27.08.2021
Düşünsel derinleşmeler kadar sanata (resim, edebiyat, müzik, mimari…) dair yolculuklar da hep yeni ufuklar açar önümüze. Anlamı zamanla somutlaşacak olanın soyuttaki ifadesi olarak sanat, akıldan çok bedensel tutkularımızın ya da duyarlılıklarımızın, hatta bedensel aklımızın ürünüdür. Zira sanatsal yaratıcılıklar akıldan yoksun olmadığı gibi, buradan doğru zihinsel akla (düşünceye) sirayet eden bir gerçekliğin ön bakışı, zamanla aklın yürüyeceği ufuklara dair sezgileri de koyar ortaya. Sanatsal duyarlılık, akıl kadar tahayyüller ve arzularla da ilişkiler içerisinde olduğu yaratıcı bir süreç içerisinde, iç dünyamızı derinleştirir ve benliği ikmal eder. Ya da dışarıya kaydırarak bakışını, duyarlılıklarla yoğrulmuş kendine özgü bir bakışla dünyanın yeni bir kavranışına öncülük eder. Sözgelimi eşzamanlı anlatıyı ve göreliliği Einstein’dan önce bulgular. Sosyalizmden önce eşitlikçi yaklaşımı resmeder. Nesnelere bakış kadar onlardaki hiyerarşinin kutsal üstünlük biçimlerini de ortak bir söylem (ifade biçimleri) içerisinde bir hizaya getirir. “Söylem” ise devrimden tahayyüle, ikonografiden ilahiye kadar çeşitli göstergeler sistemine ait her türlü yaratıcı faaliyettir. Öyle ki kuantum fiziğinden önce öne çıkarılan iradeci bir bakış ile pozitivizmin belirlenimciliğine karşı, giderek belirlenimsizliğe, yanlışlamacılığa, varsayımlara açıklığa doğru yönelen yeni bir bilimsel anlayışa yol açar.
Din ise, yegâne kaygısı doğru düşünmek olan akla, doğru davranmanın ahlakiliğini hatırlatır. Açıklanmakta olan dünyayı anlamlandırarak insanı sürüldüğü o yabancılığından, inşaı esasında kendi yükümlülüğünde olan evine ve yurduna çağırır. Zira “Aristo’da ahlaki değerler, zihinsel alana açılan bir sundurmadan başka bir şey değildir.”[1] Aklın yatıştıramadığı kalbin varoluşsal arayışı ise, kendisine İbrahimî yolda şiralar arar. Karşısında ezildiği giderek sonsuzlaşan evrende tutunabileceği bir dal ve sığınabileceği bir çatı. Ve hukukun yetersizleştiği ve hatta haksızlıkları algılayamadığı kertelerde bir umut ışığı ve bir adalet çağrısı. Sorularımızın susturulduğu ve nefesimizin tıkandığı yerde müşfik bir ses ve bir başka ışık, etrafında toparlanabileceğimiz.
Doğal dünyadan, aileden ve hatta cemaatten kopan bir insanın çığlığını kim duyacaktır? Şehrin sokaklarında yürüyen bir hiçtir o; hiçbirisi. Muhatabı kimdir ve ne için yaşamaktadır? İçsel sesi Tanrı’yı bile sorgulamaktadır belki; kendisini bu ücraya atan Tanrı ile girdiği içsel teati, bir bakıma başa çıkamadığı sorunlarının onunla birlikte mütalaa edilmesidir. Zaman zaman çizgiden de çıkmaktadır belki. Ama Yunus da “Rızkın alıp seni muhtaç mı kodum? Ya öğünün yiyerek aç mı kodum?” diyerek sürdürdüğü bu sorgulamalarını “Bir avuç toprağa bunca kıylükal, Neye gerek ey Kerimi Zülcelal?” diye bitirmemiş midir? Düşünsel fütuhatın bastıramadığı varoluşa dair arayışlar ise, sadece verili anlamlandırmalarla yetinmeyen başka çığırlar açar. Felsefenin mantıkla sınırladığı düşünsel meşruiyeti, dinin ve sanatın açtığı sınıraşımlarıyla zorlar. Başka nişler açar hayata ve sorumluluğa dair olan. Aklın ortaya koyduğu sonsuzluk veya aklilik, bir yerden sonra sıradan sözcüklere, kalbin duyarlılıklarını gözetemeyen bir soyutluğa dönüşmektedir. Konuşan veya politik bir hayvana/canlıya indirgenen insan ise, kendisini içerisine atıldığı dünyada yersiz yurtsuz birisi olarak görmekte, gelgeç sığınakların yatıştıramadığı kalbine bir derman, varoluşsal bir cevap aramaktadır.
Oysa hayatın kavramları o denli dar da değildir. Sözgelimi güzellik ve iyilik gibi kavramların yanında anlamlı, doğru ve hayırlı gibi kavramlar da var; çirkin, kötü, eğri ve hayırsız da. Aklın bildikleri yanında kalbin de bildikleri var. Açıklamaya karşı emin olma ihtiyacı, ayrıksılığa karşı bağlanma zarureti de. Bilginlerin yanında şairlerin de oluşturduğu kurtarıcı iklimler… Şuara Suresinden bahsederek itiraz edeceklere ise ayeti sonuna değin dikkatle okumaları önerilir. Şuara Suresinin son ayetlerindeki, şairlerden bahisle dile getirilenler ise, bir şiir ya da şair reddiyesinden ziyade, doğrudan hakkı ve adaleti savunma sorumluluğu ve cesaretine işaret ederek, hakikatle sahteliği ayırt etmek için gerekli olan ölçütü ortaya koymaktadır. Bu ise, kelimenin tam anlamıyla adaleti savunanlar ile ütopist maceracıları ayıran bir ölçüttür. “’Şairler’e (olmayacak düşlerin, ütopyaların ardında koşanlara) ancak şaşkınlar tâbi olurlar. Görmez misin ki onlar, sürekli olarak düşlerinin peşinde dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler. Ancak iman edip doğrulukta sebat edenler, Allah’ı çokça ananlar (ilahi isimlerle müsemma olmaya çalışanlar) ve haksızlığa uğradıklarında kendilerini savunanlar (haklarını veya adaleti korumak için mücadele edenler) başkadır. Haksızlık edenler (zalimler) ise, hangi duruma döndürüleceklerini (hangi akıbete duçar olacaklarını) yakında göreceklerdir.”
Marx ise, filozofların sadece dünya (hayat) üzerine düşündüklerini ama önemli olanın onu değiştirmek olduğunu söylerken, zihninde dünyayı değiştirmek için olası yegâne kuvve olarak gördüğü proletarya bulunmaktadır. Ama proletarya, fiilî olarak bu güce sahip olan bir sınıf (kendinde sınıf) olsa da, bu “kendinde”liği “kendi için”liğe dönüştürebilmiş, dolayısıyla da kendi fiilî konumunu anlayabilmiş değildir. Proletaryaya bu durumun açıklanması, dünyayı değiştirmeye ve içerisinde bulunulan sömürü ve yabancılaşma durumundan kurtulma çabası için harekete geçmeye ikna edilmesi gerekmektedir. Tabi ki bu ikna, salt uğradığı sömürü çerçevesinde açıklanabilir olmadığından, Marxistler de süreç içerisinde üstyapı güçleri diyerek önemsemedikleri sair toplumsal ve hegemonik güçlere de dikkat kesileceklerdir.
Filozof (düşünür) ise elbette ki salt basit bir çağrıcı veya bir münzevi değildir. Bir bakıma kendisini peygambere yakınlaştıran bir işlevle yükümlüdür zira. İşçi sınıfını bir ölçüde de olsa ikna edebilen Marx(izm) ise, neredeyse bir yüzyılı, bu çağrının şekillendirdiği bir arenaya dönüştürebilmiştir. Esasında Marx da bir düşünürdür. Ama toplumsal sorumluluğunu da önemsemekte, inandığı doğrular için savaşmaktan kaçınmamaktadır. Gerçi filozofların pek çoğu da salt fildişi kulelerinde dünyayı temaşaya dalmış değildir. Onlar da, bir sınıf bilinciyle olmasa da, kendi çağlarının koşulları içerisinde dünyayı değiştirmeye çalışmışlar ve hatta hayatlarını bu uğurda feda edebilmişlerdir.
Sözgelimi bir açıdan Marx’ın hocası sayılabilecek olan Hegel’in düşüncenin genel akışını çevirdiği diyalektik yöntemin açıklayıcı ve yöneltici işlevini oldukça kullanışlı bir düşünsel araç olarak kendisinden sonrakilere miras bırakması gibi. Ve yine bu mirasın tümelleyici bakış açısının bireyin trajik ve somut gerçekliğini hiçe sayan genellemeciliğine karşı başkaldıran Kierkegaard’ın varoluşçuluğu gibi. Esasında ise bir düşünür, kavramlarla boğuşarak, kavramları yenileyerek veya yeni kavramları düşünsel tedavüle sokarak, buradan doğru dünyayı değiştiren ve yenileyen biridir.
Kierkegaard’ın açtığı çığır da, oldukça farklı dalgalanmalara yol açacak, düşünsel tıkanmaların önünü açacak ve ezberleri bozacaktır. Öyle ya, bir insan, bir sınıf veya ulus içerisine gömülerek, kendisini bu bütünlük içerisinde eriterek belli bir toplumsal mücadeleye ikna edilebilse de, bu durum onun biricikliğini, kendi özsel ve ayrımsal varoluşunu gözden çıkarabilmesini mümkün kılar mı? Herhangi bir toplumsal durum bireyin biricikliğini yok sayan, hesaba katmayan bu bireyliğin askıya alınışını haklı kılabilir mi? Belki bu, kendi bireyliği bir sürü içerisinde askıya alınmış olan bir karınca veya arı toplumları için mümkün olabilir ama bu bir insan, yani dünya ve hayat hakkında belli bir düşünsel bilince sahip bir varlık için nasıl mümkün olabilir ki?
Kierkegaard’ın bu itirazı, evrenselci Hegel’in, toplumcu Marx’ın haklılıklarına karşı başka bir haklılık perspektifine çekecektir dikkatleri. Nietzsche, Dostoyevski, Heidegger ve J. Paul Sartre gibi oldukça farklı duruşları olan düşünürler bu izleği daha da derinleştirecek ve çeşitli açılardan besleyeceklerdir. Üstelik Kierkegaard’ın Hıristiyanî bir bireysel sorumlulukçuluğuna karşı Nietzsche nihilist, Heidegger Varlıkçı, Sartre Marxist’tir. Ama insana bakışları tersine çevirmiş, geleneksel düşüncenin özcülüğüne karşı, insanın özünü belirleyenin varoluşu olduğu savunulmaya başlanmıştır. Bu ise insanın özgürlüğü kadar sorumluluğu etrafında yeni düşünsel bakışların inkişafına yol açmıştır.
Kierkegaard’a göre “evrensel ahlak kuralı, tam da evrensel olduğu için ‘ben’i, bireysel olanı, somutluğu içinde tamamen kavrayamaz. O, soyut bir kural olarak ‘ben’in en derin Ben’ime karşı bir şey buyurduğu yerlerde ‘ben’, farkında olmadan -etik bilinçten üstün bir dinî bilinçle- kendimi o kuralı aşmaya mecbur hissederim.”[2] Zira nasıl ki insanın varlığı biricikse, onun etik davranışı da aşan (dinî/ahlakî) bakışı da, genellemeci bakışlara ve kurallara aldırmayan bir biricikliktedir. Ve hatta Karl Jaspers, insanın temel şahsiyetinin tam da bu tip kritik ahlakî seçim anlarında belirginleşebileceğini savunur. Max Stirner’in bireyci anarşizmi de, bireyin bu indirgenemeyen ve hiçbir otorite önünde eğilmeye mecbur edilemeyen varlığının biricikliğine dayanmaz mı? Nietzsche’nin “ateizmi” de, “Tanrı’nın gerçek anlamını hem de birçok makbul teizmden daha etkili bir biçimde ortaya çıkarma(z)”[3]mı? Ve hatta Heidegger’in deyişiyle bu tür ateizmler, Tanrı’ya, konformist dindarların birçoğunun teizminden daha yakın değil midir? Zira bunların zahmetsiz ve biçimsel anlayışlarının unutulmaya bıraktığı Tanrı ve ahlak (özellikle de özgürlüğün yakıcı bir maliyeti olan kötülük meselesi), ateistin en temel sorunları değil midir?
Sartre için insan “ne ise odur”; yani yapmak istedikleri, tahayyüllerinin süslediği kadar değil, yaptığı/yapabildiği kadarıdır. Bahanelere sığınarak boş veren, yapıp ettiklerini, yani kendiliğini (mevcudu) meşrulaştıran birisi tam da kendisi değil midir? Oysa o kendini aşmalı ve “ne ise o olmamalıdır”. Hegel’in deyişiyle “gerçek olan akli, akli olan da gerçektir” belki ama her gerçek ve akli olan makul olmayabilir. Sözgelimi nükleer silahlar gerçek ve akli olsalar da asla makul şeyler değildir. Daha doğrusu akılla tefekkür ya da düşünce arasında giderek açılmakta olan mesafe bizi belirlenimci aklın zorbalığından kurtarmaktadır. Zira Heidegger’in vurguladığı gibi, “düşünme ancak, yüzyıllardır yüceltilen aklın, düşüncenin en inatçı hasmı olduğunu anladığımız noktada başlar”[4]. Özellikle akletmenin ya da düşünmenin biçimselleştirilmesi, mantığın ya da aritmetiğin formülleri içerisine sıkıştırılarak araçsallaşması sonucu, birtakım işlerimiz kolaylaşmaktadır belki ama kapitalist yordama tâbi olan insan tüketicileştikçe, hele hele birtakım basmakalıp üretimlerin dünyasına hapsoldukça, düşüncenin çağrısından da uzaklaşmakta ve bu çağrıya cevap vermemektedir. O zaman ise laboratuvarlarda itina ile üretilmiş yıkıcılıklar da ona insan yaratıcılığının eşsiz bir ürünü olarak gözükebilmektedir. Ki benzeri üretimlerin hoyratlığını sanatta, edebiyatta, şehircilik veya sinemada da gözleyebiliriz. Bunların bir “modernleşme” biçimi olarak makulleştirilme çabaları karşısında ise, garabetlerine karşı savaşımdan asla vazgeçmemek, temel bir insani sorumluluk değil midir?
[1] William Barrett, İrrasyonel İnsan, Hece Y. s. 76
[2] Age, s. 170
[3] Age, s. 190
[4] Age. s. 209. Bu sözün alıntılandığı yer ise Heidegger’in “Nietzsche’nin Tanrı Öldü Sözü ve Dünya Resimler Çağı” adlı kitabıdır. Asa yayınları tarafından çevrilen kitapta, 61. sayfadaki sözün buradaki çevirisi ise şöyledir: “Düşünme, ilk olarak, yüzyıllardır hüküm süren usun, düşünmenin en inatçı düşmanı olduğunu anladığımızda başlayacak.”