12.04.2021
Sağlam bir evlilik sonucunda meydana gelen aile, toplum çekirdeğini oluşturmak ve güçlü bir devlet kurmak isteyen, aynı zamanda ortak bir amaç ve hedef güden insanların düşündüğü ilk kurumdur. Evlilikteki manevi duygu, iki cinsi bir araya getiren kutlu ve saygın bir eğilimin sonucu ve meyvesidir.
Her çağda, en büyük ve en ağır yük, uygarlığı yüklenenlerin omuzunda olmuştur. İlk insandan günümüze dek ve günümüzden de Kıyamete kadar sürecek olan insanlık ve hakikat uygarlığını yaşatan, geliştiren, yükselten, koruyan ve bir sonraki kuşaklara aktaranlar, önderler ve liderler olmuştur hep.
Genellikle uygarlığın maddi yönünü üstlenen ve bu konuda çalışanlar, göze çarpar ve kitlelerden şu veya bu şekilde etki ve tepki alırlar. Ancak manevi cephesini üstlenenlerin hizmetleri pek kolay değildir. Bu tür öncü, lider ve dava adamlarının anlaşılması oldukça güçtür.
Şair, düşünür ve dava adamlarının görevi, toplumsal hayata yeni bir yön ve şekil vermektir. Özellikle İslam inancına sıkı sıkıya bağlı bu tür şairler, hayatın sonsuz derinliklerine inerek İslam’ın sağlam binasını takviye etmek, yeni bir anlatım gücü ve ifadeyle gizli sırları tekrar meydana çıkarmak, fizikötesi âlemden esintiler taşımaktır.
Ülkemizde büyük hizmeti geçen iki dava adamı, inandıkları ideal ve inanç uğruna pek vakit bulamaz ve evlenemezler. Bunlardan ilki Bediüzzaman Said Nursi, ikincisi de günümüzün yaşayan büyük şair ve düşünürü Sezai Karakoç’tur.
İnanç, düşünce, bilim ve aksiyon alanında yeni bir canlanış ve dirilişe imza atan Said Nursi, Bitlis’in Hizan ilçesine Bağlı İsparit Nahiyesi’nin Nurs köyünde Kıbleye bakan yamacındaki kerpiç duvarlı ve toprak damlının birinde, 1876 tarihinde doğar. İnsanların doğdukları yerlere nispet edici usule göre, “Nursi” lakabını alır.
Çok fırtınalı bir hayat geçiren Said Nursi, ilk zamanlar kangren olmuş ülkenin problemlerine çare bulmak, özellikle tıkanma noktasına gelen medrese, tekke ve okul üçlüsü arasında bir uzlaşı sağlamak amacıyla İstanbul’a gider ve Sultan II. Abdülhamid’e bir dilekçeyle müracaatta bulunur. Ancak önce akıl hastanesine ve sonra da hapishaneye yollanır. Kurtuluş savaşında verilen mücadeleye destek olduğu için Rejim lideri tarafından yeni kurulan Başkent Ankara’ya davet edilir ve hoş amedi ile karşılanır. Umduğunu bulamaz ve Van’a dönerek Erek dağında bir mağaraya çekilir. 1925 yılında cereyan eden Şeyh Said hareketi üzerine Batı Anadolu’ya sürgüne gönderilir ve ruhunu Urfa’da teslim edeceği 23 Mart 1960 yılına kadar bir daha doğduğu bu topraklara geri dönemez.
Hayatı hapishanelerde geçen Bediüzzaman, evlenmeye ne zaman bulur ve ne imkân… Kendine özgü dört prensibi vardır. Birincisi: Hiçbir şekilde hediye kabul etmemek… İkincisi: Hiçbir âlime soru sormamak ve kimseyle dini tartışmaya girişmemek. Üçüncüsü: medreselerde talebelere halk tarafından verilen ve “ratip” denilen yemeği kabul etmemek ve zekât almalarına izin vermemek. Dördüncüsü: Daima mücerret (bekâr) kalmak ve dünyada hiçbir şeyle alaka kurmamak… Bu prensiplerine hayatının sonuna kadar bağlı kalmıştır Bediüzzaman Said Nursi…
Bu durum, onun evliliğe karşı olduğu anlamına gelmez. “İşarat” isimli küçük bir risalesinde: Bekârlık bi-kârların(işsizlerin) kârıdır (işidir.) Der. Hayatının ilerleyen zamanlarında kendisine: Neden hiçbir şeye sahip olmak istemiyorsun? Sorusuna karşılık şu veciz cevabı verir: Bir zaman gelecek, herkes benim halime ğıbta edecektir. Mal ve mülk sahibi olmak bana fazla lezzet vermiyor. Ben dünyaya sadece bir misafirhane gözüyle bakıyorum.
Ortada bir gerçek vardır. Hayatı gözaltında, hapishanelerde ve şuraya buraya sürülmekle geçen, defalarca kendisine zehir verilerek ortadan kaldırılmak istenen Bediüzzaman, davasının yılmaz bir ferdi olarak ne evlenmeye zaman bulabildi ve ne de o zülüm ve işkence gören bir ortamda evlenebildi. Dönemlere ad verenler, farklı bir misyonun ve yaşantının sahibidirler daima
Sezai Karakoç: Günümüz yaşayan büyük şair ve dava adamı Sezai Karakoç ta evlenemez. Ergani’de doğan, ilkokulu burada bitiren, ortaokulu Maraş’ta okuyan ve Antep Lisesine yazılan Karakoç, buradan mezun olunca Ankara Mülkiye’ye (Siyasal Bilgiler Fakültesi) kaydını yaptırır.(1950)
Ve aşk… Sezai’nin içinde bir çiçek filizlenmektedir. Sevdiği biri vardır ve hayatını onunla birleştirme düşüncesindedir. Bu kişi, bazılarının sandığı ve yanıldığı gibi Monna Rosa’da kast edilen kişi değildir. Aylardan Gülan (Mayıs), fakülte birinci sınıfındadır ki, yitik bir aşkın yaşanmaya başladığı bir zamandır bu… Nişanlanmaya niyetlenir, babasına bir mektup yazar, ancak cevap olumsuzdur. Olayı, bir de kendisinden dinleyelim: “sanırım biraz da sınıf arkadaşımın etkisiyle, yani modaya uyarak, eve, Ergani’den nişanlanmam için mektupla istekte bulundum. Fakat evden olumlu cevap gelmediği için, bende bir daha üstelemedim, bir daha da bu konuda evden bir isteğim olmadı. Her halde henüz çocukluktan tam çıkamayış, hicap engelini aşıp böyle bir mektup yazdırmış bana. Daha sonraki aylar ya da yıllarda da iyi ki ev bu önerimi ciddiye almamış diye düşünmüşümdür. O sıralarda mı, yoksa daha sonraları mı, belki nişanlanma isteğiyle şuuraltı ilgisi olan ve biraz da kendimi denemek için, bir şiir yazmıştım ve Hisar Dergisine göndermiştim. Hisar’da bu şiir çıktı.”
Kalbi, babasından gelen olumsuz cevapla hem hüzünlenen ve hem de fırtınalarla savrulan Karakoç, büyük elem duymaktadır ki Rüzgâr şiirini yazar. Rüzgâr bir tercihin değil alın yazısının resmidir….Ve Sezai’ye evlenmek ömrü boyunca nasip olmayacaktır…
Rüzgâr
Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım!
Gelin duvağından kopan bir rüzgâr…
Bu rüzgâr yüzünden bulutlar yarım;
Bu rüzgâr yüzünden bana olanlar…
O ceviz dalları, o asma, o dut,
Gül gül, mektup mektup büyüyen umut…
Yangından yangına arda kalmış tut.
Muhabbet sürermiş bir rüzgâr kadar.
Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.
Sayın Şakir Diclehan Bey, yazınızı ilgiyle ve bir solukta okudum. “Dönemlere ad verenler, farklı bir misyonun ve yaşantının sahibidirler daima” tespitiniz çok yerinde. Selam ve saygılarımla…