Sait Alioğlu Yazı: İslamcılık ve “yaşana gelen” daralma -1

09.10.2023

Kendini belli bir ideolojiye dayandıran sosyal ve siyasal hareketlerin, zamanla çeşitli sebeplerle bir daralma yaşadıkları bilinmektedir.
Bu daralma durumu, mensup olunan ideolojin, bizzat kendini dayandırdığı ontolojisinin(varlıkbilim) büyük oranda bilgi sistemi(epistemik) açıdan yanlışlığına, ya da o epistemik duruma bağlı olup, kendini ona nispet eden yapının ürettiği yorumsal yanlışlığa binaen var olmuş sayılabilir.
Bir de bunların yanında, o ideolojinin, toplumsaldan siyasala vs. yerleşik olmaya çalışıp çabaladığı herhangi bir toprak parçasında, onu kendine “ideolojik rakip” gören bir başka gücün, rakibinin hareket alanını giderek daralma girişimi sonucunda, bundan etkilenen gücün hareket kabiliyeti acze uğrar ve bir daralma başlar.
Bu daral(tıl)ma durumu iki şekilde tezahür eder; 1)rakibin, rakip ve olası rakiplerine yönelik söylemsel ve eylemsel gücünü alabildiğine arttırması, rakibinin elinde bulunan argümanlarını alması, tabiri caizse onun dımdızlak bırakması, onun geleceğine yönelik atraksiyonlara geçmesi ve en sonunda, rakibini birçok açıdan toplumun gözünden düşürmesi; 2)Kendini ontolojik bir üstünlük üzerinden rakipleri karşısında her zaman iktidarda görme eğimine sahip olup belli bir oranda gücü elinde bulundurmaya çalışan karşı ideolojik gücün rakibine yönelik mücadelesi şeklinde meydana gelir.
Birinci daraltılma durumuna örnek olarak, dünden bugüne tüm yeryüzünde, belli bir toprak parçasında hakimiyet elde etmek için çabalayan ve bununla birlikte kullanılması meşru olsun, ya da olmasın, birçok yola tevessül ederek rakibini yok etmeye, etkisiz kılmaya çalışan hareketler bazında verilebilir.
Örneğin; sosyalist hareketlerin, büyük oranda Avrasya, Doğu Avrupa, Asya ve Afrika’da, oralarda doğal olarak var olan dinî/ideolojik yapılara çoğu da kanlı saldırlar sonucu galip gelebilme durumu, örnekler üzeriden olayı belirgin kılar.
İkinci daraltılma durumuna gelince, buna, 2. Meşrutiyet ortamının sağladığı özgürlükçü havayı kendi lehine çeviren ve o havayı yaşaması ve dahi koruması gerektiği halde, onunla rakiplerini sindirmeye çalışan totaliter yapılı İttihad ve Terakki’nin yapıp ettikleri verilebilir.
Bir de, bize özgü olan İslamcılığın daralmasına sebep olan Kemalist uygulamalarda bu minvalde ve belki de mes’eleyi çeşitli yönleriyle anlamamızı sağlayabilir.
Yukarıda da temas ettiğimiz üzere, Osmanlı toplumunda “en azından” yönetsel planda köklü bir değişime işaret eden ve Sultan’ın mutlakiyetine dayalı bir yönetim biçiminden “şarta bağlı“ olup, sultana ait birçok yetkiyi sınırlandırma sayılan Meşrutiyet’e uygun bir yönetimle birlikte, o havaya binaen üç, dört paradigma oluşmuştu.
Bunlar; Osmanlıcılık, Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık idi.
Bunlardan Batıcılık ve Türkçülük, ontolojik açıdan salt Batıcı bir temele dayandığından olsa gerek, bugüne dek varlıklarını sürdürdüler.
İslamcılık ise, kendi döneminin en büyük Müslüman devleti olan Osmanlı’nın “ümmetin itibarı açısından” başlamış bulunan çöküşünü önlemek, onu ve toplumunu Kur’an’ın ışığında İslam ile birlikte çağdaş dünyaya sözünü söyleyebilecek duruma yükseltmek için müntesipleri açısından umut vaat ediyordu.

Bu va’di, Osmanlı dışında ve içerisinde yaşayan ilk dönem İslamcı âlim ve aydınlarının düşünce ve çabalarında görmekteyiz.
İlk dönem İslamcılarının dile getirdikleri vaatlerin, bizzat sultan tarafından, birçok alanda olumlu sonuçlar verebileceğini düşünmüş olmasın yanında, halkın –o da- temsilciler eliyle yönetime ortak olma düşüncesinin saltanata karşılık olduğunu bilmesinden dolayı kabul görmemiş olduğunu söyleyebiliriz.
Daralmadan ziyade, İslamcılığın, halkın dini bilgisinin yenilenme düşüncesi ve yönetimle ilgili tavrına binaen, birçok İslamcı âlim, aydın ve düşünürün, daha sultan II. Abdülhamid tarafından halkın gözünden düşmesi için devletin birçok imkânları seferber edilmişti.
Büyük edebiyatçı Namık Kemal, sultan tarafından, kendisi ile yapmak istediği görüş ve fikir alış, verişini kabul etmemiş, üstelik onu Mağusa(Kıbrıs) ve Midilli’ye sürgün etmiştir.
Ondan daha yakın bir zamanda Said-i Nursî’de aynı akıbete uğramış ve zindanlar onun yurdu olmuştur.
Gerçi, onun bu sürgünlükleri İslamcılığın sistematik olarak daraltılması dönemi olarak tanımlanacak ilk Kemalist dönemde de devam ermiştir. Buradan anlıyoruz ki, İslamcılığa yönelik bu daraltılma siyaseti Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalmıştır.
Onun hem ontolojisine ve hem de bilgi sistemine(epistemik)yönelik daraltılma siyaseti, büyük oranda Kur’an şairi Mehmed Âkif’in Mısır’a sürgünü ile rejim açısından başarılı olmuştur denilebilir.
Ondan sonra, “ortada İslamcılık adına ‘dişe dokunur’ bir şeyler kalmış mıdır?” diye haklı bir soru sorulduğunda, ona yönelik bir cevabında olumlu olmayacağını söylemek gerekir. Mehmed Âkif gibi bir İslamcının da sahneden çekildiği bir ortamda daralmadan ziyade, bir yok oluştan bahsedilebilir.
Artık, onun toplumsal planda bir temsilcisi kalmamıştır. Bununla birlikte, sade bir dini bilgi adına bizzat rejim tarafından hazırlatılan temel kaynakların oluşumunda, yine bir İslamcı olan âlim ve düşünür olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a yazdırılan “Hak Dini Kur’an Dili” adlı şaheser tefsiri ve birçok eseri, İslamcılığa ait alaının daraltıldığı dönemde ortaya çıkmıştı.
Her ikisinde de alan daraltılmıştı, ama bu konuda Cumhuriyetçiler, saltanatçılarla kıyaslandığında görece iyi bir iş çıkarmışlardı denilebilir. Gerçi bunun, din’in doğru anlaşılması kaygısından ziyade Türklük adına yapıldığını, ama bunun ileriki zamanlarda tüm Müslümanlar için önemli bir literal kaynak olduğunun da altını çizelim…
Bir de, Elmalı’nn bu görevi, kendi döneminde İslamcılık adına mı üstlendiği ve ileriki dönemlerde, kendisinden sonra gelecek olan nesillerce ilgi görebileceğini umduğu için mi üstlendi; bu şimdilik bilinmez, ama o dönem, alanı alabildiğine daraltılan İslamcılığa kaynak bazında önemli bir faydasının dokunduğunu da belirtmiş olalım.
20’lerden, 30’lardan itibaren ta 60’lara kadar İslamcılık adına süren, onun ontolojisine ve bilgi sistemine yönelik bir daralmayı gerektiren Kemalist politikalar, çoğu kez de, bugün anladığımız berraklıkta bir İslamcılıktan ziyade, çoğu da hurafeye ve alabildiğine gelenekçiliğe dayanan anlayışlara yönelik baskısının bir eseri kabilinden İslamcılığı vurmuş oldu.
O süreçte, İslamcılıktan ziyade, öylesi bir İslam anlayışı da bu daralmalardan nasibini almış ve yer altına çekilmişti. O anlayış, faaliyetlerini yer altından sürdürüyordu. Bu çoğu kez görünür planda kendini ortaya da koyuyordu.

Her ikisi de, yer altına çekilmiş olmasına ve alanları daraltılmış olmasına rağmen, gelenekçi anlayış halk nezdinde kendine eskiden de olduğu üzere mutena bir yer alırken, İslamcılık ise, adeta “gözden ırak olan gönülden de ırak olur” fehvasınca tamamen unutulmaya terk edilmişti.
Altmışlardan sonra, ülke içi dinamiklerden ziyade İslam dünyasında, özellikle de bu konularda öteden beri bir ağırlığı bulunan birçok Arap ülkesinde “İslamcılık” formu içerisinde tanımlanabilecek hareketlerin, bazı yol, yöntem ve buna bağlı birçok imkân sayesinde revaç bulduğu bilinen bir gerçektir.
Bu hareketlerin önemli bir kısmı, halen o yerlerde varlıklarını sürdürmelerine rağmen, bunların bir kısmının “bize yönelik” pek de olumlu taraflarının bulunmadığını, İslamcılık adına yaşadığımız daralma ve hareketlilik adına zaman içerisinde teyit etmiş bulunmaktayız.
Buna örnek olarak, hem de kendilerini “ılımlı” olarak tanımlayan birçok Selefi hareketi gösterebiliriz. Bunlar, kendilerini ılımlı olarak lanse etmiş olsalar da, bu yapıların ontolojisi ve öteden beri değiştirmeye yanaşmadıkları bilgi sistematiklerine bakıldığında İslamcılık ile bir alakalarının olmadığı görülecektir.
Burada her şeyden ziyade Türkiye ve Türkiyeli Müslümanlar söz konusu olduğuna göre; İslamcılığın bidayetinde, Osmanlı sarayının, ona yönelik baskıcı ve müntesiplerini sürgün etmesine koşut olarak Cumhuriyet’le birlikte, sekülerizmin de etkisiyle ortaya konan daraltılma politikaları göze çarpıyordu.
Buna rağmen, farklı zamanlarda ara, ara gevşemiş olsa da, hatta muhafazakâr bir iktidar döneminde, bazılarınca böyle bir daralmadan “bahsedilemeyecek” olsa dahi, iktidarın giderek muhafazakârlıktan milliyetçiliğe doğru evrilmesi, ontolojik olarak bir daralmayı da beraberinde getirmiş oldu.
Bu dönemde var olan ve göze çarpan, dahası yaşanan daralma, ezici bir çoğunluk tarafından pek fark edilmeyecek olsa da, sadece İslamcılığı değil, hemen her şeye yönelik sözü olan, kendine özgü bir dünya görüşü/ideolojisi bulunan, doğrulara doğru deyip var olan, yapılan yanlışlara da yanlış diyen(velev ki, bilgi sistematiği tümden yanlış olsun) bu topraklarda hemen herkesle adil ve eşit oranda birlikte yaşamak isteyen ve adaletten yana duruş sergileyen birçok insanı ve çevreyi de kapsamaktadır.
İslamcılığın, kendine özgü yapısı ve bilgi sistemi ile birlikte, birçok çağdaş veriyi de kendi içinde massederek varlığını sürdürme çabalarının karşılık bulması için, o ontolojiye ve bilgi sistemine yatkın Müslüman bir toplumun hali hazırda olmayışı, onun kendi adına dezavantajlı bir durumuna işaret eder.
Böylesi bir toplumun oluşması da, Müslümanların en azından peyderpey zihinsel planda var olan mevcut durumun dışına çıkmasıyla mümkün olabilir ancak. Yoksa, Müslümanların örnek verecek olursak; –zaruret hali dışında- birkaç kuruş promosyon alabilmek ve kredili bir yaşama fit olma durumu var oldukça, küllî bir değişim ve dönüşümden “işin esprisi gereği” asla ve asla bahsedilemezdi. İşin başka türlüsü de mümkün değil. Ne demiş atalarımız “at, sahibine doğru kişner”
Devam edecek…

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Sait Alioğlu’nun Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.