Şakir Diclehan Yazdı: Devlet Düzeni ve İdareciler

14.12.2021

Tarih boyunca birçok filozof ve düşünür, devlet tanımı konusunda kafa yormuş, görüş ve düşünce açıklamış, konuyla ilgili çeşitli eserler kaleme almaktan geri kalmamışlardır. Özellikle İslam dünyasında, bu konuda hatırı sayılır eserler ortaya konulmuş ve devletin özellikleri dile getirilmiştir. Farabi’nin, “Devlet-i Fazıla”sı (İdeal Devlet), oldukça önemli ve ünlüdür. 

Devlet, amaç ve biçim bakımından, çağın şartları çerçevesinde genişleme ve genişletme göstermiş, insanoğlu için kimi zaman kurtarıcı, kimi zaman da cellat ya da kırbaç haline gelmiştir. Öbür yandan, kimileri için erişilmez bir şey, kimileri içinse kâbus ve vekil-i harç olmuştur.

Devletin iki şekilde olması, oldukça zararlı sonuçlar doğurmuştur. Yani otorite tanımama, anarşiye kapı açtığı gibi devleti putlaştırma, insanı hiçe sayış, zulme, o da toplumu içten içe çökerten ve çürüten bir psikolojik çözülmeye yol açmıştır her zaman.

 Kişiyi hiçe sayıp, tüm hakkı devlete vermek, geçmişte prototipi, devletin firavunların, nemrutların, tiranların, şeddatların oluşturduğu sistemin doğmasına neden olmuştur ki bu durun, devleti, hatta devletin başındaki insanı veya sülaleyi, tanrılaştırmaya kadar götürmüştür.

          Devleti, bir şirket gibi görme derecesine düşürmek isteyen görüş ve anlayış, geçmişte devleti putlaştırma akımlarının verdiği zararların tepkisinden doğmuştur. Ancak bu derecede, yani bir çeşit belediye şeklinde sadece hizmet kuruluşu gibi görülen bir devlet anlayışı, ne kadar yaşayabilir, kökleşir ve yaygınlaşabilir? Tartışma konusudur ve üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir konudur…

          Yüzyıllarca, hatta binlerce yıl, bilindiği kadarıyla eski zamanlar boyunca, insanlığın merkezi olan Ortadoğu’da din, kültürün, toplumun ve devletin temel ilkesini oluşturmuştur her zaman. Dinler, değişmiş, fakat yeni dinler de eski fonksiyonu aynen devir almış ve devam ettirmişlerdir. İslam’ı sadece bir inanç sistemi gibi görmek ve göstermek, tarihe de sosyolojiye de uymayan tarihi bir yanılgıdan başka şey değildir.

          İslam, mutlak hükümdarlığı kabul etmemiştir… Devletin başında olan kişi, ister seçimle, ister babadan oğula geçmek suretiyle yani irsiyetle orada olsun, hareket ve eylemlerinde İslam düzeninin kurallarıyla bağlıdır. İslam’ın idare ve siyaset hukukunda “Huruc âla’s-sultan” denilen bir hak vardır. Sultan veya hükümdar, İslam’ın kurallarını uygulamasa ona karşı başkaldırı hakkı doğar İslam’ın bu alandaki bilginlerine göre… Osmanlı Devletinde de böyleydi…

          Hükümdarların geniş yetkisi olması, sınırsız yetki sahibi olması anlamına gelmiyordu. İslam devletleri tarihi, son derece etkin örneklerle doludur. Hazret-i Ömer, Ömer bin Abdülaziz ve Selahaddin Eyyubi gibi örnekleri, artık en zirve örneklerdir.

          İslam Tarihinin önemli kaynaklarından biri olan İbn-i Kesir’in “ el Bidaye Ve’n-Nihaye” isimli eserinde Ömer bin Abdülaziz ile ilgili çok dikkat çekici ve ilginç bir anekdot aktarılır. Ömer bin Abdülaziz Halife olunca, biraz dinlenmek istemiş, fakat oğlu kendisini karşılamış ve sormuştu:

– Ne yapacaksınız?

Aldığı cevap basitti:

– Biraz dinleneceğim!

Oğlu itiraz etti:

– Fakat davacılar kapıda!

Ömer anlattı:

– Oğlum, dün gece amcan Süleyman’ın vefatı dolayısıyla onun işleriyle uğraştım ve bu yüzden uykusuz kaldım. Şimdi biraz dinlenmek, öğle namazından sonra da dava sahipleriyle meşgul olmak istiyorum!

Oğlu itiraz etti:

– İyi ama öğleye kadar hayatta kalabileceğine emin misin?

Ömer oğluna emretti:

– Bana yaklaş!

Oğlu yaklaşmış, o da oğlunu alnını öperek şöyle demişti:

– Çok şükür ki, oğlum da dini vazifelerimi ifa konusunda bana yardım ediyor!

Daha sonra dinlenmeye lüzum görmeden davacıları kabul etmiş, selefi aleyhinde ileri sürülen bütün iddialarla meşgul olmuş ve hepsini halletmişti.

          Tarihte sayısız hükümdar, adaletle ve faziletle hükmetmişler, insanlığın ve alçak gönüllülüğün gerçekten parlak örnekleri olmuşlardır. İslam devleti, ırk, belli bir dil, belli bir mezhep ve görüş esasına dayanmaz ve yalnız bunlarla sınırlanmaz. Hatta ehl-i kitap gayr-i Müslimlerin bile devlete tabi olmaları şartıyla İslam toplumuyla yan yana yaşama hakları tanımıştır.

          Ülkemize gelince, 19.yüzyıldan başlayarak Batı tarzı idarenin taklidi ve model alınması ile başlayan girişim ve eylemler, hiçbir zaman başarılı olamamıştır.  Herkesin hak ettiği saygıyı tam olarak gördüğü ve kaynaklardan hak ettiği payı tam olarak aldığı, böylece huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşadığı toplumsal düzen kurulmamış ya da kurdurulmamıştır günümüze kadar ne yazık k…

“Adalet” içinde insanların sorunsuz, mutlu, huzurlu ve güvenli bir hayat yaşamalarına imkân sağlayan ideal devlet, hiçbir zaman gerçekleşmedi ülkemizde…

          İdeal devlet düzeni olabilmesi için, devletin temelinde olması gerekenlerin başında birinci derecede özgürlüğün, ikinci derecede eşitliğin, üçüncü derecede adaletin temelde alınması şarttır.

          İttihat ve Terakki zihniyeti, 19. yüzyıldan başlayarak günümüze dek zaman zaman gizli ve zaman zaman da açıkça egemen olmuştur devlete… Basın, televizyon, radyo ve sosyal medya gibi kamuoyu oluşturan kurumlar da canlı zihin hayatından çok klişe ve sloganlar dayanan bir yol izlemişlerdir.

          Devlet adamı, kendinin bir hizmet olarak görmeli ve şahsı için hiçbir şey beklememelidir devlet yönetimine istekli olan… Milletle özdeşleşmek demektir devlet adamı olmak. Ama bu kendini büyük görme hastalığına yakalanmaya neden olmamalı… Her zaman nöbeti devre hazır olmalı bu yola giren kişi… Ancak Ortadoğu’da böyle bir duruma pek rastlanılmıyor ve kayd-i hayat ile idareciler hep iktidardadırlar…

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Şakir Diclehan’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.