Şakir Diclehan Yazdı: Endülüs Kültürüne Yön Veren Efsane Bir Kürt: Ziryab

16.11.2021

Endülüs toplumuna “Lale Devri”ni yaşatan Kürt müzik ve sanat adamı Ziryab, Batı dünyasında ve Arap âleminde hakkında çokça eserler yazılmış olmasına karşın, ülkemizde ne yazık ki, hem halk tarafından ve hem de entelektüel çevrelerce pek bilinmemektedir…

Evrensel sanat, kültür ve bilim tarihindeki yeri, tahminlerin çok ötesinde efsane bir isim olan Ziryab, konuyla ilgili hemen hemen tüm kaynaklarda, dünyanın ilk müzik konservatuvarını kuran sanatkâr olarak bilinmekte ve tanınmaktadır.

Satrancı ve cam bardağı Avrupa’ya ilk tanıtandır Ziryab… İlk uçan insanı tasarlayan, Batı dünyasına masa örtüsü kullanımını öğreten, deri mobilyayı, saç modelini, diş macununu, deodorantı, şampuanı doğal bitkilerle bulan, üç öğün yemek kuralını hayata geçiren ve daha nice yararlı işlere ve bilinmezlere imza atan Ziryab,  Gitar’ın ve Flamenko’nun da babası sayılır.

“Gastronomi Kültürü” onunla hayata geçer ve önemli bir aşamadan sonra olgunluğa ulaşır.  Latin müziğinin temeli kabul edilen Samba, Milonga ve Tango, onun müzik çalışmasının bir devamı şeklinde kabul edenler, pek de haksız sayılmazlar. Bin Bir Gece Masalları, ilk onun anlatımıyla gönüllere ve zihinlere yerleşir. Kaynaklarda, ezberinde on binden fazla şarkı sözü ve melodisi olduğu anlatılır ve söylenir.

İlkbaharın canlı renkli hafif ipekliler mevsimi olduğunu, kışın ise muflonlu kaftan ve kürklü paltolar giyilmesi gerektiğini ortaya atan da yine Ziryab’tan başkası değildir.

Peki Kimdir Bu Ziryab?

Asıl adı Ali olan Ziryab’i Araplar Abu’l-Hasan şeklinde bilirler. Çünkü Arap geleneğinde genellikle çocuk doğduktan sonra, “falanın babası” ismiyle çağırırlar babayı… Hatta o kişinin çocuğu yoksa ve ismi Ali ise, ona “Ebu Hasan” derler. Son dönemin büyük bilginlerinden Pakistanlı Nedvi, hiç evlenmediği ve çocuğu olmadığı halde, ona “Ebu’l-Hasan Nedvi” deniliyordu. Ziryab’ın babasının adı Nafi’’dir, Musul’dan Bağdat’a göçen ve yetenekleriyle ünlenen bir aile olarak bilinmiştir.

Arapların ona Ebu’l-Hasan Bin Nafi’ dedikleri Ziryab, kesin olmamakla beraber Miladi takvime göre 789 yılında Musul’un bir köyünde dünyaya gelir. Ziryab lakabı ise kimilerine göre onun esmer tenli oluşundan dolayı Arapça “karakuş” ya da “karatavuk” anlamına geldiği için verilmiş, kimilerine göre ise sesinin saflığı ve duruluğundan ötürü Kürdçe’deki altın su anlamındaki “zer av” isminden dolayı verilmiştir. Bağdat’a gittikten sonra bu lakap, Arap diline uyum sağlaması için “Ziryab” şekline girmiştir ve öyle bilinmiştir…

          Hocasının babası İbrahim, Abbasi Sarayı’nda çalışmış olmasından ötürü kendisine pek çok imkân sağlanmıştır. Sağlanan bir imkânla döneminin en ünlü müzik hocası olmuştur oğul İshak… Kendisi gibi Musullu bir Kürd olan ve sarayın baş müzisyenliğine getirilen İshak El-Mavsili, öğrencisi Ziryab’ı, bugünkü ifadeyle şan derslerini almaya yönlendirir…

Bağdat’taki bu müzik okulu, İshak’ın babası olan İbrahim Musullu tarafından kurulmuş ilk konservatuar kabul edilir. Doğu dünyasının bu döneminde gelişmiş yerleşim merkezlerinin başında gelen, kültür, sanat ve edebiyat konusunda altın çağını yaşayan Bağdat’ın o dönemki en ünlü müzik üstadı konumunda bulunan İshak’ın babası Musullu İbrahim, eserlerini Arapça icra eder. Baba ve oğul, Arap müzik tarihine tanınmış birer bestekâr/müzisyen olarak adlarını yazdırmayı başarırlar.

Ziryab’ın müziğe olan yatkınlığı, yeteneği ve kapasitesi, kısa sürede hocası İshak’ın takdiri kazanır ve öğrencileri arasında en iyisi olarak öne çıkar.  Öyle ki, Bağdat’taki Abbasi Halifesi Harun Reşid, baş müzisyen Ishak’tan bir gün en iyi öğrencisini seçip kendisinin huzurunda müzik icra etmesini ister.

          Bunun üzerine İshak, en iyi öğrenci olarak gördüğü Ziryab’ı Halife’nin huzuruna çıkar. Fakat bu girişim, Ziryab’ın da Bağdat Sarayı’ındaki sonunun başlangıcı olur.

Ziryab’ın icra ettiği müzik sonrası, mest olan ve kendinden geçen Halife, onu daha yakından tanımak istediğini söyleyerek Ziryab ile konuştuktan sonra hocası İshak’ın “ud”u ile başka şeyler de çalmasını ister. Bunun üzerine Ziryab, eğer hocası İshak da dahil, başkalarının enstrümanları ile müzik icraatını yaparsa, kendisinin başkalarından bir farkının olmayacağını söyler. Ve eğer Halife Hazretleri izin verirse, daha önce hiç kimse tarafından seslendirilmemiş sadece kendisinin bildiği ve Halife cenapları için icra edebileceği repertuarının olduğunu ve bunu da kendi yapımı olan “ud”unu kullanarak seslendirebileceğini arz eder. Bu çıkış karşısında halife Harun Reşid şaşırır ve onun “ud”unun diğerlerinden farkının ne olduğunu sorar. Ziryab’ın cevabı ise oldukça ilginç ve değişiktir:

-Benim ud’um görünüşte diğerlerinden farklı görünmeyebilir ilk etapta, ancak bu ud, kendi yapımım olup diğer bilinen udların üçte biri ağırlığındadır. Perdeleri sıcak su değmemiş ipekten, baş ve üçüncü telleri ise, aslan bağırsağından yapılmıştır. Ayrıca başkalarının kullandığı ahşap mızrap yerine ben kartal pençesinden yaptığım kendi mızrabımı kullanırım. Bunların dışında en önemli özelliği ise bu ud’un beşinci bir tele sahip olmasıdır. Ben bu beşinci tele, “ruh” adını verdim ki, diğerleri de sırasıyla, asabiyet, duygusuzluk ve melankoli hallerini yansıtırlar diye cevap verir.

Halife için repertuarında daha önce hiç duyulmamış şarkıları seslendiren Ziryab, bu üstün başarısı ve olağanüstü performansından ötürü, Halife’nin kendisine hayran kalmasına neden olur. Öyle ki Ziryab’ın gerçekleştirdiği bu müzik icraatı sonrası, sarayın baş müzisyeni olan İshak’ı yanına çağıran Halife Harun Reşid, çok yetenekli böyle bir öğrencinin büyük özen ve itina ile elinden tutulması ve eğitiminin tamamlanması için özel bir işleme tabi olması gerektiğini emreder. Ayrıca Ziryab için, kendisinin özel düşünce ve bazı planları olduğunu ekler bu konuşmasına…

Bu sözler üzerine büyük bir kıskançlık ve tedirginlik yaşayan İshak, birden bire kendine rakip görmeye başladığı öğrencisini bir kenara çekerek onun bir an önce Bağdat’ı terk etmesi gerektiğini ve bunu yapmadığı takdirde, bu hatasını canı ile ödeyeceği tehdidi ile korkutur kendisini. Hocasını iyi tanıyan Ziryab, başına bir şey gelmemesi için Bağdat’ı hemen terk etmek zorunda kalır.

Endülüs’e doğru yola çıkan ve yaşadığı bir sürü zorluk ve maceradan sonra, Kurtuba Sarayı’nda olağanüstü işler yapmayı başaran Ziryab sayesinde, dokuzuncu yüzyılda Hıristiyan Batı ve Müslüman Doğu, onun müziği ve estetik anlayışıyla biri birine yaklaşır ve aralarında bir dostluk köprüsü kurulmaya başlar.

İslam’ın Hint ve Yunan kültürlerinden devralıp olgunlaştırdığı felsefe, astronomi, tıp ve daha birçok bilim dalı, Ziryab’ın Endülüs’te kuruduğu Sevgi ve Kültür Köprüsü’nden geçerek Avrupa’nın Ortaçağ karanlığıyla buluşur, gönülleri ve zihinleri aydınlatır, denilebilir ki, Erken Rönesans hareketini başlatır. (SÜRECEK)

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Şakir Diclehan’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.