23.04.2021
NÜBÜVVET, VAHİY VE ALLAH
İlahi söz, tıpkı bir yağmur (rahmet) gibi toprak(tan halk olunmuş insan)a tenzil olunur. Orada nebevi bir muştuya dönüşmek, “kanlar dökmekte” olan beşeriyeti arındırarak insanileştirmek için. Ve ister istemez Âs bin Vâillerle, Ebu Cehillerle didişerek ama gönüldaşlarıyla yeni iklimlere hicret ederek orada sözü kemale ulaştırmanın farklı bir güzergâhında yolculuğunu sürdürür. Dolayısıyla onun bu olumluluğa doğru çabasının gidişatı, bir ölçüde muhataplarının düzeyiyle ve tepkileriyle de ilişkilidir. Bu mücadelenin biçiminin savaştan siyasete doğru evrilmesi, siyaseti şiddetten büsbütün arî kılmasa da, önemli olan bu savaşımın (cihadın), silahları dışlayan “başka araçlarla sürdürülmesi”ndeki strateji (hikmet)’ye (medenileşmeye) doğru değişimidir. Bu değişim, doğal olarak “kitap” ile desteklenmelidir. Ama “oku”/düşün hitabının üretkenliği, yani Hakikati ara(ştır)ma çabaları, tarihin bir aşamasında örf tarafından baskılanarak yavaşlatılmış ve hatta durdurulmuş; çölde açan çiçekler kurumaya yüz tutmuştur.
İslam’da Hakikat, Allah(ın yaratıcılığı) iken, İncil’e göre İsa şöyle der: “Ben Yol, Hakikat ve Hayat’ım.” O nedenle İslam’da kurtarıcı olan Hakikat(’in yolunda olmak; bir açıdan bu yaratıcı faaliyete katılmak) iken, İncil’e göre İsa (Huzur, ilahi sevginin ve kurtarıcılığın “huzur”u)’dır. Müslümanlar İsa’yı “Hakikat” olarak kabul etmedikleri için, İsa’nın doğumundan da teolojik sonuçlar ve dolayısıyla da sorunlar çıkarmazlar.[1] Hıristiyanlık açısından esas olan sevgi iken, İslam bu niteliği vahye (bilip eylemeye) atfeder. İslam açısından Tanrı bizzat “akl”a hitap eden vahiyle anlaşılabilirken, Hıristiyanlık açısından ancak tarih içerisindeki zuhuru (İsa) ile anlaşılabilirdir. İsa “kelime”dir çünkü ve söz (vahiy) ancak onun vasıtasıyla inzal olarak/yaşayarak bir anlama kavuşur.
İslam’da Muhammed (as) vahyin tebliğcisi olduğu kadar gerek açıklama, gerekse uygulanma pratikleri açısından ilk ve en yetkin yorumcusudur. Ama yorumlama süreci bilenler, yani erdemli müminler tarafından kesintiye uğratılmaksızın sürdürülmeli, söz (vahiy)’ün Hakikatle teması ve buna dair niteliği diri tutulmalıdır. Zira Hakikatle teması kesilen söz ölü bir metne dönüşür ve hayat verici niteliğini kaybeder.
Hıristiyanlığın Pavlosçu yorumunun söz (kelime, vahiy)’ü İsa olarak Hakikatleştirmesi ve bu Hakikat’in temsilinin Papalığa tevcihi, metnin yorumunun kamusal niteliğinin belli bir kuruma/kişiliğe havalesi anlamına gelmektedir. Bir ölçüde Şia’nın da benzeri bir gidişat içerisinde olduğu söylenebilir. Sünnilik ise bundan kaçınmakla birlikte, bir yandan tasavvuf üzerinden bu izlek sürdürülmekte, öte yandan ise vahyin diri tutulma çabası ihmal edildiğinden, yenileyici bir kamusal tutum (içtihat ve icmanın sürekliliği) sağlanamamaktadır.
Hıristiyanlık açısından İsa’nın bir nebi olmaktan öte, Tanrı(nın oğlu) olarak nitelenmesi, ortaya teolojik bir yığın sorun çıkarır. Ve hatta bu tür bir anlayış, Hıristiyanlığı Yunan felsefesinin hermetik geleneğine bağlar. Bu ise ister istemez, Tanrı’nın kendi yarattığı dünyadaki tecessümünden (doğumu, ölümü vb.) kaynaklanan “teolojik” sorunlara yol açar: Gerek paradoksallığı ve akla aykırılığı, gerekse tecessüm eden (nihayetinde ise ölümlü) bir “Tanrı”nın Hakikate ilişkinliği açısından. Dolayısıyla teoloji (ilahiyat), bu tip bir gidişatın makulleştirilmesinin yordamıdır ve İslam dünyasında temel bir karşılığı yoktur.
Karl Popper’a göre “teoloji, inanç yokluğundan kaynaklanır”.[2] Lacan’a göre ise “teologlar, tek gerçek maddecilerdir.”[3] Çünkü Hakikati (Tanrı’yı) mücessem bir mahiyete, bir bilim/bilgi nesnesine dönüştürmektedirler. Bu ise tevhide aykırı olan düalizmin benimsenmesi; Hakikat’in ise gerçekliğe indirgenerek, belli bir anlam düzeyinde sınırlandırılmasıdır. İslam’da ise tefsir veya kelam, bu inceliğe, yani Hakikat ile gerçekliğin ayrımına dikkat ederek, kendisini Hakikati ifade etmekten ziyade, yorumu ve anlaşılma çabasıyla sınırlar. Yani orada bile anlatının muhkem ve müteşabihliği, gerçekliğin anlatımı ve Hakikat’in ilim erbabınca yorumu gibi bir ayrışmayı getirir.
Bir Hakikat (olayı) olarak İsa (Tanrı)’nın tecessümü ve ölümünün Pavloscu mitolojisi, öldürülmek için hayata ve insanlığa çağrılan pagan tanrıların anlatısına benzer: Adonis, Osiris, Orfeus, Dyonisos, Attis gibi. İsa da bu anlamda pagan(laştırılan) ve bir teolojinin konusu olan son tanrı (!)’dır. Yahudilikten uzaklaşan Pavlosçu Hıristiyanlık, Avrupa’ya paganlık tarafından vaftiz edilerek dahil olur. Kilise işte böylesi bir yaklaşımın örgütüdür. Hakikat hayata ve el-altında olmaya (gerçekliğe) çağrıldığında, yaşadığında ve öldüğünde, artık onun yerine ikame edilecek olan tanrısallaştırıcı bir söylemdir: teoloji (ilahiyat). Bu anlamdaki bir çığırın sekülerleşmeci/dünyevileşmeci tutumu ise özellikle Protestanlık tarafından istihdam edilerek, teknolojik bir üretkenliğe dönüştürülür.
Ancak İslam bu olaysallığı nesnel-kişisel tecessüme değil, doğrudan söze/vahye atfeder, yani ayetlere. Kelime, yani söz (ayet) ise, tıpkı tanrısal yaratıcılığın eseri olan nesnelerin de ayetliği gibi, Hakikatin beşerî dile tercümesi olarak, insanı ve toplumu dirilterek Hakikate doğru yola çıkaran tanrısal bildirimdir. Akla düşen kelime, insandan yola çıkarak toplumu ve dünyayı değiştirir; yeniden inşa eder (yaratır). Dolayısıyla ayetler, sözün dirilticiliğine dayanan bir etki yoluyla, toplumsal bir dönüşümü de sağlar. Vahyin söze dönüşümü, insanı da dönüştüren, tarihsel bir vücuda geliş olarak, bir yarat(ıl)ma biçimidir. Vahyin topluma sirayeti ve toplumsal bir karşılık bulması açısından söz konusu edilmesi gereken, Allah’ın bilme ve yaratmasına dair bir ezelîliktense, şimdiye dair bir zatîlik, Allah’ın şimdideki diriliği ve yaratıcılığıdır: Evvel’in ve ahir’in şimdideki zuhuru ve kuşatıcılığı. Çünkü ezelîlik, muğlak bir referans noktası olup, anlamlı bir atıf değildir. Hayatilik ise “zat”a ait bir nitelemedir; yaratma, bilme gibi.
Vahiy, zihinde bir anlama dönüşürken, aynı zamanda hayata da dönüşür. Bu süreçte ise ister istemez anlam kayıplarına ve hatta yanlış anlamalara da maruz kalabilir. Ve hatta ideolojileşebilir. Buna karşı bilenlerin icmaına dayanan kamusal aklın sürekliliği, bu yanlış anlamaları düzeltmek ve kemale ulaştırmak için her an iş başında olmalıdır. Yani okumadan düşünmeye ve yorumlamaya doğru yol alan bu faal zihin, kendi öznelliği içerisinde de olsa, belli bir nesnellik -dünya- içerisinde olan ve ancak birlikte (iken) düşünebilen, etkileşimli bir zihindir. Birlikteliğin eksiklikleri ikmal eden bu tevhidi, kelamın toplumsallaşması ve üretkenleştilmesinin de sürekliliğidir. Toplumsal çoğulluğun gözetimi altındaki bu çoğalış, farklılıkları tevhide dahil eden bir Hakikate açıklık ve yaratıcılıktır. Üstelik bu yaratıcılık, nesnelerden azade kalabilen bir yaratıcılık değildir. En azından oradan devşirilmiş imgeleri, renkleri, sesleri, biçimleri kullanmaya, dahası gündelik olayların hercümerci içerisinde düşe kalka yol almaya mecburdur. Tenzil olunan vahiy, zihnin dolayımıyla bir anlama (düşünümselleşme) ve toplumsallaşma (cemaat) haline yükseltilirken, vahyin nüzûlü ve anlaşılması sürecinde, içsözle dışsöz (içkinlik ve aşkınlık) arasındaki duvar yıkılmakta ve geçici de olsa insanı Hakikate temas ettiren bir yaratıcı/yaratışsal lâhza da yaşanmaktadır.
[1] “İslam’ın kurtarıcı Hakikati ‘belli bir Hakikat’ olmayıp, Hakikatin kendisidir; çünkü o, belli bir fenomen değil, Mutlak’ın kendisidir.” Daha geniş malûmat için bkz. Frithjof Schuon, İslam ve Ezeli Hikmet, İz Y. s. 16 ve devamı.
[2] Karl Popper, Bitmeyen Arayış, Serbest Y. s. 28
[3] Slavo Zizek, Paralaks, Encore Y. s. 103