Ümit Aktaş Yazdı: Post-Demokrasi

19.11.2021

Geçtiğimiz hafta, İranlı düşünür Asef Bayat’ın post-İslamcılıkla ilgili görüşlerine değinmiştim. Bu hafta da bir başka önemli düşünürün, Zygmunt Bauman’ın “Kriz Hâli ve Devlet” adlı kitabında bahsini ettiği post-demokrasi tanımlaması ve bununla ilgili görüşleri üzerinde duralım. Çünkü nasıl ki günümüzdeki İslamcılık düşüncesi büyük ölçüde 2. Dünya Savaşı sonrasında, İslam dünyasının sömürgecilikten kurtuluş mücadelesini yüreklendiren, kurtuluşa ve kuruluşa öncülük eden bir düşünce ise, demokrasi düşüncesi de savaş sonrası Batı dünyasının kendisini yeniden tanımlaması ve yıkımlardan ayağa kalkması, bu meyanda komünizm ve faşizm gibi baskıcı, totaliter ve savaş yanlısı ideolojilerden kurtuluşuna ve yeniden kuruluşuna öncülük eden bir düşüncedir. Kuşkusuz ki bu düşüncelerin ideolojik yönleri de vardır ve bu ideolojiler içlerinde bulundukları toplumsal geleneklere dayandıkları gibi, bu gelenekleri yenilemek ve dolayısıyla değiştirmek gibi yönlere de sahiptirler.

Ancak özellikle de komünist dünyanın çökmesi sonrasında dünyanın kendisini yeniden şekillendirdiği bir süreçte, sair ideolojilerde de bir dönüşüm ve yenilenme çabası ya da mecburiyeti hasıl olmuştur. Kuşkusuz ki bu mecburiyet, süreç içerisinde yaşanılan değişme ve gelişmelere cevap veremez hale gelen ideolojilerin kendisini yenileme mecburiyetleriyle de ilgilidir. Sözgelimi 70’lerden itibaren etkinleşen neoliberal politikalar gibi ki bu politikalar demokrasinin siyaseti ve refahı geniş halk kitlelerine yayma çabasına karşı, bunu daraltmaya, kamu yatırımları kadar yardımlarını da azaltmaya çalışan bir yönelim içerisindedir. Dolayısıyla bu süreç, sermayenin güçlendirilmesi ve korunmasını öne alırken, otoriterliği ve milliyetçilikleri de güçlendirmeye yönelir.

Beri yandan özellikle de Batılı güçlerin Ortadoğu’daki müdahaleleriyle ortaya çıkan göçmenlerin sınırlarının ötesinde tutulmasını isteyen ve göçmen karşıtlığında ifadesini bulan ırkçılıklara karşı tepkiler ise terörize edilerek baskılanırken; göçmenlerin akışı ise Güney Akdeniz’de, Türkiye, Yunanistan, İtalya Fransa ve İspanya gibi ülkelerde oluşturulan bariyerlerle engellenmeye çalışılmakta.

Bauman’a göre post-demokrasiyi niteleyen etkiler şunlardır:

“- Deregülasyon, yani ekonomik ilişkileri yöneten kuralların iptali, finans ve borsaların üstünlüğü;

– siyasi hayata ve seçimlere yurttaşların katılımında bir düşüş;

– devletin (daha önce ‘kamusal’ olan) işlevlerinin ve yönetim hizmetlerinin özel sektör kesimine aktarılmasıyla, bunlara özel bir şirketle aynı ekonomik performans kriterinin uygulandığı neo-liberalizme dönüş;

– temel hizmetleri sadece en yoksullara ayırarak, yani bütün yurttaşlar için genelleşmiş bir hakkın parçası olarak değil, istisnai bir durum olarak göstererek, refah devletinin çöküşü;

– güçlerini artıran ve siyasetleri istedikleri şekilde yönlendiren lobilerin hüküm sürmesi;

– reklam tekniklerinin mutabakat sağlamak için kullanıldığı siyasetin gösteren dünyası ve artık karizmatik bir figür olmayan, fakat imgenin, piyasa araştırmasının ve tam bir iletişim projesine dayanan lider figürünün ağırlık kazanması;

– kamu yatırımlarında azalma;

– özgürlük güvencesini en azından görünüşte muhafaza eden demokrasinin ‘biçimsel’ yönlerinin korunması.”[1]

Görüleceği üzere post-demokrasi ile post-İslamcılık süreçleri arasında kısmi benzerlikler bulunmakta. Benzeşmeyen yönler ise İslam dünyasının otokrasiden kurtulamayışı, kimi yapısal sorunlarını çözüme kavuşturamayışı ve içerisinden çıktığı bağımsızlaşma savaşlarının ve sömürgeciliğin etkilerini üzerinden atamayışıyla ilgilidir. Ve yine İslam dünyası, genel olarak ve bir veya iki kuşak geriden de olsa, Batı dünyasını ve modernleşme süreçlerini izlemekte. Ama bu modernlik de oldukça biçimsel, güç kazanımı ekseninde ve öykünmecidir. Modernliğin olumlu yönlerini kaçıran bu biçimsellik, ortaya insicamsız şehirler, amaçsız eğitimler, işsiz kitleler, silahlara ve şiddete bel bağlayan siyasetlerden başka bir şey de çıkarabilmiş değil.

Ekseriyetle krallıklar ve cumhuriyetlerle yönetilen bu dünya, demokrasiye karşı mütereddittir. Çünkü toplum kadar siyasi gelenekler de bu konuda yetersiz, hazırlıksız ve isteksizdir. Kaldı ki buna yahut da sözgelimi “şura sistemi”ne dair İslami geleneğe dayanan bir ihya çabası da göze çarpmamakta. Oysa bir süre direnilen kapitalizm bünyelere sirayet ederek, bu toplumları büyük ölçüde tüketicileştirmiştir. Kapitalizmin en önemli yönü ise üretim kadar tüketimi de kışkırtması. Ama sömürge sonrası koşulları ve hâlâ sürmekte olan sömürgeci etkiler, İslam dünyasını (özellikle de petrol zengini olanları) tüketicileştirse de, üretimsel koşullardan uzak tutmaktadır.

Beri yandan kapitalist küreselleşme, Batı dünyasında da demokrasinin altını oymakta ve toplumlar kadar yönetimleri de kapitalist isteklerin baskısı altına almakta. Öyle ki “özel sigorta şirketleri, sosyal güvenliğin garantörleri olarak siyasi parti ve hükümetlerin yerine geçmiştir… Toplumsal akışkanlaşma aslında denetlenemeyen, sistemin gözünde artık kavranabilir olmayan ve durdurulamayan bir hızla ortaya çıkar. Zaman içinde sistem, doğrudan (otoriterlik, diktatörlük) ya da dolaylı olarak (tek amaçlılıkla, tüketimcilikle, iletişimde tekel ya da kitlelerin medya palavralarıyla uyutulmasıyla) sağladığı etkin denetim araçlarının çoğunu kaybetmiştir. Duygusal ve akıldışı iknaya güvenerek, toplumsal grupların hiçbir şekilde eleştirel olmayan bir temelde birleşmelerini sürdürmek için ideolojilerin teselli edici desteğine de başvurulmaz.”[2]

Kapitalist ülkeler, ideolojilerden azade bir biçimde ve bunun yerine ikame edilen modernist etkinin işlevselleştirilmesiyle parçalanan toplumdaki dağılmayı medya, dijital teknolojiler ve tüketimle yöneterek, post-modern ve post-demokratik bir dünyayı ortaya çıkarmakta. Mevcut koşullarda, yani güvencesiz ve düşük ücretli bir biçimde çalışmak istemeyen işçilerin boşluğunun seçilmiş ve eğitimli göçmenlerle ve teknolojiyle ikame edildiği bu toplumsal dağınıklık, demokrasilerin temel koşulu olan demokratik katılımı da ister istemez düşürmekte. İrrasyonelleşen modern kentler ve buradaki çalışma koşulları ve hayatlar, tüm parçalanmışlığıyla, demokratik siyasal örgütler kadar kamusallığın sair örgütsel güçlerini (sendikalar, stk’lar…) de işlevsizleştirmekte. Konformist kitleler, şimdilik verili iktisadi refahla tatmin edilirken, geçmişteki sömürülerin ve savaşların sonucu oluşturulan statüko ile, sair dünyalar üzerindeki baskılayıcı mesafe korunmakta ve bu durum çeşitli manipülasyonlarla da sağlama alınmakta.

Bu durumun İslam dünyasındaki etkileri ise oldukça yıkıcıdır. Zira bu dünya henüz demokratik (istişarî ve katılımcı) koşulları da üretememişken, yani toplumun örgütlü ve siyasal katılım koşullarını sağlayamadığı bir vasatta, kapitalizmin ve küresel desteklerinin etkilerine doğrudan maruz bırakılmakta, güçsüz iktidarlar ise bu koşullara uyum sağlamaktan ve hatta çoğu kez işbirlikçilikten başka bir işlev gösterememektedir. Müslüman toplumların bir başka temel sorunu ise, toplumsal ve siyasal sorunlarını barışçı ve şiddet dışı yollarla çözebilme konusundaki yetersizlikleri ve isteksizlikleridir. Belki de biçimsel olarak en kolay bir yol gibi elinin altında duran silahlı güçlerin her kriz durumunda harekete geçirilmesi ve örgütlenmiş ya da örgütsüz kalkışımların şiddet yoluyla bastırılması ve hatta yok edilmesi, aslında toplumun dinamik ve üretken güçlerinin de yok edilerek, bu toplumları diktatörlükler kadar kapitalist arzular karşısında da büsbütün zayıflatmaktadır.

Batı ve Doğu dünyaları arasında karakteristik bir “ara” bölge oluşturan İslam dünyası, kendisini benzeştiren niteliklerinin çoğunu, Muhammed İkbal ve Malik bin Nebi gibi düşünürlerce vurgulanan bir biçimde tarihinin başlangıcındaki o rüşeym halinde kalan “şura sistemi”nden değil, bunu izleyen otokratik dönemlerdeki baskıcı ve güdükleştirici bir tarihin mirası olarak edinmiştir. Bu sürecin sonuna değin istilasına uğradığı emperyalizme teslimiyetindeki acz ise, yine Malik bin Nebi’nin vurgusuyla, zaten sömürüye uğramaya hazır bir koşullara düşmüşlüğüyle izah edilebilir. 

Bu uzun tarihin güdükleştirdiği ve ketlediği toplumların verdiği neredeyse bir ölüm kalım mücadelesi, topraklarını geri kazandırsa da, bağımsızlık ve özgürleşme gibi ikincil ve üçüncül hakların bilincine tam olarak varmasını sağlayamamıştır. Tarihin ters akıntılarının yönünü değiştirmesini zorunlu kılan bu kazanımlar için yeterli bilinç ve cesaretten yoksunluğun aşılması ise belki de daha önemli bir eksiğin telafisini gerektirmektedir: Düşünselliğin ve özellikle de eleştirel düşünümdeki derinleşmelerin. O zaman belki tarihinin en başındaki o eksilişler ve içe kapanmalar üzerinde konuşmalara yeniden başlanabilecektir. Kuşkusuz ki bu düşünsel derinleşmeler ve toplumsal sağaltım, ancak tarihin atlanılmış sahifeleri üzerinde yenilenmiş bahislerin açılmasıyla gerçekleşebilecektir… Belki de sadece bir hayal kurmaktayım; kim bilir?

 

[1] Zygmunt Bauman, Carlo Bordoni, Kriz Hâli ve Devlet, İthaki Y. s.170

[2] Age, s. 181, 185

Ümit Aktaş’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir