28.01.2022
İnsan bazen kendini kötü bir kâbustaymış gibi hissetmekte. Ne var ki bu kâbustan kurtulmanın rüyadan uyanmak gibi bir devası da yok maalesef. Esasına bakılırsa daha Gezi olaylarının çığırından çıkarılıp, oldukça insani bir “ağacıma dokunma” eyleminden koskoca bir “beka” sorunu çıkaran devletlû bakıştaki değişimden beri sürmekte bu kâbus. Her olumlu girişimi (barış, çözüm, çevrecilik, ahlakilik, cehaletten kurtuluş…) dile dolayarak çirkinleştirmek, terörize ederek kirletmek, her söylenen veya verilen sözü inkâr etmek, dahası salt politik emeller için araçsallaştırmak… İktidarı kaybetme korkusuyla kirli ilişkileri onaylamak, hakkıyla ifa edilemeyen iktidarı ise şeytanî pazarlıklarla elde tutma çabasının geldiği noktalar…
Bir de öncesi var tabi bu sürecin; her türlü tezvirata boyun eğmeye gerekçe olan. Kemalizm’in o katı ve kendisini modernlik sosuyla süslemiş zorbalıklarının aşılmaya başlandığı ve neredeyse tüm kötülüklerin sonuna geldik cümlesini ne olur ne olmaz diye sıkı sıkıya içimizde tuttuğumuz o düşsel günler. Tutmaktaydık, çünkü her an bozguncunun birinin ayağa kalkıp oyun bitti demesi ihtimalini de çok uzak görmemekteydik. Osmanlının ve ardından gelen Cumhuriyetin bu tip oyunlarına aşinaydık çünkü; tüm sesleri bastırarak haydi evlere diye bağıran o devletlû sese.
Yine de bir nebze de olsa olağan akıldışılıkların ve zorbalıkların dışına çıkabilmek takdire şayandı tabi. Askeri vesayetin geriletilmesinden tutun, Kürtlerle barış görüşmelerine, cumhurbaşkanını halkın seçmesinden başörtülülerin kamusal özgürlüklerine değin yayılan bir düş. Devletlûların yerine konuşmakta olan âkil insanlardı. Halkın sesine kulak verilmekte; en mahrem sorunlar, yıllarca muhatap alınmayıp görmezlikten gelinen sıradan insanlarla müzakere edilmekteydi. Ama tüm bunlar belli bir amatörlükle, en acemi yanlarımızla yapılmaktaydı. Öyle ki Siyonizm’in Gazze ablukasını kırmak üzere umuda doğru yelkenler açılmakta; şimdilerde aramızda beton duvarların yükseldiği Suriye ile sınırın kaldırılmasından söz edilmekteydi. İbrahim Tatlıses’le Şivan’ın birlikte türkü söylediği o inanılmaz sahne bir hayal şimdi. Ve Sezen Aksu’nun teşkil ettiği o rengârenk orkestra ile söylenen Türkiye şarkıları. Meğer ne çok sesimiz, içimizde tuttuğumuz ne çok nefesimiz varmış…
Ve birden çöken o derin sessizlik… Devrilen masalar, çarpılan kapılar, yerlerde sürüklenen insanlar, makinalıların unutmaya başladığımız çatırtıları, canhıraş sesler, Cumartesi annelerine bile tahammül edemeyen bir gaddarlık, cezaevlerini dolduran bebek sesleri… O bildiğimiz eski(meyen) Cumhuriyet. Anıtkabir ve on Kasım törenleri, ikiyüzlü resmî bakışlar ve teatral konuşmalar.
Kısacası artık her şey, sanki hiçbir şey olmamışçasına tepetaklak olmakta, duvarlar yeniden yükselmekte, herkes kendi mahallesine, diasporasına geri çekilmekteydi. Sadece devletin değil, muhafazakârlığın da sınırları buraya kadardı. Oyun bitmişti! Cumhuriyetin kodları kadar kültürün muhafazakâr kodlarının da sınırlarına gelinmişti. Demokratik, yani çoğulcu, katılıma dayanan, farklılıklara açık ve onların varlığını da kabul ederek gözeten, barışa dair bir umuda elveda denmişti. Bu kadarına bile, yani sadece sözcüklere yığılmış bir umuda bile tahammül edememişti devletlûlar.
On yıllık bir rüya yaşamıştık ve periyodun sonuna gelinmişti. Mizanseni tamamlayan ise âdeti veçhile yeni bir darbe olacaktı; tam da sürekli darbeler döneminin bittiği sözünün tekrar edilip durulduğu günlerde. Makine ayarlarına geri dönülmüş, kartlar yeniden karılmıştı. Devletin bir beka sorunu olduğu hatırlanarak, toprağa gömülen silahlar çıkarılmış ve yerlerine umutlar gömülmüştü. Farklı seslerin çığlıklara dönmesi, şarkıların yerini yeniden silah seslerinin alması, henüz başlamakta olan dostlukların yerini düşmanlıklara bırakması;… o mahut maziyi hatırlatan ve hatta tekrarlayan yıllar: Kâbus…
Hangi noktadayız biliyor musunuz? Yezid’in Hüseyin’i şehit ettiği, Ali’ye devlet minberlerinde küfürler yağdırıldığı, Ebu Hanife’nin Emevi-Abbasi zorbalarınca katledildiği ve ama Hanefiliğin devlet mezhebi haline getirildiği, Gazali’nin filozofları küfürle suçladığı, Endülüs’te kitapların yakılmaya başlandığı, kısacası muhafazakârlığın aşılması imkânsız o içsel duvarlarının yükseldiği noktada. İşte o zaman ki devletin beka sorunu, muktedirlerin ise kelle ya da dil koparma iştiyakı belirginleşir. Sınırlar kalınlaşır ve duvarlar yükselir. Bunlar sadece misak-ı millî sınırları değildir üstelik. Aynı zamanda muhafazakârlığımızın da içsel sınırlarıdır.
Muhafazakârlar, iktidarlarının ilk döneminde ve büyük ölçüde bünyesinden henüz ayıklayamadığı İslamcıların, liberallerin ve Kürtlerin baskılarıyla ABD askerlerine Irak’a geçiş iznini vermeyecek ama on yıl sonra, devletin kırmızıçizgilerini zorlayan eller kırılarak, meclis, cumhuriyetçi bir özenle yeniden sadeleştirilecekti. Evet, artık Genelkurmay Başkanının ismini duymuyorduk belki ama Bakanların ismini de bilmiyorduk. Bildiğimiz sadece bir isim vardı: Devlet.
Yaşadığımız coğrafya, Asya ile Avrupa’nın sınır çizgisidir. Ama Anadolu Asya’da olduğu kadar Avrupa’da, Doğulu olduğu kadar da Batılıdır. Daha doğrusu işin özü, Anadolu irfanı denilen ama kimsenin derinleştiremediği o bakış, burada, kadim kültürlerin merkezinde, o kültürlerin karıştığı, çatıştığı, uzlaştığı ve barıştığı yerdedir. Bunu dikkate almayan nice egemenlik arzusu olmuştur asıl soluğu kesilen, elleri tutmaz ve de dilleri konuşamaz hale gelen. Ve üstelik beka bir şahsın, iktidarın veya partinin bekası değil, bir halkın, bir umudun ve barışın bekasıdır. Dolayısıyla kimileri gelir ya da gider ama halkın direnişi sürdükçe, umut da ayakta kalır.
Ama toplumsal kutuplaşma ve çatışmaları aşma ihtimalini akıllarından çıkarmayanların korkusu, işte buna, o karşıt kutuplara sığınmış duran gafillerin konformizmine aldanmayan arâftakilerin irfanına, mayalanmakta olan sözün patlama ihtimaline karşıdır. O nedenle tüm tuzaklar ve birbirini tutmaz sözler bu irfanı şaşırtmak, ürkütmek ve çığırından çıkartmak içindir. Ama onların çığırtkanlıkları bu irfanın yükselişini engelleyemeyecek, hevesleri kursaklarında kalacak, sağa ve sola kapılanmayan o ara yolda mayalanan sözler, ezgilenen sesler, yoğrulmakta olan düş(ünce)ler karşılığını er geç bulacaktır.
Her açıdan yoksunlaşmanın acısını yaşayanlar, her şeye rağmen umutlarını diri tutmayı, konuşmayı, söylemeyi ve çığırmayı da sürdüreceklerdir. Ki bunlar, cahillerin anlamadığı, anlamazlıktan geldiği sözler olsa da. İnsanlaşmanın temelde cehaletten kurtulma ve özgürleşme ve özgürlüğün de sorumlu olma anlamına geldiği, bunu yapamayanların ise cahil nâdânlar olarak kaldığı bilinmese, bilinmezlikten gelinse de. Bugün için teknolojiyi, savaş aygıtlarını ve riyakâr işbirlikçilerini satın alanların, zorbaca güçleriyle çaresiz insanların seslerini susturanların, kültürü ya da ahlakı satın alamayacaklarını bilemeyenlerin hoyratlıklarından sızan o zalimce sözcüklerin dağladığı yüreklerin acısını paylaşmak için yaralarımıza tuz basmaktan başka çare kalmasa da, zorbalığın arsızlaştığı yerde, çare de yükselecektir. Mütekebbir ve nobran egemenler, cehaletten kurtuluşun o sancılı çizgisinde, unutma ve yanılmalarla, düşme ve kalkmalarla, düşünselliğin uğraklarındaki yorulmalar ve yormalarla süregiden uğraşların ne denli zorlu ve uzun süreçler olduğundan bihaber olsalar da, ezilenlerin çığlıklarından yükselen hakkın ve adaletin seslerini susturamayacaklardır.
Onlar için her şey sorumsuzca sarf edilen sözcük oyunlarından ve politik kazanımların o heveskâr çirkinliğinden ibaret olsa da, geleceğe kalan bu sarsak hevesler değil, hakka ve adalete dair umutlardır. O yüzden değil mi ki cahildim dünyanın rengine kandım diye çığıran ozanın kastını tam olarak anlamadıkları gibi, cehaletin basit bir bilmezlikten öte bir tür ergenleşme, ondan kurtuluşun ise beşeriyetten insaniyete doğru bir yolculuk olduğunu bilemezler. Bu yolculuk içerisinde kimileri kırk yıl kaynatılsalar da çiğ kalır ve bu yüzden de âriflerin sözlerini eğri büğrü anlayarak, bu sesleri linçe kalkışmaktan başka bir yol ve yordam bulamazlar. Belki de en doğrusu, kelamı eğri büğrü anlayanlara inan sana değil kastım, cahille sohbeti kestim demek ve bu nâdânlarla yolları ayırmaktır. Zira cahilliğin emarelerinden birisi de, ozanın deyişiyle nâdânı terk etmeden yârânı arzulamaktır.
Cahilce arzularla dile dolanan ozanların sözleri nelere vesile olmakta yine de; işitmeyen kulakları işitir, duymayan kalpleri duyar, görmeyen gözleri görür kılmakta. İşte bu yüzden, yeterince derinleştiremediğimiz, kazara da olsa üzerinden atladığımız sözlerin tahkikine açtıkları çığır sebebiyle cahillere sitem etmemeli belki de. Hele her cahile istediğini vererek iktidarlarını sürdürmeye çalışanların ağzından çıkan her yalan yanlış söze bin bir hikmet atfedenlereyse şaşırmamalı, acımalı sadece. Çünkü bunlar, şeytanın iğvasına uğrayan Âdem ve Havva gibi hatalarından rücu ederek, arınarak ve yeniden dirilerek yolculuklarını sürdürmek yerine, eleştirinin o zahmetli süzgecinden geçirmedikleri, dolayısıyla da doğrultmadıkları ve direttikleri o yanlışlıklar içerisinde her lahza ölmekte olduklarının farkında bile değiller.
Sayın Aktaş
Yazınızı müthiş bir iştiyakla okudum ve oldukça duygulandım. Neden mi? Yıllar önce sohbetlerinize katılmıştım ve o zamanlar siyasete bakışın(m)ızın mesafeli bir ölçüde olduğunu hatırladım. Sonra nedense kendimizi mesafeli baktığımız oluşumun içinde bulduk. Aslında sizin de söylediğiniz gibi herşey iyi gidiyordu ve acaba hatalı mı düşünmüştük diye de kendimizi sorguluyorduk.
Ta ki, sizin o çok patetik ve veciz kelimelerle ifade ettiğiniz gibi birden herşey tersine döndü ve başladğımız noktanın da gerisine mi düştük diye sorgulamıyor değilim.
“Ebu Hanife’nin Emevi-Abbasi zorbalarınca katledildiği ve ama Hanefiliğin devlet mezhebi haline getirildiği” ifadesi aslında herşeyi anlatıyor. Yüreğinize sağlık, kaleminize sağlık.
Sizi iyi ki tanımışım
Selam ve dua ile