24.01.2021
Toplumsal kutuplaşmanın üst seviyeye çıktığı, çatışmanın arttığı ve toplumun bölündüğü zamanlarda, bölünmeyi derinleştirecek söylemlerden uzak durmak gerekir. Çatışmaya taraf olmak yerine, çatışmayı aşacak ve ortak noktalara vurgu yapacak yeni bir söylem üretmek, toplumsal kutuplaşmayı önleyecektir. Öte yandan, açıkça ifade etmek gerekir ki, çatışma ve ayrıştırma dilinin tarihsel ve toplumsal bir meşruiyet zemini var bu topraklarda. Bu söylemin kısa vadede siyasal bir karşılığının olması, iktidar ya da muhalefeti tahkim eden bir fonksiyon icra etmesi, özellikle siyasal aktörleri bu dili kullanmaya teşvik etmektedir.
Aslına bakılırsa toplumsal kutuplaşmanın, yoğun olarak Cumhuriyet modernleşmesi sürecinde uygulanan toplum mühendisliğinin bir uzantısı olarak ortaya çıktığını söylesek abartmış olmayız. Cumhuriyet modernleşmesi yenileşme ve gelenek arasındaki ilişkiyi toplumsal meşruiyet sağlayacak şekilde inşa edememiş, bu durum toplumsal alanda gerilimlere yol açmıştır.
Başlangıçta muhafazakar dindar toplum kesimleriyle devlet arasında olan gerilim, zamanla devletin tarafını tahkim eden ve politikaları sürdüren CHP’nin kitlesine de yönelmiştir. Hem Cumhuriyet modernleşmesinin laiklik ve milliyetçilik uygulamaları, hem de bu uygulamaları toplumda destekleyen toplum kesimlerinin olması, toplumsal kutuplaşmayı tahkim etmiştir. Diğer yandan çeşitli gerekçelerle Sünni anlayışa karşı CHP’yi destekleyen Alevilerin tutumu ve genellikle radikal sol içinde politik tavır almaları, geleneksel olarak var olan Sünni- Alevi karşıtlığının etkisiyle daha da derinleşmiştir. Tüm bu gelişmeler, hukuk yerine ideolojinin tahkim edilmesinin doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Hukukun ihmal edilip ideolojinin öne çıktığı tarihsel zamanlar, toplumsal kutuplaşmanın arttığı zamanlardır.
Son yıllar hariç, çatışmanın Kemalist modernleşmeciler ve muhafazakar dindarlar arasında süren bir eksende sürdüğünü kabul etmek gerekir. Laiklik, milliyetçilik ve İslam arasında süren bu çatışma ekseni, milliyetçilik ve İslam arasındaki ilişkinin belirsizleşmesi dolayısıyla daha da karmaşık hale gelmiştir.
Öte yandan İslamcılığın tarihsel olarak sağ-milliyetçi kundakta büyümesi, bütün ayrışma ve bağımsız bir söylem üretme çabalarına karşın, kriz zamanlarında tekrar milliyetçi söyleme geri dönmekle sonuçlanmaktadır. Bu durum, elbette İslamcılığın aşmak zorunda olduğu sorunlardan biri olarak kabul edilmelidir. İslamcılığın politik anlamda giderek sağ –milliyetçi bir dile yaslanması, mesela Ak Parti iktidarının ilk on yılında özgürlük ve devleti yeniden yapılandırmak temelinde kurduğu ittifakların sona ermesine, sonrasında da milliyetçi dile yaslanmasına ve Türkiye’nin demokratikleşmesine hiçbir katkı sunamayacak olan MHP ile politik işbirliğine zemin hazırlamıştır. Bu tutum, entelektüel anlamda Necip Fazıl’ın temsil ettiği Türk-İslam sentezine geri dönüşle sonuçlanmıştır. İslamcı politik serüvenin Ümit Aktaş ve Ali Bulaç gibi entelektüellerin özgürlükçü, adalet merkezli ve müzakereci siyaseti yerine Necip Fazıl milliyetçiliğine dönmesi, önemli bir sorun alanı olarak karşımızda durmaktadır. İslamcılığın politik alanda neden özgün bir siyaset üretemeyip, Necip Fazıl çizgisine geri döndüğünün sosyolojik analizini yapmak gerekmektedir. Aslında Türkiye’nin İslam ülkelerinin koruyucusu olmak düşüncesinin köklerini buralarda aramak gerekir. İslamcı düşüncenin milliyetçi bir zemine dönmesi İslamcılığın entelektüel yetersizliğinden mi, yoksa İslamcı aydınların bu anlayışı yeteri kadar yaygınlaştıramamasından mı kaynaklandığı da tartışılmalıdır. Diğer yandan İslamcı aydınların sivil siyasi duruş yerine, iktidara eklemlenme konusundaki iştahının köklerini de analiz etmek gerekir.
Türkiye veya herhangi bir ülkenin merkez ülke olarak düşünülmesi bir taraftan tarihsel sebepleri, diğer taraftan bu tarihsel sebepleri temel alarak oluşturulan Türk-İslam sentezi fikriyle örtüşen bir siyasal retoriği temel almaktadır. Bu yöndeki bazı açıklamalar iyi niyetli olsa da, nihayetinde hegomonik bir söylemin izini sürdüğü açıktır. Diğer yandan Türkiye dahil herhangi bir İslam ülkesi demokratik gelişimini tamamlar, hukuk devleti olur, insan haklarını en geniş çerçevede uygularsa doğası gereği zaten öne çıkacaktır. Dolayısıyla öne çıkmayı etnisite üzerinden değil, hukuk ve adalet üzerinden yapabilirsek, hegemonya ihtimali olan söylemlerden de uzak durmuş oluruz.
Türkiye başta olmak üzere İslam ülkelerinde, iç çatışma potansiyeli hala devam etmektedir. Ne yazık ki İslam tarihinde, iç sorunları silah ile çözmenin uzun bir tarihi vardır. Hz. Ali’nin çatışmasız çözüm çabalarına karşın (Cemel, Sıffin, Kerbela Savaşı ve Haricilerle yapılan savaşlar) iç barış korunamamış, iktidar mücadelesi kanlı iç çatışmalara ve bölünmelere neden olmuştur. İşin trajik tarafı bu çatışmalar, tarihsel süreçte ümmeti zihinsel olarak da bölmüştür. Bu anlamda “Kerbela Olayı” hala sürmektedir. İslam ülkelerindeki en önemli sorunlardan olan mezhep savaşlarının başat konumda olanı Şii-Sünni çatışmasıdır ki, bugün aktüel olarak politik arenada etkileri sürmektedir.
Öte yandan karşılaştığı iç sorunları silah-güç-kuvvet kullanarak çözme anlayışı, doğası gereği sürekli mağdur sınıflar ve gruplar üretmektedir. Aslında bu yöntem, ihtilafları daha da derinleştirmekten öte bir işe yaramamaktadır.
Bu noktada entelektüel, alim ve aydınlara düşen görev, tarihsel ve güncel olarak çatışma dilinin şehvetine kapılmamak, toplumsal gruplar arasında var olan çatışmaları derinleştirici söylemlerden uzak durmak ve müzakereci siyasetin imkanlarını yoklamaktır.
Türk siyasetini çatışma ve ötekileştirme dilinin esir aldığı bu dönemde, bu dili aşan bir siyasal-politik-dini bir söyleme ihtiyaç olduğu açıktır. Kuşkusuz kutuplaşmayı artıracak ve politik söylemi ayrıştırma üzerine inşa edecek çok sayıda tarihi ve güncel malzeme vardır elimizde. Ancak topluma yön vermek isteyen aydınların görevi çatışmayı derinleştirmek değil, toplumsa kutuplar arasında iletişimi mümkün kılacak yeni bir dil inşa etmektir.
İslam tarihinde iç sorunları çatışmaya yoluyla çözüme ulaştırma gayretleri siyasal birliği sağlamış gibi görünse de, zaman içinde büyük çatışmalara kaynaklık edecek yaklaşımları da beslemiştir.
Bu noktada İmam Hasan’ın Muaviye’ye karşı yürüttüğü siyasetin izini sürmekte fayda var. “İmam Hasan, on binlerce insanın öleceği ve İslam cemaatinin ciddi bir yıkımla karşı karşıya kalacağı savaşı reddetmiş ve Muaviye’nin ölümünden sonra imametin yeniden ‘şura-biat’ esasına dönmesini şart koşarak, hukukun korunmasını ümit etmişti. Onun bu yaptığı ne korkaklıktı ne de rahatına düşkünlük. Dedesinin vahyini özümsemiş bir sağduyu ve bilgelik sergilemişti. ‘İç rahatsızlıkları savaş değil, hukuk çözer.’ anlayışının mimarı böylece İmam Hasan oldu. İmam Hasan bu bilgeliğini ve fedakarlığını hayatıyla ödedi gerçi, ancak ulemanın örnek alacağı bir sağduyu bıraktı.“(1)
İmam Hasan’ın izlediği yöntemin izini sürersek iç çatışmaları, yaşanan hukuk ihlallerini, haksızlıkları ve anlaşmazlıkları önlemenin yolunun çatışma ve ötekileştirme değil, sivil direniş ve hukuk olduğunu görmemiz gerekecektir.
Bu noktada siyaseti sivil ve demokratik zeminde yapan, silahı siyaset aracı olarak kullanmayan, terör ve şiddet siyasetini reddeden her grupla hukuk ve adalet temelinde ortak hareket edilebilir.
- Sosyoloji ve Din Açısından Cemaatler, Sıbğatullah Kaya, Pınar Yayınları, s: 89