Şakir Diclehan Yazdı: İslam Birliği ve Cemaleddin Afgani -1

10.08.2021

Medeniyet tarihçileri ve düşünürler, çeşitli açılardan İslam uygarlığının yüzyıllar süren bir bunalıma girmesi üzerinde çokça durmuşlardır. Hemen hemen tüm insanlığı da ilgilendiren ve özellikle son çağlarda yaşanan bu krize temas etmekte ve çıkış yollarını göstermekte sayısız yararlar vardır.

İslam ülkelerinin Birliği üzerinde beyin jimnastiği yapan ve yaşadığı 19. Yüzyılda konuyla ilgili oldukça ilginç düşünce ortaya koyanlardandır Cemaleddin Afgani… Peki, kimdir bu Cemaleddin Afgani? Amerika’dan İngiltere’ye kadar Batı’da, Mısır’dan Hindistan’a kadar Doğu’da yaptığı seyahatler, etkilediği şahıs ve kitleler, karıştığı olaylar ve eylemler, geride bıraktığı eserler ve öğrencilerle 19. Yüzyıl İslâm dünyasının düşünce ve siyaset hayatında önemli bir yeri bulunan Afgani’nin hayat hikâyesinde, hâlâ aydınlatılması gereken noktalar bulunmaktadır ne yazık ki…

Cemaleddin Afgani, kişiliği ve düşünceleriyle çok tartışılmış ve günümüzde de bu tartışma hala sürmektedir. Afganistan’dan yola çıkarak çeşitli İslam ülkelerini dolaşmış ve İstanbul’da vefat etmiştir. Düşünceleriyle birçok kimseyi kısa zamanda etkilemiş ve peşinden sürüklemeyi başarmış biridir. Mason locasına kayıtlı olması ya da yeni bir loca oluşturması tartışılan bir konu olarak karşımıza çıkmakta, ancak aktivistliği ve sürekli hareket halinde olması, tartışılmayacak bir durum olarak herkes tarafından kabul edilmiştir.

Kanımızca onun bu durumu, hem kendisinin çok hareketli bir hayat yaşamış olmasından ve hem de kaynaklarda yer alan bilgilerdeki çelişkilerden ileri gelmektedir. Dolayısıyla bu konudaki sağlıklı bilgiler yanında, tartışmalı hususların da ayrıntılı ve detaylı şekilde verilmesinde yarar vardır.

Kaynaklar, Afgani’nin Şaban ayının 1254’ünde (Kasım 1838) doğduğunu görüş birliği halinde belirtir ve kabul ederler. Nerede doğduğu hususu ise, onun hem milliyeti hem de mezhebiyle ilgili konu olduğundan sonu gelmez tartışmalara konu olmuştur.

Daha kesin deliller ortaya çıkıncaya kadar Afgani’nin Ahmet Ağaoğlu’na yaptığı şu açıklama kanımızca kabul edilebilir ve tatmin edici gibi görünmektedir: “Benim babam ve annem aslen Merâgalı’dır, (Günümüzde İran sınırları içinde kalan önemli Ortaçağ şehirlerinden biri.) Fakat sonra Hemedan’a gelmişler, ben Hemedan’da doğdum. Fakat ben daha süt emerken babamın işleri bozulduğu için Afganistan’a hicret mecburiyetinde bulunmuşuz.”

Afgani, on sekiz yaşına kadar Kâbil’de kalmış, ilköğrenimini bilgin bir kişi olan babası Safder’den yapmıştır. Ülkenin meşhur bilginlerinden dil, tarih, din, felsefe, matematik, tıp ve siyaset alanında dersler almış ve daha sonra tahsilini geliştirmek üzere Hindistan’a gitmiştir.

Burada iki yıla yakın bir süre kalan Afgani, Avrupa bilim ve edebiyatı ile tanışmış, eskiden beri zihninde taşıdığı ıslahat düşüncesi (İslam dünyasında gerileme dönemlerinden başlayarak zaman zaman girişilen yenileşme devinim ve hareketlerine verilen ad) Hindistan’da biraz daha netleşmiş ve güç kazanmıştır… Hacca giden ve çeşitli yerlere uğrayan Afgani, Ülkesine döndüğünde Afganistan’da önemli görevlerde bulunur.

Muhtemelen bu Hac mevsiminde, zihninde Haremeyn merkezli bir İslâm birliği fikri filizlenmeye başlar. Bir yıl süren Hac seyahatinden sonra Afganistan’a dönen Afgani, Dost Muhammed Han’ın iktidarında devlet hizmetine girer ve önemli mevkilerde bulunur. Dost Muhammed A’zam’ın yönetimini sömürgeci emellerine uygun bulmayan İngilizler, rakibi Şir Ali’ye malî destek sağlayarak ülkede huzursuzluk çıkarırlar. Şir Ali’nin iktidarı ele geçirmesi üzerine Muhammed A’zam İran’a iltica etmek, Afgani de ülkeyi terk ederek Hindistan’a gitmek zorunda kalır.

Afgani, ülkesinin hürriyet ve bağımsızlığına zarar verdiğine inandığı İngilizlerin dikkatini çekmemek için Hindistan’a sıradan bir tüccar gibi girmek istese de pek başarılı olamaz. Devlet görevlileri, onu göstermelik bir itibarla karşılar, ancak Hindistan’a gelişi kısa zamanda duyulur. Kendisine gösterilen büyük ilgiden rahatsız olan İngiliz yönetimi, ona, ülkeyi derhal terk etmesini bildirir.

Afgani, bu durumu vesile yaparak Hindistan halkına: “Ey Müslümanlar! Siz insan değil de sinek olsaydınız vızıltınız İngilizlerin kulaklarını sağır ederdi! Ey Hintliler! Sizler su kaplumbağası olsaydınız İngiltere adasını yerinden söker denize batırırdınız!..” şeklinde uyarıcı ve cesaretlendirici sözler söylemekten çekinmez.

Hindistan’ı terk etmek zorunda kalan ve Mısır’a geçen Afgani, burada kısa bir müddet kaldıktan sonra Sultan Abdülaziz’in daveti üzerine İstanbul’a gelir. 20 Şubat 1870’te Dârülfünûn-i Osmanî (Bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin çekirdeği olan yüksekokul) müdürü (rektörü) Hoca Tahsin Efendi’nin Türkçe, Efganî’nin Arapça, Aristikli Efendi’nin Fransızca nutukları ve Şeyh Ârif Efendi’nin duasıyla açılır.

Tahsin Efendi’nin isteği üzerine o yılın Ramazan ayında başlatılan halka açık konferanslar arasında Afgani’nin verdiği bir konferansta, felsefe ve nübüvveti de sanatlar içinde sayması, muhaliflere bekledikleri fırsatı vermiş olur. Aslında, Afgani, Türkçesinin yetersizliğini ileri sürerek konferans vermek istemez, hatta konuşma metnini o önemdeki büyük devlet adamlarına da gösterir ve onların olurunu da alır ve yapılan ısrar üzerine bu konuşmasını yapar.

Afgani, konferansında hayatı ve ihtiyaçları bakımından toplumu canlı bir bedene benzetir, bu ihtiyaçları karşılayan sanatları, bedenin organlarıyla, hikmet (felsefe) ve nübüvveti (peygamberliği) ise ruh ve canla karşılaştırarak, felsefenin marifetle elde edildiğini, filozofun yanılabileceğini, bu nedenle dine aykırı sözlerine uymanın doğru olmadığını, peygamberliğin ise, Allah vergisi olduğunu ve onlara uymanın gerekli bulunduğunu söyler…

Muhalifler, konferansta söylenenlerden yalnızca “nübüvvet sanattır” kısmını alırlar, Şeyhulislam Hasan Fehmi Efendi bağnazca bir anlayışla Afganî’yi tekfir eder, vaiz ve hatipler de camilerdeki halkı tahrik ederler. Buna karşı Afgani’nin savunması yetersiz kalır. Bu durumda Âlî Paşa Afgani’nin ülkeden çıkarılmasına karar verir. Fitneyi yatıştırmak için konferanslara son verilir ve Hoca Tahsin Efendi de görevden alınır.

Bu gelenek eğer sürdürülseydi, üniversite toplum nezdinde itibar kazanır ve gerçek işlevini de yapmış olurdu. Her çağda en ağır yük, kuşkusuz sorumluluk duyan aydın, aksiyoner, aktivist ve uygarlığı yüklenenlerin omuzlarındadır. Necip Fazıl’ın slogan haline getirdiği gibi “Ham yobaz, Kaba softa” devreye girdiğinden Afgani, günah keçisi gibi saldırılar karşısında Osmanlı ülkesini terk etmek zorunda kalır.

Afganî ile bizzat görüşen, konferans metnini de okuyan Cevdet Paşa, daha sonra Abdülhamid’e sunduğu bir raporda Afganî’nin lehinde sözler söyler ve olayın bir yanlış anlamadan kaynaklandığını ifade eder.

İstanbul’dan ayrılışı sırasında kendisini uğurlamaya gelenlerden birinin Şeyhülislâma ve dolayısıyla dine dokunan bir sözü üzerine Afgani’nin, milletlerin dinsiz de devletsiz de ayakta duramayacağını, bu iki otoritenin esası hak ve gerekli olmakla beraber dinin hurafelerle, devletin de yöneticilerin istibdadı ile bozulabileceğini, bu durumda ıslahat gerektiğini, kanunun sultanın iradesiyle değil halkın hür iradesiyle oluşacağını ifade etmesi, onun daha o tarihlerde din, devlet ve millî irade konularındaki düşüncesini yansıtması bakımından önemlidir.

Afgani, Mart 1871’de geçici bir süre için ve dinlenmek amacıyla Kahire’ye gider. Onun sekiz yıl sürecek Mısır’daki ikameti sırasında, Cuma ziyaretleri dışında Ezher’e gitmez, derslerini evinde verir ve Posta Kahvehanesi’nde sohbetler yapar. Konuşmalarından rahatsız olan Hidiv, İngilizlerin de telkiniyle Afgani’nin Mısır’dan çıkarılmasını emreder.

Tekrar ve üçüncü defa Hindistan’a giden Afgani, onun bu dönemde bütün İslâm ülkeleri arasında sağlam bağların kurulması, çok yönlü bir dayanışmanın sağlanması ve böylece birlikte hürriyet ve bağımsızlığı elde ederek bir “Müslümanlar Birliği” idealinin gerçekleşmesi için çaba gösterir. Ancak İngilizlerin telkiniyle oradan da sınır dışı edilir, önce Londra ve daha sonra da Fransa’ya geçer.

Paris’ gizli bir cemiyet kurar ve Lübnan’da yaşayan Muhammed Abduh’u da çağırarak “Urvetü’l-Vüska’yı çıkarırlar. Gazete, ancak 18 sayı çıkabilir. Ernest Renan’la tartışması sebebiyle şöhreti artan ve Paris’te saygı gören Afgani, burada da rahatlık yüzünü göremez. Programı gereği yeniden seyahate karar verir. Davet üzerine İran’a gider.

Cemâleddîn-i Afgani’nin siyasî, sosyal, kültürel konular ve meselelerle ilgili dikkat çekici görüşleri ve teklifleri olmuştur. Ona göre sömürgeci Batılılar “Şark milletlerinden daha zeki ve kabiliyetli değildir; ancak onlar gücün ve hâkimiyetin sırlarını keşfetmiş ve bunları yerli yerinde kullanmışlardır. Bunların başında düzen, sabır ve sebat gelir. Sömürgeciler Doğulular üzerinde, sefahatinden dolayı hukukça kısıtlı hale getirilmiş vâris statüsünü uygulamaktadırlar, ancak onların maksadı sefîhin malını korumak ve reşit olmasını beklemek değildir; tam aksine ellerinden geldiği kadar sefahat müddetini uzatmak ve fırsat elverdiğinde mülkü ele geçirmektir.”

İkbal’e göre Afgani, geçmişle ilişkiyi koparmadan İslâm’ı bir düşünce sistemi olarak ele alıp düşünce tarihinin derinliğine inen ve aynı zamanda insan faktörünü iyi tanıyan, hem bir lider hem de bir İslâm âlimidir. “Eğer yorulmak bilmeyen fakat dağılmış enerjisi kendini, insanoğlu için iman ve amel sistemi olarak Müslümanlığa büsbütün hasretmiş olabilseydi İslâm dünyası bugün zihnen çok daha sağlam bir zemin üstünde olurdu.”

Afgani’nin, yeniden dirilme hevesi veya hayali, sürekli çalışma azmi, faydalı ve yararlı yeniliklere kucak açma arzusu, geçmişin şerefli tarihine yönelme heyecanı ve dinamik bir katılımla ileriye doğru yürüme, hatta koşma duygusu, ateşli bir gönülle dert ve ıstırapları dile getirme şevki, onu kaderin çizdiği yolda mutlu sayılabilecek noktanın son haddine kadar götürmeye pek yetmez.. (SÜRECEK)

 

Şakir Diclehan’ın Tüm Yazıları

Bu yazıda yer alan fikirler yazara aittir. Farklı Bakış’ın bakış açısını yansıtmayabilir.

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.