Ümit Aktaş Yazdı: Demokrasi

20.06.2021

Yönetim biçiminin toplumsal gerçeklikle ne kadar ilgisi vardır; yani toplum şu değil de bu biçimle yönetilse ne değişir sorusuna dair bazı mülahazalar:

İktidar çoğu kez belli uzlaşılara dayanır. Öyle ki bu uzlaşılarla bir suç örgütünün uzlaşıları arasında kimi durumlarda neredeyse bir fark kalmayabilir. Mesela belli konular kamuoyuna açıklanırken, belli konularda ise susulur. Bu ise bir devlet sırrı olarak addedilir ve “devlet adamları”yla birlikte sessizliğe gömülür. Suç örgütlerinde de buna benzer bir kural (omerta) işletilir. Zira bunun açıklanması suç örgütünü ve örgüt mensuplarını riske sokar. Dolayısıyla orada da bir konuşmama, örgüt sırrını açıklamama yasası vardır. Oysa demokratik devlet şeffaftır. Susmaya değil konuşmaya, toplumsal katılıma, müzakerelere ve eleştirilere dayanır. Orada bazı insanlar bilme hakkına ve imtiyazına sahip olacak denli önemli, bazıları da önemsiz ve sıradan değildir. Ya da herkes, özellikle de yönetim ve siyaset açısından aynı sıradanlıktadır. Demokratik müzakerelerin konusu ise daha ziyade işte bu çok gizli ve önemli devlet sırlarıdır. Çünkü bunların çoğunun nasıl da halk sağlığını ilgilendirdiği, en azından edebiyata ve sinemaya konu olmuş tartışmalardan dolayı bilinmektedir. Ancak görülen o ki Türkiye, halkın bir türlü rüşdünü ispatlayamadığından olsa gerek ki, demokratik katılım daha çok devletlûlar ve güç odaklarının (bazı “muteber” iş adamları, gazeteciler, suç örgütü liderleri, eski komutanlar gibi zevatın) katılımıyla sürdürülebilmekte.

Beri yandan Türkiye’deki cari sistemin demokrasi olduğu da söylenmekte. Gerçi demokrasiye geçiş de tıpkı cumhuriyete geçiş gibi ve genel adabımıza da uygun olarak devlet büyüklerinin aldıkları kararlar yoluyla gerçekleştirilmiştir. Kimileri bunun olağandışılığı üzerinden hareket ederek ulusal tarihin hatalarını bile savunurken, kimileri de, yani hoşnutsuzlar da ortada değişen pek bir şey olmadığından, bu yönetim biçimini suçlamakta. Demokrasilerde ise tarih kadar toplumun hatalı yönleri aklanmaz; eleştirilerek düzeltilmeye çalışılır. Bu temel eksikliği gördüğünden olsa gerek ki, “İslam toplumunun cesur ve isyankâr ruhlara ihtiyacı vardır” diyen istisnai bir düşünür ve siyasetçi olan Aliya, bu şahsiyetleri yetiştirmek için de, “elimden gelse Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere eleştirel düşünme dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafının kaynağı budur,”  demekte.

Gerçi neredeyse demokrasiyle yönetilen her ülke kadar demokrasi biçimi olduğu da söylenmekte. Tıpkı krallıkla yönetilen her ülke kadar krallık biçimi olduğu gibi. Bizimkinin hangi usule uyduğu konusu ise muğlak. Sanırım en son geldiğimiz raddede bir “Başkanlık demokrasisi”nden bahsedilebilir. Çelişkili bir ifade bu, belli. Yani olmayacak bir tarafı varmış gibi insanı rahatsız eden bir ifade. Ama biz tam da bu olmayacak işleri yapmaya bayılırız. Bu ise yapılamayacak işleri başarmak anlamında değil de, asla yapılmayacak şeyleri yapmak olarak anlaşılmalı. Bizi buna sevk eden ise ruhça sefilliğimiz değil elbette. Arzularımızla gerçekliğimiz arasındaki mesafeyi göstermelik yollarla da olsa kapatma iştiyakımız. Oysa bunun üzerinde daha akilane düşünümler gerçekleştirerek, gerçekliğimizi onaracak yolları bulabilmeliydik. Mesela “yurtta sulh, cihanda sulh”u esas almanın, bu esasla çok da uyuşumlu olmayan devasa bir ordu teşkili ile mi sağlanacağı, sağlanacaksa şayet bunun nasıl olacağı çelişkisi üzerinde düşünülebilirdi. Ama biz, düşünmek yerine yapmayı tercih ettiğimizden, sonuçta tüm düşünümlerimiz, yaptıklarımızı telafi gibi bir artçı gayret olmaktan öteye gidememekte. Yani aklımız neredeyse bir süpürme aracı haline geldiğinden, asli işlevini bir türlü gerçekleştirememekte.

Buradaki sorun ise sadece bir yönetim biçimi olarak demokrasinin alımlanmasında değil tabi. Bir şeyin alınması ile sorunun çözüldüğüne dair o umursuz heveskârlığımızda. “Sahip olmak ile olmak” arasındaki o trajik mesafenin farkında olmayışımızda. Zira uygulanma açısından Türkiye’deki demokrasinin cumhuriyetten, onun da padişahlıktan pek de bir farkı yok. Geldiğimiz noktada sadece daha fazla parti var ama hemen her parti kendi içerisinde demokrasiden ziyade birer bağımsız cumhuriyeti, hatta krallığı andırmakta. Bu durum sadece partilerle de sınırlı değil. Cemaatlerde, kooperatiflerde ve hatta mekteplerde de benzeri bir anlayış süregitmekte. Yani bu toplumsal bir örf ve bu örfün değiştirilmesine dair bir niyet de gözlenmemekte. Sadece zaman zaman uyumsuzların dışlandığı biçimsel çoğalmalar yaşanmakta ki buna da “çoğulcu demokrasi” dendiği rivayet edilmekte.

Demokrasilerin esasının seçimlere dayandığı herkes tarafından bilinen bir gerçek. Ama bizde seçilen (!) sadece parti veya cemaat (dernek, kooperatif, sınıf…) başkanı. O seçim de çoğu kez yaratılan fiili durumun tasdikinden ibaret. Yani her şey ortaya bir Başkan’ın çıkmasına bağlı. Birdenbire etrafında bir seçiciler kurulu ve halk (tebaa) toparlanmakta. Bu biraz da arıların çoğalmasını andıran oldukça dokunaklı bir manzara tabi. Hatta biraz da halife seçimlerini hatırlatmakta. Hani en sonunda gelinen noktada yetkin bir âlimin ve hatta mümeyyiz bir kişinin beyatıyla bile seçimin gerçekleştiği şu seçim tarzını. Onun ötesinde ise neredeyse delegelere varıncaya kadar Genel Başkan’ın tensibi ve hatta ataması söz konusu.

Halk ise bu yerli ve milli demokrasi açısından, yani yeryüzünde sadece kendimize benzerliğin mümtaz tecellisine göre yalnızca bir mizansen gerecidir. Yani demokratik görüntüyü sağlamak için sahneye davet edilen bir figüran. Ama rolünden de asla şikâyetçi değil. Olmaya kalktığında, bilmekte ki bu küçücük ve göstermelik rolünü de kaybedecek. Demokrasilerin asli niteliği olan katılım, denetleme ve hatta hesap sorma ise işte sadece bu biçimsel rolden ibaret. Daha fazlasını istemek için zaman zaman yapılan girişimlerin nasıl hüsranla sonuçlandığı bilindiğinden, kimsenin bu rolü sahicileştirmek gibi bir kaygısı veya cesareti yok. Ve hatta son Anayasa değişikliği ile meclis ve milletvekilleri de aynı duruma düşürüldüğünden, yani halkın vekilleri olarak halk ile eşitlendiğinden, meclis ve hatta kabine de bu mizansenin bir parçası haline gelmiş durumda. Yani halkın seçtiği (seçmek de ne demek? Sadece Genel Başkan’ın atadığı isimleri tasdik ettikleri) isimlerin sessiz sedasız ikamet ettikleri bir halk locası. Hepten de sessiz sedasız değiller elbette. Arada sırada gürültü ve patırtı çıkararak “biz de buradayız!” demekteler. Ya da daha veciz bir ifadeyle kollarını indirip kaldırmaktalar. Ama bilinen o ki bu gürültü ve patırtıların kamusal bir karşılığı yok. Yani o da mizansenin bir parçası.

Sahici hiçbir şey yok mu peki? Var elbette: Genel Başkanlar. Türkiye demokrasisi, “biz bize benzediğimiz”den dolayı, kendine özgü bir Genel Başkanlar cumhuriyeti. Hiziplere ayrılmış olan halkın genel iradesinin tecelli ettiği kişilikler olarak toplumu yukarıdan aşağıya doğru, yani tam da demokrasilerin tersi bir biçimde belirleme yetkisi onlarda. Gerçi bu yukarıdan doğru belirleme biçiminin konformizmi halkı da rahatlattığından, yani bir adım öne çıkıp görünür hale gelmenin sıkıntısından kurtuldukları için onlar da memnun hallerinden. Çünkü bilmekteler ki görünür hale gelmenin maliyeti oldukça yüksektir. Hele bir de cılız da olsa sesini çıkarmaya kalkıldığında, bu kendini bilmezliğin karşılığının işini aşını kaybetmekten, mahpushanelerde çürümeye değin bir bilinmezliğe doğru seyahate çıkmak anlamına gelmek olduğu da çok iyi bilinmekte. Gerçi mahpushanelerdeki siyasetçi, yazar ve düşünür oranından hareketle, bunu toplumsal gelişmişliğimizin bir kanıtı saymak isteyenler varsa da, bu insanların neden sadece burada yoğunlaştığı, hatta üniversitelerimizden bile daha yoğun olduğu meselesi ise hep cevapsız kalmakta.

 

Ümit Aktaş’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.