21.09.2024
Bir önceki yazımızda İran’da meydana gelen İRAN İSLAM DEVRİMİ’NİN gerçekleşmesini anlatmış, konunun detayını sonraki yazılara bırakmıştık. İmam Humeyni bu devrimin sembol isimlerinden biri, hatta en başta geleni olmasına karşın devrim öncesinde vaat ettikleriyle sonrasındaki uygulamalar arasında uyumsuzluk, hatta çelişkiler yüzünden pek de başarılar elde edilemedi.
Devrim, İslam dünyasında büyük bir heyecan yaratmış ve bir beklenti içine girilmişti. Ancak sonrasındaki uygulamalar hayal kırıklığına neden olmuştur. Konuyla ilgili olarak Sezai Karakoç, ilginç bir anısına yer verir. Sezai Karakoç diyor ki: “İran’da devrim olduğu zaman, İstanbul’daki İran başkonsolosu ziyaretime gelmişti. Ben o zata: “Siz, Sa’dîleri, Attarları, Nizamîleri devreye sokun. Dünya çapında imkânlarımız vardır. Paris’te Fransızcaya çevirin, New York’ta İngilizceye çevirin, Londra’da İngilizceye çevirin. Bütün dünyaya bunları duyurun, zaten çok az duymuşlardır. Fakat siz bunu dünya çapında yapın.” Dediğim zaman hayır, demişti. Bunlar, zalim padişahlara övgüler yazmışlar, bizim bunlarla ilgimiz olamaz. Halbuki bu düşünce yanlıştır. Şairlerimiz, usulen ve gelenek icabı padişahlara kasideleri yazmış olsalar bile, zulüm övgüsü olamazlar. O padişahları da tümüyle zalim diye vasıflandırmamız güçtür. Çünkü geçmişte medeniyetimizi kuran onlardır. Hataları olabilir, kusurları vardır. Fakat onları bugün toptan inkâr etmek bir çıkmaz sokaktır. Biz İslam’dan İslam medeniyetinden bahsederken, tüm Müslümanları kardeş olarak kabul ediyoruz ve onlara her türlü desteği yani manevi desteği vermeye hazırız.”
İran’da ilk yapılan uygulamaların başında devrim ihracı gelmekteydi. Oysaki önce dahilde işe başlanmalıydı. Devrim ihracı çabalarının etkisizleştiren reel politik, İran’ın sadece ideolojiye dayalı bir dış politika izleyememesi sonucunu da doğurmuştur. Çünkü ideoloji hiçbir ülkede dış politikanın tek belirleyicisi olamaz.
İran İslam Cumhuriyeti’nin özellikle ilk on yılındaki dış politikasında “devrim ihracı” çabaları yoğun biçimde yürütülmüştü. Devrimciler, yeni cumhuriyetin, başta Müslüman toplumlar olmak üzere, tüm dünyadaki ezilmişlere yardım etmesini, İslami devrimci hareketlerin koruyuculuğunu üstlenmesini temel hedef olarak belirlemişlerdi. Elbette, bunu yaparken sadece barışa dayalı yöntemlerin kullanılmasını bir zaruret olarak görmeleri gerekirdi. Zira güç kullanılarak ele geçen iktidarlar meşru kabul edilemezdi. Bu boyutu ile İranlı liderler, devrim ihracından çok İslam ve ezilenler arası dayanışma kavramını öne çıkarmaları noktasında bir fikir birliği içinde olmaları gerekirken bunda pek başarılı olamadılar.
Devrim ihracı çabalarında, ilk başlarda Şiiliğe ait özel kavramlardan özellikle uzak durulmaya özen gösterilmekteydi. Çünkü devrimcilere göre devrim, Şiilikten ziyade İslam’ın evrensel mesajları etrafında gerçekleşmesi söz konusuydu. Öyle ki, bu noktada Şii ve Sünni Müslümanların kardeşliği konusuna sürekli vurgu yapıldığı görülüyordu. Bu evrede mezhepsel farklar ihmal edilebilirdi, çünkü mezhep farklılıkları İslam kardeşliği yanında tali meselelerdi. Önemli olan herkesin “Müslüman kimliği”nde birleşmesi ve zulme karşı birlikte hareket etme iradesini ortaya koymasıydı. Ancak genel kabulün aksine, devrim ihracı çabalarının gerisinde sadece devrimcilerin idealizmi bulunmamaktaydı. Buna ilaveten yeni devletin güvenlik ihtiyacı gibi reel bir gerekçe de vardı. Yıkılan rejim uluslararası sistem ile uyumluydu. Şimdi devrimci ülke bu sistemden çıkmakla bir nevi yalnızlığa düşmüştü. Uluslararası sistemde yalnızlık (izolasyon) hiçbir ülke için istenen bir durum değildi.
İran Devrimi doğası gereği Pan-İslamist bir hareket idi. Ayetullah Humeyni tüm dünya Müslümanlarının birliğinden yana olduğu şeklinde bir görünüm vermekteydi. Müslüman dünyanın karşı karşıya kaldığı problemlerin çoğunun temelinde, Müslümanların İslam’ın kutsal yoluna yabancılaştırılmalarını, Doğu veya Batının çürümüş hayat tarzlarını benimsemelerini, baskıcı ülkelerin entrikalarının bir sonucu olarak ülkelerinin parçalanmışlıklarını görmekteydi. Kurtuluşun yegâne yolu İslam’a dönmek, gerçek ve doğru İslami hükümetler kurmak ve suni farklılıkları ortadan kaldırarak yeniden birliği sağlamaktı. Müslümanlar ve ezilen diğer milletler, küresel güç dengesini değiştirebilmek, esarete ve sömürüye son verebilmek için birbirleri ile işbirliği yapmalıydılar. Ancak, Ayetullah Humeyni’nin bu düşünceleri İslam dünyasında çok fazla destek bulamadı. Bunda da, İran Devrimi’ni Şiilik kalıplarına sokmakta gösterdikleri çabadan dolayı Sünni dünya buna soğuk bakıyordu. İran’ın bu ve benzeri her çağrısı, “Şiiliğin yaygınlaştırılması propagandası olduğu” şeklindeki karşı propagandayla etkisiz hale getiriliyordu.
Bir devrim neticesinde kurulan İran İslam Cumhuriyeti, siyasi sistem açısından demokrasi-teokrasi karışımı bir devlet görünümündeydi. Bu yönetimin başında bizzat ulemadan bir “Rehber” bulunmakta, rehberin ilk vazifesi İslam’ın ve İran’ın çıkarlarının anayasa çerçevesinde korunması yer almaktaydı.
Rehber’in yanında bir nevi ulema konseyi olarak adlandırılabilecek olan bir yapılanma oluşmuştu. Rehber ile birlikte bu konsey, çok rahat biçimde modern devletlerde görülen anayasa mahkemeleri veya anayasa koruma kurullarına benzetilerek kurulmuştu. Buradaki fark, Batıda bu tür kurumlar, daha çok hukuk düzeni içinde ve yine daha çok kişi hak ve özgürlüklerinin korunması yönünde gelişmişken, İran’daki bu konsey İslam’ın ve İran’ın ulusal çıkarlarını önceleyen din adamlarından oluşmaktaydı. Rehberlik, varlığı itibariyle teokratikti. Ancak, makamı ve fonksiyonları itibariyle modern bir görünüm vermekteydi. Modern anlamda kontrol yetkileriyle donatılmıştı. Anayasayı korumaktı birinci görevi. Önemli devlet yetkililerini atamakta, Seçimleri gözetlemekte, devletin uyum içerisinde çalışmasını sağlamaktaydı.
İran yönetimi, görünürde modern kurumlara sahipti. Cumhurbaşkanlığı, bakanlıklar, Meclis, adli ve hukuki kurumlar, istihbarat, milli güvenlik konseyi gibi kurumlar İran’ın gündelik işlerini yürütmekteydiler. Bu kurumlar, ülkenin iç ve dış konularıyla ilgili kararlar almakta, ilişkiler tesis etmekte ve gelir dağılımını yönlendirmekteydiler. İşte burada çok büyük bir problem ortaya çıkmakta olduğu görülmektedir. Mollalar, kendi yandaş ve akrabalarına öncelik tanımalardan ötürü halk kitlelerinde sadece büyük bir hayal kırıklığı yaratmakla kalmamış, büyük bir muhalefetin oluşmasına da neden olmuşlardır.
Seçime katılacakların veto tehdidi altında siyaset yapmaları, sistemin en büyük zaaflarından biridir. Bu durum, seçme ve seçilme hakkı gibi önemli özgürlüklerden birisi hakkında şüpheler oluşmasına yol açmış, ayrıca çok rahatlıkla rejim sınırları içerisinde demokratik mücadele verecek kesimler, sistemden dışlanarak illegal örgütlenmeye zorlanmışlardır.
Yeni bir insan tipine, çağın ve ülkenin problemlerini kendine dert edinmiş bir insan tipine gebe olmanın sancılarıyla kıvranması gereken İran, gerçek anlamda ruhu hür olan bir insan tipine ve yapıcı bir insan örneğine pek kavuşamadı. Bu nedenle iç ve dış buhranlar yaşamaktan hiçbir zaman kurtulamadı.