18.01.2021
İslam uygarlığında oldukça önemli bir yer tutan ve hayatımızın büyük bir kısmının içinde geçtiği evlerimizin yeniden serpilmesini sağlayamıyorsak, hiç olmazsa olduğu kadarıyla koruyup yaşatmakla yükümlüyüz.
Ben, 1966 yılında doğduğum şehir olan Diyarbakır’dan ayrılarak eğitim için o zaman nüfusu bir milyon olan İstanbul’a gelmiştim. Diyarbakır’ın evleri, muhteşem bir yapıdaydı ve Çin Seddi’nden sonra dünyada ikinci sırada yer alan Diyarbakır Surları’nın içindeydi. Dıştan gelen özendirmeyle bu mimari yapılar bırakılarak, apartman hayatına geçildi. Ne zaman ki insanoğlu ev üstüne kat kat evler yaptı, işte o vakit bozuldu dengeler ve komşuluk diye bir şey kalmadı ülkemizde…
Evler yükseldikçe, kibir de yükseldi. Şefkat ve merhamet duyguları zayıflamaya ve gitgide yok olmaya doğru yol aldı. Kapılar yakınlaştıkça, insanlar uzaklaştı ve birbirine yabancı hale geldiler.
Uzansan ziline dokunacağın komşular, uzaktaki bir dostun kadar dokunamıyor artık yüreğine. Selamsız sabahsız geçip gidiyor yorgun bedenler yanımızdan. Oysa eskiden evler alçak, insanlar da alçakgönüllü idi. Kapılar değil, gönüller yakındı ve dokunuyordu insanlar birbirlerinin yüreklerine.
Ruhlarda sönmeye yüz tutan uygarlığın ruh ve alevini, insanlık aydınlığını, güzellik ve hakikat aşkını, insanın içini ışıtan mimari üslup ve yapıyı canlandırmak asıl görevidir günümüz öncü ve liderlerinin…
1950’lerden başlayarak günümüze kadar gelen idareci ve politikacıların büyük vebali vardır bu konuda. Özellikle 19 yıldır iktidarda olan ve muhafazakâr olduğunu iddia eden bir partinin belediye başkanlarının İstanbul’daki talan ve yağmada birinci derecede sorumlu olduklarını kim inkâr edebilir? “İstanbul’a ihanet ettik” sözü çok şey ifade eder…
“Bahçesinden geçtik, bari balkonu olsun” diye hayallerindeki fotoğrafa uygun bir ev bulmak için sokak sokak dolaşan insanlarımızın bu duygularını nasıl okumalıyız? Yaşadığımız şehrin bütün bahçeleri tarumar olmuştur artık. Bütün mimar ve müteahhitler, sanki fikir birliği etmişçesine, boşluğa demir atmış bir gemi gibi balkonlar kondurmuşlardı evlerin dört bir yanına bir zamanlar. O moda da geçti şimdilerde. Bahçeye uzanan, evden fazla dışarıdan az bu çıkıntı, ev halkı için seyirlik yapay bir tepeydi. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında” dizeleri, balkonları canlandırır insan gözünde adeta.
Evlerin ne içinde ne de büsbütün dışında, ne iç ne de dış, her iki tarafa da ait olmayan bu bölmeler, aynı zamanda insan olarak bölünmüşlüğümüzün ve parçalanmışlığımızın da resmidir. Ne Doğulu ne Batılı, ne köylü ne de kentli… Hatta ne bu dünyaya ne de öte dünyaya ait olan, iki arada bir derede… Boşlukta salınan insan gövdesi, kamusal ya da umumi bir küvet… Adına her şeyi söyleyebilirsiniz ama ona evi tamamlayan bahçe demeniz, evi fena hâlde üzecektir. Oraya her şeyi sığdırabilirsiniz fakat insanı sığdıramazsınız.
Sezai Karakoç’un “Balkon” adında çok güzel bir şiiri vardır. Diyor ki Karakoç: : “Gelecek zamanlarda/ Ölüleri balkonlara gömecekler/ İnsan rahat etmeyecek/ Öldükten sonra da” Bu dizelerde karamsarlık vurgusu gibi görünen şey, aslında hemen ardından gelecek ve evlerini balkonsuz yapacak olan mimarlara selam göndermekte ve şiire onların serinlik ve sevincini yaymaktadır. Umut telkin eden son dizelerde şair, bulunduğu ortamı koşar adımlarla terk ediyor fakat bu bir kaçış değil. İlk iki dizede yaşanan mevcut durumun katlanılmaz sıkıntısı kendini hissettiriyor: “Bana sormayın böyle nereye / Koşa koşa gidiyorum” şeklindeki dizelerin ardından gelen son iki dize, hem bir cevap hem de bir muştu niyeti taşıyor: “Alnından öpmeye gidiyorum/ evleri balkonsuz yapan mimarların”.
“Kapının ardı gurbet” derdi eskiler, şimdilerde herkes gurbette… “Ben gurbette değilim/Gurbet benim içimde…”
Şakir Diclehan’ın Tüm Yazıları
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.