Ümit Aktaş Yazdı: Her Dem Yeni Dirlikte…

01.01.2021

Günümüz Türkçesinin banisi sayılabilecek büyük ozan Yunus Emre, şiirleriyle bir açıdan Anadolu’nun çoraklaşmış topraklarında felsefi bir güzergâh açarken, diğer yandan ise geleceğin ülkesine bir lisan hazırlamıştır. Zira o güne değin Anadolu topraklarında kısmi bir egemenliğe sahip olan Anadolu Selçuklularının resmi dili Farsçaydı. Gerçi Osmanlılar her ne kadar Yunus’un hazırladığı güzergâh üzerinde hareket ederek resmi dil olarak Türkçe’yi esas alsalar da, ilim dilinde cari dil olan Arapçanın kullanımını sürdürmeleri, Hüseyin Atay Hocanın da belirttiği gibi, bu tür bir çift dillilik, Osmanlının süreç içerisinde ilmî açıdan tıkanması kadar, halkın bilimsel çabalardan haberdar olamamasının ve dolayısıyla da halk ile ulema arasındaki iletişimsizliğin ve toplumsal cehaletin de bir sebebi olmuştur. Avrupa ise bu tür bir sorunu Reformasyon süreciyle aşmaya çalışırken, Türkler bunun için Osmanlı’nın yıkımını bekleyecektir.  

Derviş Yunus’un sözleri tam olarak anlaşılamasa da, yolculuklar kadar yurtlanma çabaları da sürer gider; yeter ki usanmasın gönüller, dirlikten geri durmasın. Deyişleri yaralarımıza merhem olsa da, yeri geldiğinde bu yaralara tuz basmaktan da kaçınmaz Yunus:

“Dinlemeden anladık, anlamadan eyledik / Gerçek erin bu yolda yokluktur sermayesi.

Biz sevdik âşık olduk, sevildik maşuk olduk / Her dem yeni dirlikte, bizden kim usanası.”

Yenilik evet, yenilmemek için yenilenmek. Söz ile aşk ile dirilmek. Yeni dirliklerde yeni birliklerle devinimi sürdürmek…

“Yetmiş iki dilcedi, araya sınır düştü / Ol bakışı biz baktık, yermedik âm-u hası

Miskin Yunus ol veli, yerde gökte dopdolu /Her taş altında gizli, bin İmran oğlu Mûsî.”[1]

Evet! Bin Musa, bin kelam, bin diriliş… Ama her şeyin özü barış…

Günümüzde Avrupa Osmanlı gibi (federatif bir birlik) olmaya çalışırken, Osmanlı bakiyesi Türkiye ise, dünün Avrupası’na özenle ulusalcılığını ısrarla sürdürme çabası içerisinde.

Ulusal egemenlik fikri, kanlı savaşlara ve parçalanmalara yol açan Protestanlık sonrası Avrupa’sında, bu kaostan çıkabilmek için 1555 yılında Augsburg’da yapılan bir toplantıya dayanır. Machiavelli, Jean Bodin, Hobbes gibi düşünürlerce ortaya konulacak olan bu “ulusal” egemenlik anlayışı, egemenin hâkim olduğu toprak parçasında yasalar vazetme hakkına sahip olmasını, dahası “hükümdar hükmündekilerin dinini belirler[2] gibi bir formülü ortaya çıkarmıştı. Tabii ki bu, giderek egemenleşmekte olan kapitalist piyasaların toplumu biçimlendirme çabaları yanında, toplumu muhayyel ulusal sınırlarla sınırlama isteğinin de bir sonucuydu.

Ne var ki kanlı hesaplaşmaları bu anlaşma bile durduramayacak ve ancak yüz yıl sonra, 1648 yılında yapılan Westphalia anlaşmasıyla günümüz Avrupası şekillenecektir. Tabii ki bu, egemenlere artık “’religio’ (din) yerine ‘natio’ (ulus)” üzerinde egemen olmak gibi bir çözüm de bahşedecekti. Avrupa’nın (seküler) politik düzenini yaratıp yürürlüğe sokacak zihinsel çerçeveyi veya kalıbı kazara sunmaya yazgılı formül buydu: Ulus-devlet modeli. Bu ulus-devlet, devletin ‘biz’i ‘onlar’dan ayırma egemenliğinden yararlanan, bir bütün olarak ülkeyi bağlayacak düzenin tasarlanmasında tekelci, vazgeçilmez ve bölünmez hakları kendisine ayıran bir ulusla, ulusal tarih, kader ve refahın ortaklığından dem vurarak tebaasının itaatine layık olduğunu iddia eden bir devletten oluşmaktaydı. Modelin her iki kurucu unsurunun teritoryal sınırlar içinde çakıştığı varsayılmakta ve/veya kabul edilmekteydi.”[3]

Bu parçalanmanın geçici bir strateji, ideal olanın birleşik bir Avrupa topluluğu olduğu fikri ise, Leibniz ve Kant’tan beri dillendirilmekteydi. Ernest Renan da, bu ulusal parçalanmayı geçici bir durum olarak görenlerdendir: “Uluslar sonsuz değildir. Başladılar ve bitecekler. Avrupa konfederasyonu muhtemelen ulusların yerini alacak.”[4] Ernest Gellner’de ulusun bir zorunluluk değil, bir olumsallık olduğunu söyleyenlerden. Milliyetçilikler ise Batı emperyalizmiyle boğuşan toplumların Batı’dan öğrendikleri bir toparlanma biçimi. Ne var ki bu özdeş toplumlar oluşturma çabası da, emperyalizm sonrası oldukça kanlı çatışmalara ve ayrışmalara yol açacaktır.

“Ulus”un özdeş bir toplumdan oluştuğuna dair kabul ise, her durum ve şart için geçerli değildi. Tıpkı Türkiye’nin Batılılaşmaya oldukça zor ve dar bir kapıdan giriş yaptığı yüz yıl öncesinde olduğu gibi. Güney sınırın, bir ölçüde İngiliz-Fransız baskısıyla da ilgili olarak daha kuzeye çekilmesi bile, bu koşulu tam olarak sağlayamayacak; Kürtlerin neredeyse yarısı, kolayca yutulamayacak bir lokma olarak Türkiye ulus-devletinin sınırları içerisinde kalacaktı. Başlangıcın bu tür bir darlığa doğru zorlanmasındaki hikmeti ise kavramak pek mümkün değil. Zira Osmanlı yönetim geleneği adem-i merkeziyetçi ve neredeyse federatif bir sistemdi. Osmanlı birikimi kadar deneyimini de heba eden laik-ulusallık ise, tüm geçmişle bir kopuş öngörmekteydi. İngiliz (Protestan) modelinin demokratik niteliği yanında, Alman sekülerleşmesinin “inancı merkezde tutan dünyevileşme”[5]sinden de sarfı nazar eden bu yaklaşımın Fransızlara yakınlığı ise sadece duygusal bir kültürel yakınlık meselesi değildi. Yeni iktidarı mümkün ve meşru kılacak ideolojik bir aparat olan laik cumhuriyetçilik de oradan devşirilmekteydi.

Bu kopuşçu yaklaşım, laiklikle dindarları, ulusallıkla ise Kürtleri cumhurun dışında tutmakta ve kendi iktidarını ise geriye kalan her ne ise onun üzerinde yapılandırmaktaydı. İşte modern Türkiye’nin siyasal parçalanışı paradoksal olarak bu bütünlenmeci çabaya, yani soyut bir ulusal bütünleşme (cumhuriyet) tezine dayanmaktaydı. Oysa buradan itibaren ortaya çıkan manzara, olağan siyaseti neredeyse imkânsız kılan bir dışlamaya dayanan toplumsal kutuplaşmadır. Hem önemli bir etnik toplumu hem de dindarları siyasetin dışında tutan bu yaklaşım, her ne kadar yüz yıllık süreç içerisinde verilen mücadelelerle bir ölçüde esnetilmiş olsa da, hâlâ Türkiye siyasetinin ideolojik temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla Türkiye devleti bu ideolojik kurgusunu devam ettirdiği sürece, siyasal sorunlarını aşamayacak ve “demokratik” bir ülke olma vasfını da kazanamayacaktır.

Sistemle toplum özdeşliğini imkânsızlaştıran ve dolayısıyla da siyasetin olağanlaşmasını engelleyen bu tip katılım sorunları üzerinde olumlu ve akılcı çözümler üretmek ise her şeyden önce siyasilerin ve aydınların sorumluluğundadır. Bu dışlama mekanizmalarının yarattığı fay hatları üzerinde sürdürülmeye çalışılan siyasetin kırılganlığı ise apaçık bir biçimde ortada. Öteden beridir tartışılmakta olan sistemin demokratikleşmesi konusundaki en büyük engel ise, belli bir toplumsal kesime ve ideolojiye anayasal bir destek sağlayan sistemin çarpıklığıdır. Zira gerek insan hakları, gerekse cari demokratik siyaset açısından belli kesimleri peşinen avantajlı kılan bir siyasal rekabet koşulları asla meşru değildir. Zira kurucu ideoloji olarak vazedilen Kemalizm/Atatürkçülük, anayasal bir ideoloji olarak tüm sistemi koşullamakta ve siyasetin olağanlaşmasını önlemektedir.

Bir asrı tamamlamak üzere olan bu faşizm artığı anlayışın, anayasal bir ilke ve bir devlet ideolojisi olarak tüm toplumu cenderesinde tutmaya, toplumsal hayatı koşullamaya ve toplumun bazı kesimlerini muteberleştirecek bir biçimde hayata müdahil olmaya hakkı yoktur. Hele hele bunun bir çağdaşçılık ve akılcılık ilkesi gibi vazedilmesi ise tamamıyla akıldışıdır; günümüzün demokratik siyasetine uzaklığı ise oldukça açıktır. Kemalizm (Atatürkçülük), arzulayan partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının ideolojisi olabilir elbette. Ama tüm sistemin ve toplumun tıpkı bir dinmiş gibi tasallutu altında tutulduğu bir mertebeye yükseltilmesi kabullenilemez. Günümüz dünyasında benzerleri birkaç istisna dışında tasfiye edilmiş olan bu ideolojik heves, ister istemez devleti nesnellikten uzaklaştıran bir haksızlığa ve yanlılığa yol açmaktadır. Zira bunun dayattığı koşullar altında hiçbir siyasal sorun tam bir nesnellik ve özgürlük içerisinde tartışılamamakta ve çözümlenememektedir.

Farklı Bakış’ta, bir zamanlar konuşulması bile suç teşkil eden bu ve benzeri meseleleri konuşup tartışacağız. Barışa ve adalete mugayir meselelere karşı sesimizi yükselteceğiz. İçsel sınırlılıklarımızı aşmak, siyasal ve düşünsel bariyerleri kaldırmak ve daha barışık bir dünya için mücadeleden vazgeçmeyeceğiz. Kendimizi Batı ve Doğu ile sınırlamadan ama her iki dünya ile de barışık bir strateji üzerinden hareket ederek itidal çizgisini yakalamaya çalışacağız. Olumlu bir eleştirelliğin güzergâhından ayrılmaksızın ve giderek otoriterleşen siyaset kadar, kutuplaşan bir toplumun abesliklerini de aşmaya çalışarak, Yunus’tan günümüze değin süregelen, barışıklığı esas alan bir yurtlanma çabasını sürdüreceğiz. Bir yurt ki topraktan ziyade gönüllerde kurulsun. Yetmiş iki milleti Allah’ın ayetleri ve lütfu bilsin. Düşmanlıklara değil, muhabbete ve dostluklara dayansın. Ama yeri geldiğinde ve bu her neye mal olursa olsun doğruluktan, hakikati ifade etmekten ve haksızlıkları önleme çabasından da asla vazgeçilmesin.     

  1. Yunus Emre Divanı, Dergâh Y. s. 368
  2. Zygmunt Bauman, Leonidas Donskis, Ahlaki Körlük, Ayrıntı Y. s. 231
  3. Age, s. 232, 233
  4. Besim F. Dellaloğlu, Poetik ve Politik, Timaş Y. s. 213
  5. Age. s. 123

Ümit Aktaş’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir