Şakir Diclehan Yazdı: Tarikatların Geldiği Nokta ve Yaşanılan Çürümüşlük-II

20.05.2024

Tasavvufun tarihi akış içindeki anlamıyla sistemli bir bilim olarak düzenlenmesi ve girilen bir yol şeklinde ortaya çıkması, ilk olarak Hicrî ikinci asırda olmuştur. Diğer dini ilimlerde olduğu gibi tasavvufun telkin ettiği “züht ve takva” hayatı, aradan zaman geçtikçe, bu feyizli yaşayışı devam ettiren ve kendilerine hayat tarzı edinen “Hak Dostları”, halkın dünyaya boyun eğip gaflete dalmasına engel olmak amacıyla Allah’ın rızasını kazanmak için insanlara nasihatte bulunmuş, öğüt vermiş ve onları gafletten uyandırmak için ikaz etmişlerdir.

Dini, daha deruni ve bilinçli yaşayabilmek gayesiyle oluşturulan kurumlar olarak ortaya çıkan tarikatlar, toplumun dinî hayatına doğrudan etkisi olan kurumlar şeklinde faaliyette bulunmuşlardır. Dinin derunî yönünü icra etmeye çalışan tarikatlar, bireyin sadece iç dünyasına hitap etmenin yanında, dinîn toplum hayatına etki eden formlarıyla sosyal bir yapı oluşturmaktan da geri kalmamışlardır. Birer sosyal kurum olarak kuruluşlarından günümüze dek çeşitli alanlarda, fonksiyon icra etmiş ve varlıklarını sürdürmüşlerdir tarikatlar. Duruma göre toplumun sosyal, ekonomik ve kültürel birikimine de katkıda bulunmuşlardır.

Bu kişilerin bir çığır açmak, bir yol ve hayat üslûbu meydana getirmek gibi bir gayesi olmamıştır. Ancak onların sohbet ve nasihatlerinden istifade etmek isteyen insanlar, bu şahısları kendilerine manevî birer rehber ve üstat kabul etmiş ve onların düşüncelerinden yararlanmışlardır. Bu tür zatlara bağlı olanlar, öğütlerini sistemleştirerek manevî bir disiplin haline getirmiş ve sonuçta bu üstatların isimlerine nispet edilen tarikatlar meydana gelmiştir. Kâdiriyye, Mevleviyye, Nakşibendiyye ve benzeri oluşumlar gibi…

Tarikatlar aracılığıyla sûfîliğin, ahlaki yönden düşük, cahil ve menfaatperest şeyhler, bağnazlar ve alt tabakadan halk kitlelerine indikçe, dinî bakımdan safsata, hurafe ve türlü entrikaları beraberinde getirmek suretiyle ekonomik, siyasal, dinî, ideolojik istismar ve seviyesizliklere ve pek çok çeşitli olumsuz sonuçlara yol açtığını da tarih ve edindiğimiz tecrübeler bize açıkça göstermektedir. Toplumun çöküşüne paralel olarak, öteki toplum kurumları gibi sûfîlik, tekke ve tarikatlar da kendilerini yenileyemediği zamanlarda, ilim, irşat, ruh yüceliği, manevi ve ahlaki faziletler yerlerini şekilcilik, âyincilik, bilgisizlik ve çıkarcılığa bırakmıştır.

Cumhuriyet döneminin hızlı değişim ve tepki ortamında, kaynağını tasavvuftan alan, ancak geleneksel tasavvuftan oldukça farklı, yeni tip yapı ve örgütlenme biçimlerine tanık olunmuştur. İmanı kurtarma ya da ruhu yüceltme ve ahlakı derûnîleştirme amacında olduklarını ifade eden tarikat ve yeni tür cemaatlerin faaliyetleri arasına, dernek, vakıf, yurt, kurs ve benzeri eğitim kurumları, şirket kurma ve bunları işletme, finans kurumları oluşturma, holdingleşme, basın ve medya örgütlenmesi gibi dünyevi amaçlara yönelik işler çok büyük ölçüde girmiş ve bütün bunlar, tarikat kültürü, geleneği ve dünya görüşünde önemli tutum değişikliklerine yol açmıştır.

Eskiden, geleneksel olarak Sûfîlik, dünya hayatına önem vermeme, ona karşı pasif bir kadercilik, ondan kaçış ve inziva tavırları ile karakterize olurken, bundan böyle maddi gelişme ve teknolojinin cazibe ortamında ona doğru şiddetli bir meyil kendini göstermiş ve ona bir tür adaptasyon yahut onunla bir şekilde uzlaşma eğilimine girmiştir. Ancak son dönemlerde, tüm kurumlar gibi, tekkeler, bir takım bozulma, yozlaşma, ya da en azından zayıflama, küçülme, etkinliklerini yitirme durumuna düşmüşlerdir.

Osmanlı Devletinin yıkılışından sonra da büsbütün sahipsiz kalmışlar ya da ıslah edileceklerine, yok edilmeye çalışılmışlardır. Gerçi büsbütün yok olmamışlardır. Yeraltından akan sular gibi kendi yataklarında akıp gitmişlerdir. Gizli gizli de olsa toplumun manevi cephesinin büsbütün ölmemesi için görev yapmaya çalışmışlardır. Ancak bunu yaparken yetersizlik, imkânsızlık ve kimi zaman da samimiyetsizlerin istismarı gibi durumlar da görülmüştür.

Tarikat, insanın insanla ilişkisinde belki en nazik bir konu halindedir. Müridin şeyhe teslimiyeti söz konusu olduğundan, şeyh, insan-ı kâmil olmadığı takdirde, ona bağlanan insan için büyük risk vardır. Bu risk, tarikatın kökten yıkılması ve ortadan kaldırılmasını gerektirmez elbet.

Ama gerek kişilerin ve gerek toplumun bu konuda son derece dikkatli olması gerekmektedir.

Osmanlı’nın son dönemlerinde diğer kurumlarda olduğu gibi tarikatlarda da baş gösteren problemlerin çözümü ve işi disipline etmek için II. Abdülhamit zamanında tekke ve dergâhların düzenlenmesi için bir takım ıslahat hareketleri başlatılmış, “meclis-i meşayih” kurulmuş ve buna dair bir nizamname çıkarılarak tekkelerin ve tekke şeyhliklerinin düzeltilmesine çalışılmıştır.

Osmanlı’nın son dönemlerine kadar bir mozaik gibi tüm tarikatlar aktif olduğu halde 19. Yüzyıldan itibaren Nakşiliğin Halidi kolunun oldukça yayılıp adeta diğer tarikatlara galebe çaldığını görmekteyiz. Mevlana Halid Şehrezori’nin (ö. H.1242/ M.1826) iyi bir medrese eğitimi görmesi ve şeriat bilgisinin yüksek olması, Halidilik şeyhlerinin hemen tümünün medrese çıkışlı olmaları ve şeriata sıkı sıkıya bağlı bulunmaları Halidiliğin Irak, Suriye Anadolu ve Balkanlar’da yayılmasına aracı olduğu görülmektedir.

20. yüzyıla gelindiğinde de toplumumuz henüz bu sorunu çözebilmiş değildir. Mevzuata göre tüm tarikatlar kapalı ve yasaktır. Ama tarihî-sosyolojik bir gerçeklik olarak ve çok partili düzenin getirdiği şartlar içinde kendilerine göre bir faaliyet içinde oldukları ve hareket ettikleri inkâr edilemez.

Osmanlılar devrinde, tümü devletin denetimi ve yardımı altında kendi kurallarına göre işleyen kurumlardı tarikatlar. Bunların özünü ve ruhunu kaybetmeksizin, yani manevi ekoller olarak nesillerin formasyonunda görev almaları belki de en doğrusuydu. Ancak Cumhuriyetin birinci döneminde bu kurumların iyileştirilmesi ve yenileştirilmesi değil de, tüm ortadan kaldırılması ve yerine de yeni hiç bir şeyin konmaması yolu tutulduğundan bu gün yetişen nesillerin çoğu büyük bir manevi boşluk içinde olmuştur.

Cumhuriyetin ikinci döneminde, yani çok partili düzene geçişten sonraki dönemde İslam’a bakış bir dereceye kadar değişmiş, imam hatip okulları, ilâhiyat fakülteleri açılmış, cami yaptırma ve Kur’an kursları açma gibi faaliyetlerin görülmesine ses çıkarılmamış ve fiilen de tarikatların biraz belirmesine göz yumulmuş olmasına rağmen, nesillerin manevi boşluğunun giderilmiş olduğu pek söylenemez. Çöküntü o kadar büyük olmuştur ki, bu tür ıslah hareketleri yeterli olmamıştır. Çok partili düzene geçtikten sonra, gayri resmi olarak şurada burada tarikatların etkileri duyulmuştur. Bilhassa oy potansiyeli açısından Doğu’da bağlıları bulunan şeyhlerin nüfuzu oldukça fazla olmuştur.

Zamanla birçok konuda olduğu gibi tasavvuf alanında da dejenerasyon başlamış ve asli amacından saparak ya da saptırılarak mal ve mülk toplama aracı haline gelmiştir.

Toplumun her alanında, derinlemesine, birbirine bağlı, bir sistem içinde yeni bir diriliş akımı başlayıp topyekûn bir değişime ulaşılmadıkça, eskiden kalma ya da yeni hiç bir kurumun parça parça yapacaklarından tüm toplumu kurtuluşunu gerçekleştirme beklenemez.

Şakir Diclehan’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.