03.10.2024
Canlılar âlemi içerisinde, kendisine “dünya işleri “tevdi ve “teklif” edilen insanın, kendi şahsi işleriyle birlikte, yürütülmesinde ve bir sonuca bağlanmasında hareket ettiği dikkate alındığında, bir de bu işlerin birden çok insan adına ve “hep birlikte” gör(d)ürülmesi bir toplumun(*) varlığına delâlet eder.
Toplumu, en alt ve önemine binaen başta aile, yakın akraba, sülale, kabile, “aşiret” kavim, ulus/millet, ümmet ve salt inançtan sadır olan dinleri ve mezhepleri kapsayan gruplar oluştura gelmiştir.
Birden çok insanı kapsayan yapılar, en başta kendi şartları içerisinde bir kategoriye tabi olup maddi planda en üst yapı olan cemiyetle anlam kazanır.
Ama herhangi bir sebepten dolayı, o yapılar kategorize ediliyor ise, o yapıların cemiyete erişimi engellenmiş olur ve bu şekliyle cemiyetin kendi yapısı da gelişme gösteremez duruma gelir.
Burada, temelde özcülük, yani kategorik davranma yatmaktadır. Özcülük, “belli bir gruba ait belli özelliklerin grubun tümüne genellenerek, evrensel ve her tür bağlamdan bağımsız olarak var olduğunu savunma” düşüncesi olarak karşımıza çıkmış olur.
Günümüzde, devasa bir çerçeveye işaret eden cemiyet olgusu yerine toplum kelimesi tercih edilmektedir. Haliyle toplum, olgusal açıdan cemiyeti kapsamadığı gibi, zihinsel planda da ona ait zemini ve çerçeveyi göstermemektedir.
Esas konumuza dönersek; arz talep ekseninde, var olan işlerin gördürülmesi, var olan sorunların çözüme kavuşturulup bir sonuca bağlanması açsısından toplumu(burada cemiyet yerine kullanılacak) iki ana hatta ayırabiliriz; 1-Resmî(devlet) toplum, 2- Sivil toplum…
Konumlandıkları zemin, üstlendiği işler ve işlevsellik açısından her iki toplumun varlık sebebi(ontoloji) birbirinden farklı olup her biri kendi yanında farklı iki dünyayı işaret etmektedir.
Geçmişte ve günümüzde, çeşitli ideolojilerin uygulanmış bulunan iktidar süreçlerine bakıldığında, Doğu/İslam Dünyası’nda en tepe noktada bulunan muktedirlerle, toplum kesimine mensup sıradan bir şahsın söz konusu devlet olduğunda “devlet dediğin ne ki?” sorusu önem kazanır.
“Sen, ben ve o.” Yani “devlet bizden oluşuyor” söylemi, sanki resmi ve sivil alanın hiç olmadığı(sivilliğin bir anlam ifade etmediği) böyle bir ayrımın gerçekçi durmadığı vs. vurgulanır.
Böyle bir ifadenin, gerçekçi olmadığı halde resmi zevatın, buna tevessül etmesi “kendi bütünlüğü içerisinde” ne kadar makul ise de, sivil katmanda bunun hakikate aykırı düştüğü ve son derece yanıltıcı olduğu ifade edilebilir.
Hatta burada resmi sivil ayrımını ontolojik açıdan iki farklı toplum üzerinden değil de, geçmişte ülkemizde yaşandığı açısından askeriye(seyfiye/Kılıçlı) ile kalemiye(bürokrasi, ya da salt memuriyet) açısından değerlendirdiğimizde dahi, karşımıza, farklı oluşumlara ve evrelere dayanan bir anlayıştan bahsedebiliriz…
Toplumu ikiye ayırmıştık; resmî ve sivil olarak…
Yukarıda örneklendirdiğimiz üzere, resmi toplumu da; askeriye(seyfiye/kılıç tutanlar) ve kalemiye(Bürokrasi vs.) olarak iki kategoriye dâhil etmiştik.
Bu ikisi hep birden, aralarında, kendi işgal ettikleri alanlarını, birikim ve kazanımlarını elde tutma açısından belirgin bir mücadele var olmasına rağmen, konumuzu sağlama alma açısından bakıldığında, resmî toplum içerisinde değerlendirilebilir.
Her ne kadar, “devlet dediğin ne ki…” yaklaşımı bir miktar gerçeği yansıtıyor olsa da, konumlanış, iş tutuş, süregelen işleyiş ve işlevsellik açısından sivil toplum, var olan devlete düşman ve karşıt olmamakla birlikte “devlet dışı toplum” kalıbında mütalaa edilmelidir.
Ne yazık ki, özü itibarıyla saf ve berrak olan İslam’ın, asla ve asla anarşizme(buna Haricilik de denilebilir) kaçmadan ve ona tevessül etmeden insanı önceleyen tutumuna rağmen, saltanat anlayışının etkisiyle devlet aygıtını teminle birlikte, onu kutsama düşüncesi, doğal olarak bizim sivil yanımızı törpülemiş ve tamamen de ortadan kaldırmıştır.
Buna baktığımızda, sivil yanımızın hiçbir zaman oluşmadığını da görmüş oluruz. Zira saltanatçı düşünce, gayet sivil bir anlayışın oluşumuna, kendi ontolojisi açısından olumlu zemin hazırla(ya)mazdı.
Bunun, aslında birçok carî sebebinin yanında, o sebeplere belki de ciddi bir şekilde etki edecek olan yön, devletin ve dolayısıyla toplumunda hareket kabiliyetini artıracak/sınırlayacak olan iktisadi(ekonomi) durumu idi haddizatında.
Klasik dönemlerin kendine özgü şartlarında devletlerin ayakta kalabilmesi, büyük oranda, carî olan tarım toplumun dair kaynağın nasıl elde edileceği düşüncesi üzerinden, devletin zenginliğe kavuşması açısından önemli bir alan olan fetih hareketlerine sağlanacak olan kaynağın köylüden, esnaftan, tüccardan tahsil edilmesinin önemli bir sebebi olarak sivil toplumun devlet karşısında oluşamamasına zemin hazırlamıştı.
Ne zaman, devlet, kendini sağlama almak için fetih anlayışından uzaklaşıp başka arayışlara yönelmesi ve buna bağlı olarak ta, toplumun, o da kademeli olarak sanayi toplumuna dâhil olması ve yine, “halen değişimin öncü motoru” olmayı sürdüren Batı’ya bağlı olarak küresel ölçekte bilgi toplumuna ulaşması sonucunda, arada birçok eksik, gedik; yalan, yanlış işler kalmakla birlikte “sivil toplum” denen yapı ortaya çıkmış oldu.
Kendimizi temin ederek söylemeliyiz ki, Batı, her şeyden önce, “doğru, yanlış” her işi, öncelikle kendi geleceği için düşündü, kurguladı, devreye soktu, çalıştı, çabaladı ve “kendince” bir sonuca vardı.
Bunların bize yansıması ise, bizim bu yeni durumu anlama, anlamlandırma ve onu da aşacak oranda kendimize uygun bir yapı ve anlayış oluşturamadığımızdan maada, farklı oldu. Doğru ile yanlış; durumları tam test edemeden gelip kapımıza dayandı.
Bu durumu fark edip “tabiri caizse” erkenden uyanıp kendi gardını alan “devlet” kendini yeni duruma adapte edip var olan durumu kendi lehine “devletli olma hasebiyle” çevirmiş oldu.
Onun yapması gereken şey ise, her şeyden önce, bu yeni duruma uygun, kurucu öge içeren bir felsefeyi devreye sokmak olmuştu.
Devletin yöneldiği duruma adapte olan toplumun bir kısmı kendine alan açarken, geçmiş dönemlerin hayali ile yaşayan ezici çoğunluk ise, bir şaşkınlık içre “din silahıyla” defetme yolunu tercih etmiş ve onda da ısrarlıydı.
Bu durum, istisnalarıyla birlikte AK Parti iktidarı dönemine kadar sürdü. Onun, yol göstericiliğiyle, hem de Kemalist vesayetin büyük oranda kırılması söz konusu olmuştu. Ama o da devletin yeniden yapılanması adına tercih edilen Cumhurbaşkanlığı sistemine girilen süreçte ve sonrasında adeta saltanatçı anlayışın galebe çalmasıyla sivil toplum denemesi ınkıta’a uğradı.
Sivil toplum anlayışını yeniden tesis etmek ve ona önemli oranda işlevsellik kazandırmak, aslında toplumu ve devleti de gönendirir ve onları kendi “hâkimiyet alanları içerisinde güçlü ve güvende kılar.
İnsan; biyolojik ve aynı zamanda bir ruha sahip bir varlık olarak, kendinden başlamak üzere “aile, akraba grubu, sülale kabile, aşiret ve halk örgüsü üzerinden cemaate ve onun daha geniş ve kapsamlı şekli olan cemiyete ulaşır. Bu ulaşma sonunda zamanla milletin varlığı da meydana gelmiş olur.
Millet, varlığı açısından daha katmanlı ve kapsamlı yapısı gereği çoğunluğu ifade eder. Bu çoğunluk, bir realite olmakla birlikte işlevsellik açısından cemiyet kadar gerçeği ifade etmez. Zira onun oluşturan ve çıkarları birbirinden farklı olan ve haliyle bir çatışma içerisinde olacağından dolayı, kişiyi, yani insan tekimi kuşatıcı olmakta uzaktır.
Kısacası, toplum, seküler anlayış içerisinde, cemiyetin sahip olduğu manevi dinamiklere sahip olmadığı halde, Batılı değerler adına, onun yerine ikame ettirilen bir öze dayandığından dolayı reel, ama sahih değildir.
Bundan dolayı da toplum, kendi iradesi dışında “kendi dışına” hizmete koşulurken, böyle bir hizmet durumunu cemiyete yaptırmak, onun ontolojisi baz alındığında pek de mümkün görünmemektedir.
*)Biz, burada, meramızın aslında cemiyet olduğunu belirtme suretiyle onu öncelediğiniz ve toplum kelimesini de “sosyolojik bir vakıa olduğu halde” az da olsa olumsuz anlamda kullanmış olacağız…
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.