06.08.2021
Cumhurbaşkanı Erdoğan, iktidara geldiğinden beri muhatapları karşısındaki temel stratejisini “kazan kazan” esasına dayandıracağını söylemekte. Yani her iki tarafa da kazandıracak olan bir ilişki biçimi. Kazandığı da oldu gerçi, kaybettiği de. Çünkü hiçbir ilişki tam olarak her iki tarafa da kazandır(a)maz. Her zaman kazanamazsınız çünkü ve hatta bazen kaybetmek kazanmaktan da yeğdir.
Bir de çok da dikkate almadığımız ve hatta ilişkilerimizde kendisini pek de umursamaksızın hep kazanmayı düşündüğümüz başka bir muhatabımız var: Tabiat. Kapitalizmi kendilerine kılavuz kılmış olanlar, sessiz ve dilsiz bu muhataplarını sonuna değin sömürmeye çalışırlar. Gerçekte ise muhatapları ne sessizdir ne de dilsiz. Ama yerli yersiz konuşmaz ve sözlerini sarf edeceği vakti bekler. Freud, bu gibi durumları “bastırılanın dönüşü” olarak izah etmişti. Bastırılan her daim geriye dönecektir; hem de bir başka, umulmadık bir biçimde.
Akdeniz ve Ege kıyılarındaki yangınları çaresiz bir biçimde izlerken, bunlar geldi aklıma. Hesapsızca turizme açılan ve birilerine peşkeş çekilen alanlar, köylülerin onca direnişine rağmen termik santrallere ya da başka tesislere dönüştürülen zeytinlikler, ormanlar, tarım alanları. Şimdilerde bir himmetmiş gibi suratlarına çay fırlatılan köylüler o zamanlar (80’li 90’lı yıllarda), doğru düzgün çevre ve sağlık raporu alınmayan, havayı, toprağı ve denizi kirleten, kömür çıkarmak için tabiatı tahrip eden santrallerin inşasına karşı direnmekteydiler. Sadece ve sadece kendi yaşam alanlarını değil, aslında hepimizin de geleceğini savunmaktaydılar.
Ama o zamanlar da sadece uzaktan izlemiş ve birkaç çevreci dışında yalnız bırakmıştık, haklarını, haklarımızı savunan köylüleri. Şimdi ise yıllardır kurumlar arası çekişmelere kurban edilen ve bir türlü yenilenemeyen THK uçaklarının, yangın söndürmek yerine hangarlarında hurdaya çevrilmesi, beklenmedik bir biçimde tüm Ege kıyılarını saran yangın karşısında, bastırılanın dönüşünü izlemekle yetinmek zorunda bırakmakta bizleri. Esasında ise bir ülke için yönetim erkinin seyahatlerinin konforu o ülkenin orman yangınlarından daha büyük bir önem arz ediyorsa, o ülke kendi imtihanını kaybetmiş demektir.
Şimdi düşünmekteyim de acaba yapılan bu termik santrallerden veya turizm tesislerinden elde edilen gelirler bu korkunç doğal felaketin ardında bıraktığı tahribatı telafi etmeye yetecek mi? Ve acaba yöneticilerimiz tabiattaki bu tip bir geriye dönüş hakkında bir fikre, endişeye, öngörüye sahipler miydi? Sessiz ve dilsiz tabiatın sonuna değin kendi çıkarlarına ve ihtiraslarına boyun eğeceğini mi düşünmekteydiler? Hep sözü edilse de bir iklim krizinin patlayacağı sınır hakkında bilimsel bir çalışma yaptırmışlar mıydı ya da yapılan çalışmalardan haberleri var mıydı? Nitekim hep bilimsel bir dedikodu gözüyle bakılan o çevre yıkımı ihtarlarının da sınırına gelip dayandık. Bir tanesini bile yeniden üretemeyeceğimiz birçok türü yok edilen ve insafsızca kirletilen “dilsiz ve sessiz” tabiat da konuştu nihayet. Sessiz, görmezlikten gelinen ama kendine özgü bir dili ve tepkileri olan tabiat; Allah’ın ayetleri. Kendisi ve görmezlikten gelinenler, yok sayılanlar adına bir ihtar kabilinden de olsa o acı sözlerini söyledi.
Çeşitli vesilelerle insanoğluna kendisine karşı hoyratlıklarını hatırlatan, onu uyaran ama aklının kibriyle bu uyarıları umursamayan insanoğluna bu kez kendisinin karşısında ne kadar aciz olduğunu hatırlattı tabiat. Daha yirmi dört yıl önce depremlerle uyarılmıştı bu ülke. Bu kez ise yangınlarla uyarılmakta. Ama bu uyarılardan ders alan kim? Soma madeninin, yok edilen asırlık zeytinliklerin, termik santrallerin yol açtığı sorunların hesabı sorulmakta. Bunlara ilişkin suç duyurularını dikkate almayan yargıçların yerine yargılamakta tüm toplumu. Sedat Peker’in ithamlarının birini bile duymayan ama bu felaket karşısında uluslararası topluma Türkiye’ye yardım çağrıları yapanları yargılamaya kalkanları yargılamakta.
Rum Suresi 41. Ayet de, buna dair bir uyarıda bulunmakta değil mi? “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri (kötülükler) sonucunda karada ve denizde bozulma başladı: Bu şekilde (Allah), belki (doğru yola) geri dönerler diye yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını onlara tattırmaktadır.” İnsanlar ise ne yazık ki yaşadıkları arzın hem ne kadar güzel hem de ne kadar kırılgan olduğunun farkına varmazlıktan gelmekte. Çünkü kısa süreli çıkarları, işleri ve iktidarları genel ve küresel gerçekliği görmezlikten gelmelerine sebep olmakta. Bu ise salt ahlaka mugayir olmakla kalmamakta, tabiatın da bozulmasına, dahası yaşanılabilir olmaktan çıkmasına yol açmakta. İnsanlığın hoyratça saldırganlığına karşı arzın kırılganlığını önleyecek içkin tedbirler alınmamış olsaydı, bu kırılganlığın zayıflattığı tabiat, çoktan yok olup giderdi. Zira tabiatın da kendi içerisinde dengeleme ve tepki biçimleri (sınırlılıklar ve korumalar) bulunmaktadır.
Buna dair işaretlerden bir kısmı da Marmara denizinin kirlenmesiyle belirmiş değil miydi? Türkiye nüfusunun ve ekonomisinin neredeyse yarısının yoğunlaştığı Marmara, gerek evsel gerekse sınai atıkların yükünü elbette kaldıramayacaktı. Ülke içindekiler yetmezmiş gibi bir de Avrupa’nın atıklarının bir foseptiğe çevirdiği Marmara, ister istemez buna bir tepki verecekti. Ama bu tepkiler dikkate alınacak mı, yoksa başka felaketler gibi o da unutulup gidilecek mi, bilinmez. Ve belki de kıyamet, insanlığın bu aymazca davranışları sonucunda kendiliğinden gelecek ve ola ki o yeniden diriliş ânında yüzümüze tutulacak aynadaki en büyük günahlar, işte bu güzelim yeryüzüne karşı işlediğimiz günahlar olacaktır.