22.01.2021
Demokrasilerin ilham kaynağı ve hatta kökeninin eski Yunan (Atina)’a dayanması gibi, İslamî yönetimin temeli de istişarî bir esasa, Ömer bin Abdülaziz’in deyimiyle “şûra sistemi”ne dayalıdır. Adalet ve şûra yönetimin temel ilkeleridir. Adalet insanoğlunun siyaseten özgürlük, iktisaden eşitlik ve ahlaken kardeşlik koşullarının dengeli, birbirini örselemeyen ve önemsizleştirmeyen bir biçimde sağlanabilmesidir. Elbette ki mevcut şartlara göre bunlar kendi aralarında çeşitli dengeleme biçimlerine tâbi tutulabilir. Ama bu, kavramın nesnelliğinin başka bir olgu tarafından askıya alınması ya da yozlaştırılması biçimini alamaz. Çünkü siyasetin gerçek işlevi, “medine”ye (şehre) tasallut eden barbarlığın ıslahı veya tasfiyesidir.
Barbarlar, dünyanın yalnızca şiddetle değiştirilebileceğine inananlardır. Oysa adalet ve şûra, şiddet dışı bir siyasetin imkânını ortaya koyma çabasıdır. Özünde katılımcı ve çoğulcu olan böylesi bir siyaset, sözgelimi günümüzün demokrasi düşüncesinin de madunları siyasala dahil etme çabasındaki gibi, toplumsal farklılıkların uzlaşımsal dengesinin her an kaybedilecekmiş gibi bir riskle dikkate alınmasıdır; yoksa bu farklılıkların susturulması ve siyasete dahil edilmemesi ya da ancak cepheleşmiş bir siyasete araçsallaştırılması için sürekli daha da artırılan bir şiddetle bastırılması değil.
Bu uzlaşı hali ise, toplumsal ihtilafların veya siyasal rekabetin ortadan kaldırılması anlamındaki bir baskıcılığın sağladığı istikrar veya koşulsuz bir şiddetsizliğin sterilliği değildir elbette. Zira siyasetin ifadesi ister istemez kendiliğinden bir şiddeti içerir ama bu şiddetin sınırları kendisini ifade etmenin meşru araçlarına dayanır; yoksa karşısındakileri susturmanın veya bastırmanın terörüne değil. Bu açıdan devlet, şiddet tekelini kendi elinde tutamaz ve onun şiddeti, muhaliflerin şiddetini uygun bir ölçekte sınırlamaktan öteye gidemez. Bu ise kabaca silahlara başvurmayacak bir biçimde duyuru, gösteri, yürüyüş, grev, boykot vb. gibi kendisini ifade etmenin yollarıdır. Bu koşullara riayet ettiği sürece devlet, siyasal faaliyetlere ve örgütlere suçlu muamelesi yapamaz. Makul sınırlarını aşan bir şiddeti (terörü) ise siyasallıktan ayırır ve dolayısıyla da siyasetin herhangi bir biçimini yasadışılığa zorlayamaz.
Siyasal ve düşünsel ihtilaflar toplumsal karşıtlaşmalara yol açsalar da, önlenmesi gereken tezahürler olmayıp, bizi rekabete (hayırlarda yarışa) çağırırlar ve dolayısıyla da kitaba; yani düşünmeye, tartışmaya, müzakereye ve uzlaşılara. Çünkü tartışmalar ve rekabet ancak kitap(lar)a başvurularak olumlu ve üretken bir biçimde sürdürülebilir. Bu ise düşünme, müzakere, toplantılar düzenleme, düşüncesini açıklama, gösteri yapma gibi özgürlüklere riayeti gerektirir. Bu tür kendisini ifade etme yolları da düşük dozlu bir şiddeti içerse de, kendisini ifade etmenin sınırları içerisinde kaldığı sürece yasaklanamaz. Aksi halde dolaylı yolla da olsa bu kesimlerin terörize edilmesine yol açılacaktır. Günümüz devletleri ise yerel ve küresel alanda muhaliflerini çeşitli baskılama yollarıyla teröre zorlayarak ortadan kaldırmaya veya devlet terörünü meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
Siyasal toplum kendi içerisinde bir bütünlük oluştursa da, bu durum, toplum içerisinde farklı siyasal eğilimler (hizip, parti, cemaat), hukuki anlayışlar (kültürler, mezhepler) veya sosyal oluşumlar (dernekler, gruplar, meşrepler) olmayacağı anlamına gelmez. Kaldı ki ümmet daha da geniş bir kavramdır ve “Medine Sözleşmesi”nde tanımlandığı gibi, farklı dinleri, ırkları ve anlayışları da kapsar. O nedenle, “ümmetimin ihtilâfı rahmettir” hadisinden de hareketle, ihtilaflar temelde yıkıcı değil, üretici ve zenginleştirici faaliyetler olarak addedilmelidir.
Siyasi faaliyetleri durdurmaya çalışan eğilimler ise, siyasal alanın farklılaşmasını önlemeye ve katı bir cemaatçi tutumla toplumu bütünleştirmeye (birlikçiliğe) matuf gayretlerdir. Bu anlamda siyasalın akideleştirilmesinin en açık ifadesi, “hüküm ancak Allah’a aittir” biçimindeki Harici slogandır. Yani Hz. Ali’nin deyişiyle, “kendisiyle batılın murat edildiği hak bir söz”. Dolayısıyla da siyasalın herhangi bir üst söylemle, bir ideolojiyle sınırlandırılması ve mutlaklaştırılması. Meselenin bu biçimde ortaya konulması ise, aslında bir meşveret, müzakere, ihtilaf ve uzlaşma alanı olan siyaset üzerindeki tüm tartışmaları durduran bir yaklaşımdır ve aslına bakılırsa siyasalın ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü siyaset, kitaba (ideolojiye) dayansa da, sonuçta insanî bir çabadır ve tüm insanî çabalar gibi, kitab(lar)ı veya hayatı farklı anlamanın ve yorumlamanın genişliğinin (olumlu ihtilafların) rahmetiyle beslenmelidir. Beri yandan bu, bir açıdan kitaba dayansa da, aynı zamanda veya bir başka açıdan da, insanî arayışların ve edimlerin ortaya konuluş biçimi olarak, dünyevî bir çabadır.
Baskıcı ve salt iktidarı(n çıkarlarını) esas alan bir yönetim biçimi ise, ister istemez siyaseti savaşa dönüştürecek muarız bir cepheyi ortaya çıkarmak kadar, uzun vadede bizzat iktidarın kendisini de yozlaştıran toplumsal bir tefessühü de yaratacaktır ki, her iki gelişme biçimi de (çoğu kez iki durum birlikte gelişecektir), olağan siyaset kadar verili iktidarın da sonunu getirecek olan gelişmelerdir. Bu koşullar içerisinde siyasi ve iktisadi araçları ellerinde tutan iktidarla aralarındaki mesafeyi aşmaya, haklarını elde etmeye ve kendilerini ifade etmeye çalışan mustazafların (dışlanmışların, ezilenlerin), kendilerini ortaya koyabilecek siyasal araçları ve yolları barışçıl bir biçimde oluşturmaya çalışmaları beklenirse de, tarihsel olgular bunu teyid etmemektedir. Bu ise ezilmişlerin bir yazgısı olmaktan öte, iktidar kavramının doğasıyla ilgilidir. Çünkü iktidarı belirleyen çoğu kez akli süreçler değil, tutkulara ve arzulara bağlı çabalar ve tepkiler; dahası egemenlik kadar itaate ilişkin koşullar ve duygulardır.
Zira iktidarın oluşturduğu baskıcı ve kutsallaştırıcı yönetimsel araçlar, bir tâbileştirme ediminin ötesinde, ezilmenin içselleştirildiği ve ezenin yüceltildiği bir sadomazohist ilişki yaratır.[1] Bu tür duyguların akıldışılığı ise, çoğu kez egemenlerin kendisiyle birlikte, madunlaştırdığı muhaliflerini de tüketen, yozlaştıran ve yoldan çıkaran bir işlev görür. O nedenle bu çıkmazı aşmak isteyen öncüler (Kuran’ın tanımıyla sabikun), bu zalimlerin ve madun kesimlerin cepheleşme mantığının ve mekanizmasının dışında bir vaziyet almalıdır. İktidar çatışmasının zalimleştirici, körleştirici ve yozlaştıran sıcaklığına mesafeli durarak, bu ilişkilerin dışındaki bir akılâne strateji (hikmet)’yle, farklı bir yolu, selametin yolunu ortaya koymalıdırlar.
Bakara Suresinin 213. ayetinde de vurgulandığı gibi, toplumsal ihtilafların pozitifliği toplumu belli bir durgunluktan çıkarsa da, bu çıkışa mehaz olan kitabî başvurular, çoğu kez farklı ihtiras gruplarının aleti olmaktan azade olamazlar. Ama akılâne bir bakış, bu tip ihtilafları bastırmak ya da dikkate almamak yerine, bu ihtilafların da kendisini ifade edebildiği bir siyasetin imkânı üzerinde çaba göstermelidir. Zira önemli olan bu ihtilaflar değil, bu ihtilaflarla baş edebilecek doğru istikamete sahip bir siyasal toplum ve bu toplumu ayakta tutacak olan temel ilkelerin yürürlükte kalmasıdır. Adalet, istişare, hakkaniyet, sorgulama, müzakere ve uzlaşma gibi. Dolayısıyla toplumsal siyasetin selameti açısından denge-denetleme süreçlerini ikame edecek olan bir istişare mekanizması, yani toplumsal temsiliyeti tecessüm ettiren bir şûra, iktidar mekanizmasından daha önemli bir sosyopolitik esastır. Şûra ise iktidar odaklarının göstermelik bir temsil aracı olmasının ötesinde, toplumun yetkinleşmiş temsilcilerinin hakkaniyetli bir seçimine dayanmalıdır.
İhtilaflar, istişarî/demokratik bir siyasetin neredeyse temel koşuludur. Demokrasiyi mümkün kılan siyasal çeşitliliğin sağlanması, yani bastırılmış olan ihtilafların açığa çıkarılması ve siyasallaşması, ancak bu ihtilaflara ve müzakereye açık bir siyasal ve toplumsal zeminde mümkünleşir. “Olası ihtilafların hasımlar arasında bir yüzleşme biçimini (agonizma) almasını sağlayacak koşullar yaratarak, düşmanlar arasındaki doğrudan bir çarpışmadan (antagonizma) kaçınmaya çalışan;.. antagonizmanın (düşmanlığın) agonizmaya (rekabete) dönüşmesini sağlayacak yolları bulmakla.”[2] Zira siyasalın özü rekabetin sürdürülmesine dayanır; ihtilafların bastırılması ya da siyasaldan ötelenmesine değil.
Liberal eşitlikçiliğin bir “hak” olarak tanımladığı farklılıkları ise, demokratik eşitlik fikri rakip bir kimlik ve siyasal bir hasım olarak tanımlar. Dolayısıyla buna göre hak mücadelesi, tanınma mücadelesine göre ikincil bir durumdur. Yani sorunun özü, soyutlanmış bir hakkın ifa(de) edilmesinden öte, farklı kimliklerin ve aidiyetlerin toplumsal ve siyasal bir gerçeklik olarak tanınmasındadır. Zira insan, verili kültürün ve toplumsal durumun içindeki bir varlıktır; soyut bir yurttaş değil.
Liberalizm içinse siyaset, bir karşıtlık veya rekabet ilişkisi olmaktansa, bir hesaplaşma ve yüzleşme ilişkisidir. Dolayısıyla liberalizmin soyut bir yurttaşlığa dayanan siyaset anlayışı yeterli olmadığı için, demokratik farklılıklar göz önünde tutularak, ihtilafların yatıştırılmasına değil de rekabetine ve uzlaştırılmasına dayanan demokratik bir siyasallık fikri geliştirilmiştir. İhtilaflara dayanan bir siyasallığı ve buna dayanan toplumsal çatışmaları aşmak için kararcı bir siyasal felsefeyi savunan Carl Schmitt’e göre ise ihtilaf ilişkisinin ihtiyacı olan şey, uzlaşma değil, karardır. Dolayısıyla o, devlet karşısında “pasif” (edilgen, tüketici) bir yurttaş talebinde bulunarak, tersinden de olsa liberal siyasal felsefeye yakın durur. Çünkü her iki siyasal yöntem de farklılıkları siyasal alandan uzaklaştırmaya; bastırmaya ve suskunlaştırmaya çalışır.
Dolayısıyla Schmitt açısından her türlü kararsızlık veya çatışma hali, bir dost ve düşman durumunu tanımlar; ihtilaf halini değil. Liberalizm ise bunu farklı bir biçimde yaparak, ihtilaf veya çatışma halini etik veya ekonomik bir mevzu, yani rasyonel bir müzakerenin konusu olarak benimseyerek, kimlik ve aidiyet gibi meseleleri mümkün olduğunca siyasal alanın dışına iter. Oysa siyasal mücadele, olağan insanlık halinin bir açıklığa kavuşturulması olarak, büsbütün rasyonel veya iktisadi taleplere dayanmayabilir. Ve hatta çoğuleyin bu tür sorunlar bile belli aidiyetlerle (etnisite, sınıf vb.) özdeşleştirilerek siyasal alandan dışlanmaya ve bastırılmaya çalışılır. Oysaki kimi aidiyetlerde ifadesini bulan medeni veya iktisadi haklar (eğitim, kültür, sosyalleşme, çalışma koşulları…), bu haklara ulaşma mücadelesi veren kesimler açısından çoğu kez aidiyet (etnik, sınıfsal, cinsel) kadar bir değer de taşımayabilir. Zira “insan, sadece ekmekle yaşamaz”.
Müzakereci/liberal demokrasi modeli dışlamasız bir uzlaşmanın imkânını savunurken, aidiyetlerden sarfınazar ettiği ölçüde çoğulcu bir toplumsal tasavvurdan da uzaklaşır. Demokratik siyaset ise toplumsal çatışmaların keskinliklerini bastırarak gözden ırak kılmak yerine, ihtilafları rekabet ilişkisine dönüştürecek yolları bulmaya çalışır. Önemli olan ise ihtilaflar ortadan kaldırılamasa da ilişkileri ve müzakereleri sürdürebilmektir.
Carl Schmitt’e göre, “her dinî, ahlaki, ekonomik, etik ya da öteki antitez, insanları dostlara ya da düşmanlara göre etkili bir biçimde gruplayacak güce sahipse, siyasala evrilir.”[3] Dolayısıyla siyasal kavramı, devlet kavramından daha önce gelir ve bir bakıma ontolojik olandır. Ne var ki “devleti bir ülkenin işlerini kanunlara göre düzenlemekle meşgul, kararlı ve sistemli bir yönetim olarak değerlendirmek, ihtilafın yalnızca istikrara ulaşmış sonuçlarını görmektir.”[4]
Schmitt’in veya benzerlerinin devletçi kararcılığına ve bunu sağlamak için bir esas addedilen istikrara karşı özgürleşmeci bir siyaset ise, istikrar endişesinin tehdidi altına alınan ve dolayısıyla da bastırılarak susturulmaya çalışılan içkin itirazları, ihtilafları ve çelişkileri siyasala sokma ve doğrudan bir siyasallaştırma çabasıdır. Aksi ise siyasalı belli bir toplumsal kesimin inhisarına sokan ve ötekileri susturarak siyasalla özdeşleşmiş olan iktidarın madunları haline getiren, dolayısıyla da siyasal faaliyeti doğrudan bir cepheleşmeye, düşmanlığa ve çatışmaya dönüştüren bir sürekli savaş halidir.