mutlaka yazarın kendi hayal gücünün, inanç değerlerinin ve bağlısı olduğu ideolojinin ve onu takip eden arkaplanın varlığı ne adına olursa olsun bir çırpıda silinip atılamaz.

Yazarın, işin başından beri, esere kazandırmaya çalıştığı şekil ve muhteva, konu Hz. İbrahim gibi bir büyük peygamber (ulu’l-azm)  ve tevhidi gerçeklik olunca, devrede ister istemez tüm çıplaklığıyla İslam ve İslamcı dünya görüşü belirginlik kazanacaktı.

Bu eser, yüzlerce genelde insanlık âlemi ve gerekse de salt Mezopotamya insanının heybesinde, parça, parça da olsa bulunup,  yer değiştiren bilgilerin sağlamlığına delalet ederek, konu ile ilgili bir boşluğu doldurmaktadır.

Eserde tevhidi mücadeleye konu olması açısından koca bir coğrafya yer almakta; Mezopotamya, Sümer, Seruğ’un, yani Seruc’un yaşadığı Batna (şimdi Suruç ismiyle bilinen ilçe),Ruha (Urfa), Nahor, Azer, yani Tarah, Nemrud ve cümle avanesi…

Hz. İbrahim Urfa’da mı doğdu, yoksa Sümerlerin kurduğu Ur’da mı doğdu, bu konu ayrı olup, birçok peygamberin, doğduğu yer farklı olsa da, hayatının en azından bir bölümünde, Yukarı Mezopotamya’da konuşlu Harran’a gelip yerleştiği, yaşadığı gerçeğinden hareket edersek eğer, Hz. İbrahim’in de Harran’a, Urfa’ya ya da esere konu olması dolayısıyla atası Seruğ’un ismiyle anılan Seruç’ta da (seruğ) yaşadığı akla makul gelecekti.

Yazar da, bu gerçeği göz önünde bulundurarak, böyle bir şeyin mümkün olabileceğini “tarihi” belgelere dayanarak aktarmaya çalışıyor.

Onun esas anlatmak istediği, insan-insan; insan-mekân; insan-zaman; insan-tarih vb. ilişkisinden ve bütünlüğünden hareketle tevhidin ana yurdunu ve tevhid uğruna verilen mücadelenin izdüşümünün her zaman olması gerektiğini vurgulamaktan başka bir şey değildir.

Bütünlüklü bir coğrafyada…

İlk medeniyetlerin, haliyle ilk insanî kıpırdanışların neşvünema bulduğu topraklar, aslında birçok farklı duruma, olguya ve bulguya rağmen isimlendirilecek olsa, eminim “bütünlüklü ve çakışık coğrafya” tanımını hak eder. Bütünlüklü, zira insanoğlunun bugüne kadar gelen çabasının ve de hikâyesinin safha, safha oluştuğu yeryüzü parçası…

Bir de, bu bütünlüğün, büyük anlatı olan din’in, o dinden hareketle elde edilen indî yorumların mutlaklaştırılması sonucu, aynı kara parçasında; ilk insanî oluşumdan farklı kavmî durumlara, kültürel öbeklere ve farklılaşan siyasetlere bakıldığında; bütünlük içerisinde bulunan, ama oluşan farktan kaynaklanan çakışıklı durum söz konusu. Biz, bu duruma “bütünlüklü bir coğrafyada çakışıklık hali” diyebiliriz. Hz. İbrahim’inde durumu yukarıda belirtmeye çalıştığımız vakıaya uygun düşerdi.

Tarzlar farz, farzlarda tarza dönüşünce…

O da, sonuçta tevhid ehli bir silsile takip eden, ama zamanla, adeta “tarzların farz, farzlarında giderek tarza dönüştüğü” uzun ve karanlık süreçlerde gerçek mabud olan Allah©’ın yanında, O’na ortak koşulan putları kendi elleriyle yapan, satan ve kendisi de onlara tapan bir babanın oğlu durumunda idi.

Allah’ın muradı sonucu, kendisine ilah (tanrı) olarak sunulan/görünen nesneleri önce “bu benim ilahım” diyen, ama onlar ya battığında, ya da söndüğünde “benim ilahım bunlar olamaz” itirazıyla, onlara cephe alan İbrahim(a)’in mesajı, dünden bugüne birçok eserde olduğu gibi bir de “Seruç’tan İbrahim’e” adlı eserle okuyucusu içi hakikatin kapısını aralamaya çalışıyor.

Yazar, kitabı bizlere tanıtırken, şu veciz ifadeleri kullanıyor; “Hakikatin er ya da geç mutlaka ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır derler. Aslında hakikat hep vardır. Hakikatin yok zannedildiği zamanlar, sadece gizlenmeye çalışıldığı zamanlardır. İnsanlar puta taparken de aciz bir insana tanrı muamelesi yaparken de dünyevi bir metanın ya da lezzetin varlığına kul olurken de hakikat varlığını yine sürdürür.”

Klasik dini metinlere bakıldığında,  Allah©’ın, insanlara doğru yolu göstermesi, hakikate işaret etmesi ve onun “mutlaka bir gün” zahir olmasını murat için yüz yirmi dört bin civarında elçi gönderdiği belirtilir.

Bu elçilerin, büyük bölümünün, aynı zamanda Sümerler örneğinde olduğu üzere ilk medeniyetlerin ortaya çıktığı topraklarda yaşadıkları da bilinen bir gerçektir.

İşte Hz. İbrahim’in de böyle bir coğrafyada doğduğu, yaşadığı ve Allah’tan aldığı “işaretlerle” puta tapan kendi kavmini; babasını, ailesini, yakın çevresini ve özellikle de sultayı elinde bulunduran, kendi halkına zulmeden, “haline bakmadan” onlara ilahlık taslayan Nemrud’a karşı dillere destan vermiş olduğu  mücadele sonucu, onun izinde ‘tek başına bir ümmet’ten hareketle mütekamil bir “İbrahim milleti” oluşmuştu. Ki, bu durum, ilk peygamber ve ilk insan olarak kabul gören Âdem’den(a) ve belki de Nuh(a)’dan sonra oluşan nev-i şahına has bir durumdu.

Şimdilerde millet olmanın “olmazsa olmaz” bir yolu, yöntemi olarak kabul gören ve her biri birer modern paradigma olan sosyolojik değerlerle taban tabana zıt ve Allah© tarafından belirlenen olgular eşliğinde vücut bulan bir millet”… İnanç toplumu… İtikad birliği…

Ama bu hakikatin, geri planda belirgin bir şekilde bilinmesine rağmen, daha sonraları O’nu paylaşamamak ve onun mücadelesini kendi meşruiyetine payanda kılma yoluna girip ana caddeden tali yollara sapan güruhun yapıp ettiklerine bakıldığında oluşan yapının doğallığı yara almış oluyordu.

Yani, İbrahim milleti olgusu yeniden hakikatin ortaya çıkmasıyla kendini gösterecekti.

Her mekân ve zamanda tekrar edegelen hikâye…

Yazar, yukarıda hakikatin er ya da geç ortaya çıkacağının, onun böyle bir huyunun olduğuna işaret ediyordu.

Şöyle diyor; “Her mekân ve zamanda tekrar edegelen hikâye şudur: Herkes gerçeği bildiği ve vicdanen hakikati hissettiği halde hiç kimse kurulu düzeni ve düzenin sahiplerini karşısına alıp hakikati söylemeye cesaret edemez.” Kişi ne zaman bu işe cesaret ederdi? O da;  “Ta ki kralın üstünde olmayan elbiseye methiyeler dizen yalakaların arasında bir hakikatperest çıkıp “kral çıplak” diyene kadar. Ve bir zamanda kibirli krala “benim rabbim güneşi doğudan getirir sen de yapabilirsen batıdan getir” diyen İbrahim hakikatin temsilcisi olmuştu.”

İbrahim(a) de nihayetinde öyle yapmış ve Nemrud’a, yani krala çıplak” demişti. O zamanda, kızılca kıyametle kopmuştu. Onun babası ya da amcası olduğu söylenen put yapan, Nemrudî puthanenin resmi görevlisi Azer’in (Tarah) ehlinden olan İbrahim(a) kurulu düzene, hileye ve desiseye karşı çıkmış ve krala çıplak” demişti.

Günümüzde de krallar çıplak, ama onlara çıplak olduklarını anlatacak, put kıracak İbrahim’ler maalesef pek çıkmıyor. Çoğu kez, hakikatin, “gerçeğin kendisi olduğu savlanan” birçok ideolojinin marifetiyle çıplaklık devam ediyor ve maalesef bunun yanında krallara da pek bir şeyler söylenemiyor.

Ama hakikat er ya da geç ortaya çıkacaktır. Zira onun öyle bir huyu vardır…

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Sait Alioğlu’nun Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.