Yusuf Yavuzyılmaz Yazdı: Adil Siyaset

24.10.2021

İslam siyasal aklı, öncelikle tarihsel tecrübenin de analizi yapmak koşuluyla, adil bir siyaset teorisi oluşturmalıdır. Tepkisel, entegrist, fanatik, mezhepçi, otoriter ve literal okumaların bizi götüreceği yer hayal kırıklığıdır.

            Hz. Peygamber Mekke’yi fethettiğinde orada yaşayan müşrikler bile dışarı çıkmak zorunda kalmadı. Şimdi Taliban da dahil, İslam ülkelerinin mazlum halkı kendi yönetimlerinden kaçmak zorunda kalıyor. Bu sorunu aşmak için sadece emperyalistleri suçlamak yetmiyor. Adaleti temel almayan yönetimlerin ülkelerini emperyalistlerin müdahalelerine açık hale getiriyor olmaları üzerinde önemle durmak gerekir.

            Ülkesini iç çatışmalardan kurtaracak feraseti gösteremeyen ve halkını mülteci haline getiren zalim yönetimler İslam dünyasının en büyük sorunudur. Görüşlerimizin keskinliği ve bunun beslediği öfke, ötekinden nefret etmenizden kaynaklanıyor. Birbirlerini dışlayan mevcut siyasal iklimi yumuşatacak kuşatıcı ve insani, ahlaki bir dile ihtiyaç var.

            İslam dünyasının önemli sorunlarından biri de ırkçılık düşüncesinin yaygın kabul görüyor olmasıdır. Irkçılık düşüncesini “eşit yurttaşlık” anlayışının ortadan kaldıracağını savunmak sosyolojik verilere uymuyor. Almanya, Amerika, Avusturya ve Hollanda’da eşit yurttaşlık olmasına karşın, bu durum ırkçılığı ortadan kaldırmaya yetmiyor. Amerika’daki zencilere yönelik ayırımının anayasal olarak ortadan kaldırılması nefreti ortadan kaldırmıyor. Kuşkusuz eşit anayasal yurttaşlık, demokratik hukuk devleti anlamında önemlidir. Ancak bunun sorunu kökten çözeceğini iddia etmek doğru değil. Çünkü ırkçılığın birçok faktörü var. Irkçılık hukuksal olmaktan çok zihniyet sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır.

            Bir konu hakkında oluşan kanaatlerimizi bilimsel değişmez hakikatler gibi sunma ve bunlardan asla kuşkuya düşmeme gibi bir ahlaki sorunumuz var. Aşı konusunda bu durum net biçimde ortaya çıktı. Kuşku yok ki, bu davranış biçimi hayatın her alanındaki tepkilerimize yansıyor. Bu yaklaşım, dini alanda da kendi kanaatlerimizi ve yorum biçimimizi tartışmasız doğru olduğunu zannetmemize yol açıyor. Sonuçta, diğer görüşlere kapımız kapanıyor kendi partimiz, mezhebimiz, bilimsel algımızı içine hapsoluyor, yanılabilir olduğumuz gerçeğini ürettiğimiz sanal mutlaklık ile gidermeye çalışıyoruz.

            Türkiye’de tepeden inmeci ve kendini siyasal düzlemde ” Halka rağmen, halk için” mottosuyla ortaya çıkan otoriter ve elitist siyaset anlayışı, bütün siyasal anlayışlara egemendir. Bu siyasal anlayışı kaçınılmaz olarak devleti ve bürokrasiyi öne çıkarmaktadır. Bu anlayış özellikle Kemalist, Siyasal İslam ve Sosyalizm anlayışlarında çok daha baskındır.

            Adil siyasetin önündeki engellerden biri de aydının siyasal iktidar karşısındaki konumudur. Aydın, iktidar partisini desteklese bile, ona karşı uyarıcı ve yol gösterici olmak bakımından eleştirel bir noktada durmalıdır.

Dindarların iktidar yürüyüşündeki sorunlar da yüzleşmemiz gereken gerçeklerden biridir. Bazı dindarlarda inançlarına aykırı bir şekilde elde ettikleri makam ve servetin vicdani rahatsızlığı var. Bu rahatsızlığı rasyonelleştirmek için, geçmişte savundukları fikirlerin ütopik olduğu, hayatın gerçekliğine uymadığını ve yeni dönemde yeni şeyler söylemek gerektiğini söyleyerek vicdanlarını rahatlatmak istiyorlar.

Dindarlar, değişip dönüştüklerini, başkalaştıklarını, İslami değerlerden uzaklaştıklarını, bu halleriyle toplumda dindarlara bakışın olumsuzluğuna katkıda bulunduklarını görmek istemiyorlar.

            İslam’a en büyük zararı dilinde besmele yalan söyleyen, liyakatsiz, bir makam elde etmek için en yakınlarına bile iftira etmekten çekinmeyen tipler veriyor. Bunların durumu, “Kürt olarak uyudum, Arap olarak uyandım” sözündeki çelişki ve başkalaşım ile ifade edilebilir.

            Asıl sorun, yeni gelişmeler karşısında yeni çözümler üretmek değil, İslam’ın bu sorunları çözebileceğine dair olan güvensizliktir. İşte bu güvensizlik, İslamcı aydınların bir bölümünü İslam dışında bir çözüm üretmeye zorlamaktadır. Öte yandan İslamcılığın ve İslamcı aydınların muhalif olmaktan uzaklaşıp iktidarla kabul edilesi zor bir şekilde uzlaşması derin sorunlar doğurmuştur. Bu durum, İslamcı aydınları ve İslamcılığı muhafazakârlığın eşiğine getirmiştir. İslamcı aydınların iktidara eklemlenmesi hem muhalif ve uyarıcı tavrını hem de üretkenliklerini büyük ölçüde tırpanlamıştır.

Hayatla sınanmayan bir siyasal anlayışın değeri hakkında söz söylemek teorik bir zeminde kalmayı gerektirir. İslamcılığın teorik ve pratiği arasında oluşan boşluk, söylem ile eylemin uyumsuzluğu hakkında önemli ipuçları vermektedir. Bu noktada şu sorunla yüzleşmek gerekir: Hatalı olan İslamcı ideolojinin yapısı mı, yoksa eylem tarzındaki sorun mu? Öte yandan, İslamcılığın iddialarının da pratiği kadar sorunlu olup olmadığı konusu üzerinde durmak gerekir.

            Hayatın gerçekliği bahanesiyle realiteye tümüyle teslimiyet, toplumsal değişimi hedefleyen insanları, iddialarından uzaklaşarak sıradan bir insana dönüştürebilir.

Devrimci ideolojilere ve tabi ki dinlere göre yanlış olan ideoloji değil, hayattır. Onu düzeltmek gerekir. İdeoloji veya öğretiyi değil var olan toplumsal gerçekliği düzeltme çabası, devrimcileri sık sık içinde yaşadıkları toplumla karşı karşıya getirir. Bu durum devrimcinin en yakınları ile çatışma alanı oluşturur. İdeoloji veya inanç en yakın olan insanların arasını bozduğu için çatışma bütün topluma yayılır. Nitekim ilk İslam toplumunda böyle bir çatışma ortamı doğmuştur. Baba ve oğul, anne ve evlat, kardeş ile kardeş farklı saflara geçmiştir.

            Toplumsal değişimi hedefleyen ve adil bir dünya oluşturmak isteyenlerin önündeki en büyük engel muhafazakar tutumdur. Muhafazakarlık, toplumun yüzyıllar içerisinde inşa ettiği değerler sistemi temel aldığından ani değişime karşı değişime mesafeli ve kuşkuludur. Öte yandan, sürekli olması gereken odaklanmak var olanı ıskalamakla sonuçlanacağı gibi, var olanı meşru kabul etmek insanı ahlaki hedeflerden saptırır. Peki, bu durumda ne yapmak gerekir? Bu noktada yapılacak olan toplumun içinde bulunduğu realiteyi gözden kaçırmadan ideal olanı aşama aşama uygulamaya koymaktır.

            Adil siyasetin önündeki en önemli engellerden biri de dar örgütçü düşünme biçimidir. Kendini bir ideolojinin, örgütün, Parti’nin veya cemaatin içine hapsetme ve orayı idealleştirme kendini ve liderini kusursuz görmekle sonuçlanır. Bu durumda kusurlu ve eksik insanlar daima karşı cenahtadır. Bu ortam tek boyutlu insanı yetiştiren sosyolojik zemini üretir. Ulusalcı seküler sol Kemalistler böyle olduğu gibi, ona eleştirel yaklaşanların büyük bölümü de böyledir. Hayata bir cemaatin, örgütün, Parti’nin içinden bakmak ve kendini oraya hapsetmek, entelektüel yolculuğun en büyük zaafıdır. Alimler siyasal iktidarla özdeşleşmeden uyarıcı ve eleştirel bir noktada durmalıdır. Bu konuda en iyi muhalefet şekli, şiddete başvurmadan yapılacak sivil itaatsizlik olabilir. İslam tarihinde bu tür muhalefetin kullanıldığı açıktır. Ebu Zer, Ebu Hanife, Hasan Basri: İktidara karşı şiddet kullanmadan muhalefetin öncüleri Modern anlamda sivil itaatsiz sayılabilirler.

Adil siyasetin önündeki bir engel de etnik kökenlere dönük yapılan eleştiridir. Türkiye’de özellikle beğenmedikleri siyasi aktörlerin davranış biçimlerini doğrudan eleştirmek yerine etnik kökenine vurgu yaparak itibarsızlaştırma şeklinde görülen tutum yaygındır. Burada etnik gönderme yapılan genellikle Ermeni ve Rum, dini olarak da Yahudililik üzerinden yürüyen Sabatayist ve Selanikli olmaktır.

            Siyaseti rasyonalitenin dışına taşıyan önemli bir faktör beğenilmeyen tutum ortaya konan siyasetçiyi, aslında bu iş için yetiştirilmiştir ajan olarak görme yaklaşımıdır. Dahası o, bir gizli Rum veya Yahudi milliyetçisidir. Yeni projeye uygun bir isim almış ve hayatını başka biri olarak ileri de oynayacağı politik yol için değiştirmiştir. Hayatının bir döneminde itibaren bir güç tarafından yönlendirilerek ömür boyu sürecek bir projenin etkin aktörü yapılmıştır. PKK hareketini Öcalan’ın Ermeniliği üzerinden değerlendiren ve olayın sosyal, siyasal boyutlarını ıskalayan miyop bir bakıştır bu. Bu bakışı destekleyen örnekler olsa bile, bunu genelleştirerek olayların toplumsal ve siyasal nedenselliğini ihmal etme, komplo teorilerine inanmaya dönük bir zemin inşa eder. Bu da insanları normal hayattan koparıp inşa ettikleri ütopyanın içine hapseder.

            Her yeni düşünceyi, siyasi fikri, içtihadı, dini yorumu, ileri süren kişiyi etnik kökenine, ideolojik konumuna veya dini inancına( dönme) vurgu yaparak bir ajan olduğu iddiası, yeni düşünce ve tutumları etkisizleştirme olarak işlev görmektedir. Komploculuğun bu kadar yaygın karşılık bulduğu bir ortamda, nedenselliğe dayalı bilimsel düşünce üretmek mümkün değildir. Öte yanda bu açıklama biçimi, bu tür olaylarla hiç ilgisi olmayan, etnik ve dini bakımdan farklı olan grupları baskı altına alıp ötekileştirme ile sonuçlanmaktadır.

            Toplumda birlikte yaşadıkları insanların her an ihanet etme potansiyeli yüksek olan kişiler olarak kodlanması da ayrı bir sorun alanıdır. Öte yandan, İslam’ın kötü temsili, İslam düşmanlarının yarattığı tehlikeden çok daha büyük bir tehlikedir. Çünkü kötü temsil İslami kavramları kullanarak hayat bulur. Kavramları yeniden tanımlayan, içlerini boşaltan, dini kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde semantik bir müdahale ile dönüştüren ve başkalaştıran anlayış, gerek yarattığı travma, gerekse oluşturduğu olumsuz imaj yüzünden inkar edenden çok daha büyük tehlikedir. Bundan dolayı bazı İslami cemaatlerin tutarsız davranış ve söylemlerinin yarattığı ve etkileri uzun zaman devam edecek tehdit, etkileri bakımından çok daha derin ve yaralayıcıdır. Asıl sorun, karşılaştığımız sorunları çözme potansiyeli olan İslam’ı tanınmaz hale getiren anlayışlardır. Bu anlayışı kökten değiştirerek İslam’ın sosyolojisi olan Nebevi Sünneti literal ve entegrist okumaların dışında yeni bir yorumla aktif hale getirmektir.

            İslam dünyasının içinden çıktığı terör yapılanmalarının ve çarpık din anlayışlarının nedenini sadece dış faktörlerle açıklamak sorundan kaçmakla sonuçlanmaktadır. Elbette terör örgütlerinin dış finansörleri vardır. Ancak şu sorular çok daha önemlidir: Neden terör örgütlerini meşrulaştıran bir zihinsel yapımız var? Terör örgütleri nasıl bu kadar yaygın destek bulabiliyor? Her olayda dış faktörü belirleyici saymak, kendi hataları ile yüzleşmemekle ve kendini idealleştirme ile sonuçlanmaktadır. Kur’an’ın temel mantığı, karşılaştığımız olumsuzlukların nedenini düşmanın gücüne değil, kendi yetersizliklerimize bağlar.

            Uhud Savaşı ve ardından yapılan değerlendirme bizim için yol göstericidir. Bilindiği üzere Savaşın dönüm noktası okçular tepesini korumakla görevli okçuların yerlerini terk etmesidir. Bunu gören ve o tarihlerde müşrik ordusunun komutanı olan Halid bin Velid, oradan yaptığı hamle ile savaşın seyrini değiştirmiştir. Tarihsel olarak Savaşın seyrini değiştiren faktör Halid bin Velid’in askeri dehası ve yaptığı hamledir. Ancak Kur’an bu Savaşı değerlendirirken bir kez dahi Halid bin Velid’in askeri dehasına vurgu yapmaz. Kur’an, savaşın kaybedilmesini Müslümanların Peygamberlerinin sözünü dinlemelerine ve ganimet hırsıyla okçular tepesini terk etmelerine bağlar. Olayda Halid bin Velid’in askeri dehası dış faktör, Müslümanların olumsuz tavrı ise iç faktördür. Kur’an iç faktörü belirleyici olarak görür. Yani hastalığın asıl nedeni mikrop değil, savunma sisteminizin zayıflığıdır. Elbette dış faktörleri yok saymak sağlıklı değildir. Ancak iç faktörleri ihmal etmek belirleyici faktörü görmezden gelmedir.

İslam dünyasının ve Müslümanların asıl sorunu Kur’an ve Nebevi sünnete yeteri derecede sahip çıkmamaları ve onun değerlerini yaşatamamalarıdır.  Bu açıdan Kur’an’ın, iman edenleri yeniden iman etmeye çağırması, anlamlı bir çağrıdır.

            Müslümanların sorunlarını bile çözemeyen İslam anlayışının, Müslüman olmayanlar için hiçbir çekiciliği yoktur. Müslümanlar, inançlarını temsil eden insanlar olmalıdır. İnanç ve pratik davranışlar arasındaki farklılık diğer insanları olumsuz etkiler. İnsanlar ne söylediğinize değil, nasıl davrandığınıza bakarlar.

            Bugün İslam dünyasında yaşanan iç çatışmalar, insan hakları ihlalleri, çevrecilik konusunda duyarsızlık, azgınlık, tüketim kültürünün egemenliği, entegrist anlayış, literal okuma, ekonomik dengesizlikler, İslam anlatısının gerçekliğini gölgelemektedir. Günümüzde Batı insanının sorunlarını çözecek onu ahlaki yönden huzura kavuşturacak bir İslam dünyası ve İslam pratiği  maalesef yoktur.

            İslamcılığın Batı modernliğinin yarattığı bireycilik, tüketim kültürü, ahlaki egoizm konularındaki eleştirileri haklıdır. Ancak bu eleştirinin etkili olabilmesi için bunların olmadığı bir toplumsallık örneği sunmanız gerekir. Bugün İslam, kendinin temsil edilmediği bir dünyada gariptir. Müslüman dünyayı dünyada zulüm görenlerin kurtuluşa ereceği bir liman haline getiremez iseniz, Batı modern dünya hakkındaki eleştiriler temelsiz kalacaktır.

İslam dünyasında ortaya çıkan, El Kaide, IŞİD, Bako Haram gibi entegrist örgütler, dünyadaki İslam imajının belirlenmesinde baskın rol oynamaktadır. İslam dünyasında bu tür örgütlerin destek bulması da ayrı bir sorun alanıdır. Şimdi açık yüreklilikle soralım: Bu tür örgütlerin egemen olduğu bir toplumda yaşamak ister misiniz?

            Bugün yaşayan İslam, günümüzün yakıcı sorunlarını çözümleyecek bir söyleme ve anlayışa sahip değildir. Ne yazık ki, günümüz Müslümanları yüzünden İslam, yaşandığı toplumların temel sorunlarını çözemeyen bir inanca dönüşmüştür. Bu yüzden Müslüman zihin her tartışma ve eleştiri karşısında tarihe kaçarak cevap vermektedir. Aslında bu davranış İslam’ı bir zamanlar yaşanmış, ancak aktüel dünyada yeri olmayan bir sistem olarak algılanmasına zemin oluşturmaktadır.

            İslam dünyası bugün bırakın insanlığı tehdit eden küresel sorunları çözmek, kendi sorunlarını bile çözmeyecek durumdadır. Bu durumun nedeni İslam dünyasının içine düştüğü parçalanmışlık, kutuplaşma ve çatışma kültürünün egemen olmasıdır. İç çatışmalar İslam dünyasının enerjisini tüketmektedir. Kendi iç sorunlarını çözemeyen, iç barışı sağlayamamış, toplumsal birlikteliği oluşturamamış toplumların küresel sorunları çözme imkanı yoktur.

Mehdi’nin gelişiyle dertlerin sona erecek inancı hem Müslümanların adil bir toplum arayışını meçhul bir geleceğe ertelemekte, hem de onları yaşadıkları dönemin yakıcı sorunlarından uzaklaştırarak topluma yabancılaştırmaktadır.

            İnsanların parti, örgüt, cemaat yandaşlığı ve içinde bulunduğu grubu koruma duygusu, hakikati örtmeye, dahası adaletsizliğe yol açan bir işlev görmektedir. Çeşitli sosyal ve psikolojik faktörlerden kaynaklanan fanatik bağlılık, insanları kör taassuba ve her koşulda grubunu savunmak pozisyonuna itiyor. Bu durum olayları sağlıklı ve adil değerlendirmenin önündeki en büyük engeldir. Sanıldığının aksine sarsılmaz güven ve bağlılık, doğru bir öğretiye sahip değilse, doğru değerlere yönelmek ise kişinin önündeki en büyük engel olur. Nitekim terör örgütlerinin mensupları içinde bulundukları gruba, hayatını feda edecek kadar bağlıdırlar. İşte bu samimiyetleri onları felakete götürür. Kuşkusuz samimiyet her zaman doğru yolda olunduğunun garantisi değildir. Körü körüne fanatik bağlılık insanı felakete sürükleyen en büyük etkendir. İşte bu noktada eleştirel ve sorgulayıcı akıl ve vicdan devreye girmelidir. Yoksa samimiyet, sahte kutsallıklar üretmeye elverişlidir. Aziz Kur’an’ın, Allah’ın aklını kullanmayan bir toplumun üzerine pislik yağdıracağını bildirmesi, son derce uyarıcı bir mesajdır.

Yusuf Yavuzyılmaz’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.