27.05.2024
Akademik camiada epistemik bir kibir egemen. Bir konu hakkında değerlendirme yaptıklarında gelen en küçük eleştiriyi ya da farklı bakış açısını küçümsüyor, yok sayıyor, hakaret ediyor. Oysa insan bilgi sahibi olduğunda, bir alanda derinleştiğinde, tıpkı meyve veren bir ağaç gibi mütevazileşerek yere eğilir. Oysa bizim akademisyenlerin önemli bir bölümü sahip oldukları bilgiyi muhataplarını baskı altına almak için kullanıyor.
İnsan ontolojisinde faşizan bir güç istenci her zaman vardır. Bu istenç zaman zaman ortaya çıkar. Din, bir anlamda bu güç istencine denetim altına almak, onun benliği sarıp zehirlemesine engel olmak ister. Bunun en zirve noktası nefsini ilah edinmektir. Narsizm, bireyi teslim alan güç istencinin zirvesidir.
Benzer bir güç istenci, temel amacı bilimsel araştırma yapmak ve bilgi üretmek olan, akademik camiada da yaygındır. Sahip olduğu bilgiyi farklı düşünenler üzerine baskı aracı olarak kullanıp muhatabı kırmaktan çekinmeyen bir kibir, bilgi üzerinden faşizan bir kişilik oluşturur.
Akademi, bağımsız olması gerekirken siyasal iktidarın hizmetine girmesi ise çok daha sakıncalı bir ilişki biçimine işaret eder. Bu sakıncalı ilişki biçimini sonuçta akademinin siyasal iktidar seçkinlerinin isteği ve çıkarları doğrultusunda bilgi üretmesine neden olur. “Belli ki tarih boyunca din adamları, rahipler, kahinler, iktidarların ve hakim sınıfların çıkarları doğrultusunda hareket eden din bilginleri, akademisyenler, aydınlar halkı dünyevi çıkarları karşılığında haktan ve hakikatten uzak tutmaya çalışmışlardır.( Ali Bulaç, Kur’an Dersleri, Çıra yayınları, cilt1, s: 383)
Akademinin resmi ideoloji doğrultusunda bilgi üretme çabası, tarihin çarpıtılmasına ve belli bir bakış açısıyla yorumlanmasına neden olur. “Marmara Üniversitesinde öğrenciyken bir sempozyuma gitmiştim. Orada milliyetçiler vardı ve konu Ahmet Yesevi’ydi. Konuşmacılardan biri Yesevi’yi milliyetçi diye takdim etti… Bunun üzerine parmak kaldırdım ve dedim ki, “Ahmet Yesevi zamanında dünyanın hiçbir yerinde milliyetçilik diye bir şey yoktu.” Profesör Hakkı Dursun Yıldız vardı. Rahmetli oldu şimdi. Oturduğu yerden bağırdı. “Bu adamı dışarı atın!” Tabi beni hemen dışarı attılar.” (Meselelerimizi Konuşmak, Hüsamettin Arslan, s. 323) Böyle bir anlayışın egemen olduğu bir akademik yapıda bilimsel bilgi üretmenin imkanı var mıdır?
Kuşku yok ki, bilim iktidar ilişkileri konusunda önderimiz hayatı boyunca bilimi siyasal iktidarın emrine vermekten özenle kaçınan Ebu Hanife’dir. “Ebu Hanife derin fıkıh bilgisinin yanı sıra, inandığını ve doğru bildiğini söylemekten ve onun mücadelesini vermekten çekinmeyen güçlü bir ideal ve cesarete de sahipti. Hayatı bu yönüyle de mücadele içinde geçmiş, bu uğurda birçok sıkıntı ve mahrumiyete katlanmıştır. Gerek Emeviler gerekse Abbasîler devrinde halife ve valilerin yaptığı zulümlere açıkça karşı çıkmış, onların yanlış ve haksız tutumlarını tasvip etmiş olmamak ve halk nazarında onlara meşruiyet kazandırmamak için halifelerden gelen hediyelerin, yapılan görev tekliflerinin hiçbirini kabul etmemiş, işkenceye ve hapse katlanmayı tercih etmiştir. Şüphesiz ki bu görev tekliflerinin reddi Ebu Hanife açısından böyle bir amaç taşırken iktidar açısından da Ebu Hanife’yi cezalandırma yönünde bir gerekçe teşkil ediyordu.” (Mustafa Uzunpostalcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, 10. cilt, s: 131-138 ) Ebu Hanife bu tavrıyla, bilgiyi zorba güçlerin eline vermemeyi başarmıştır. Ancak bilgiyi zorba güçlerin eline vermek sadece din adamlarının yaptığı bir iş değildir. Bu noktada Ali Şeriati’nin sorduğu soru ve verdiği cevap son derece önemlidir: ” Acaba sadece din mi, zorba güçlerin ve egemen sınıfların hizmetinde olmuştur? Peki şiir, sanat, edebiyat, felsefe, ahlak, hatta bilim ve teknik? Evet, bütün bunlar acaba hangi kutupların tekelinde olmuş ve hangi patronlara/efendilere hizmet etmişler/ ediyorlar.” (Ali Şeriati, Kendini Devrimci Yetiştirmek, Fecr yayınları, s: 86)
Bilgi hakikati aramak amacından uzaklaşıp egemenlik kurmak amacına yöneldiğinde yapılacak tartışmaların sağlıklı olması mümkün değildir. Bu durumda kazanma hırsı hakikati aramanın önüne geçer. Bir tartışmaya kazanma hırsı ve kaybetme korkusu egemen olursa, o tartışmayı terk etmek gerekir. Çünkü kazanma hırsının teslim aldığı bir kişi, bu amacı gerçekleştirmek için kaynakları çarpıtır, yanlış bilgi kullanmaktan çekinmez, safsataya başvurur, daha da önemlisi sürekli muhatabı küçümser. Amacı hakikati aramak olmayan bir tartışmanın sonu felakettir.
Sahip olduğu bilgiyi rakibini yenmek ve küçümsemek için kullanmak büyük bir ahlaki zaaftır. Arkasına siyasal iktidarın veya bir ideolojik aidiyetin gücünü alan akademisyen, aydın, gazeteci vs. sahip olduğu bilgi birikimini bu amaç için seferber eder. Muhafazakar dindar aydınların iktidar ile ilişkileri bu anlamda oldukça sağlıksız bir ilişkidir. Devletin, siyasal iktidarın, resmi ideolojinin, cemaatin, mezhebin içinden ve bu aidiyeti savunmak üzere bilgi üretenler aslında bölünme ve parçalanmaya hizmet ederler. “Bugün Müslümanlar bir taraftan kendi varlıklarını ve geleceklerini tehdit eden son derece tehlikeli bir krizin içinden geçerken diğer taraftan da Rablerinin vahdet ve birlik olma hususundaki emirlerini unutmuş bir şekilde hayatlarına devam etmektedirler. Her bir topluluk kendi milletini, her ülkenin evladı sadece kendi vatanını ve her mezhep sadece kendi tabiilerini inceleme politikası gütmektedir.” ( Ahmet el- Katip, Müslümanlar Neden Parçalandı, Mana yayınları, s: 43)
Akademik kibrin egemen olduğu bir tartışmada, muhatabını aşağılamak çok sıklıkla görünen bir davranış biçimidir. Celal Şengör bu anlayışın tipik bir örneğidir. Bundan dolayı akademik bir kibir abidesi olan Celal Şengör’de eksik olan bilgi değil, ahlaktır. Öte yandan Mehmet Görmez, bilgisi, ahlakı ve anlatım tarzıyla ise tam bir ilim insanıdır. Ne yazık ki akademik camiada çok sayıda Celal Şengör var. “Hasedin, kıskançlık ve çekememezliğin 100 parçaya bölünüp 90 parçasının hocalara dağıtıldığına dair akademik camiada anlatılagelen bir fıkra vardır. Fıkranın devamında 90 parçayı alan hocaların geri kalan 10 hissede de pay sahibi olmak için nasıl kavga dövüş ettikleri anlatılır. Bu fıkraya hak verdirircesine akademik camiada kıskançlıkların insan ilişkilerini sık sık zehirlediğine tanık olunur.” (Nevzat Yalçıntaş, Hatıralar, İşaret yayınları s. 412.)
Bilimsel ve felsefi tartışmanın koşullarından biri tanımlamak yerine anlamaya çalışmaktır. Bu tartışmalarda bizi bekleyen tuzaklar indirgemecilik, genellemecilik ve mutlakçılıktır. Bilim adamı ve aydın, bu tuzaklara düşmeden hakikatin izini sürmeye gayret eden bir anlayışa sahip olmalıdır. “Entelektüel dediğimiz kişi bir siyasetçi değildir; bu yüzden onun derdi muhalefet yapmak değil uyuşmanın yollarını aramak olmalıdır. ” (Muhammed Hamid el-Ahmeri, Entelektüelin Sorumluluğu, Mana Yayınları, s: 12)
Akademik kibrin en büyük nedeni bilginin ahlaktan ayrılmasıdır. “Ahlak bana göre insanı insan kılan niteliklerin bütünüdür. Bu bakımdan aklı bile ahlaki bir eylem olarak kabul etmemiz mümkündür. İnsanın insanlığını gerçekleştirdiği her şey açık seçik ahlaki bir eylem olarak kabul edilir. Bu durumda insana kimliğini, insanlığını kazandıran ahlaki fiillerdir. Bu nitelikli fiiller sayesinde insan insanlığını gerçekleştirir. Bazıları çıkıp şöyle diyebilir: İnsanın kimliğini belirleyen fiil ‘aklı kullanmak ve düşünme’ktir. Ne var ki ben bu iddiaya karşı sunu derim; Az da olsa diğer canlıların akıldan payları vardır. Eğer olmasaydı idrak gücünden nasıl yararlanabilirlerdi? Fakat buna karşın onların ahlakları yoktur; çünkü onların yüce manaları ve ideal ilkeleri kavrama kudretleri yoktur. İşte bu yüzden ahlak insanı insan eden ve diğer canlılardan ayrıcalıklı kılan yegane unsurdur. “İnsan ancak ahlak vasıtasıyla insanlık mertebesine yükselir ve insanlığını mükemmelleştirir. (Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında, Taha Abdurrahman, pınar yayınları, s.112- 113)