Yusuf Yavuzyılmaz Yazdı: Akıl, Bilim, Modernleşme ve Ahlak

13.03.2023

“Dünya üzerindeki her kuvvet, sağlam bir ahlakla başlar. Her mağlubiyet de ahlaki çöküşle başlar. Her ne yapılmak isteniyorsa, bu önce insanların ruhlarında gerçekleştirilmelidir. Bu da ahlakla mümkündür. Din ahlâktır. Onu hayata geçirmek ise terbiyedir.”

   Ali İzzetbegoviç

            Akıl ve bilim giderek kutsallık makamına oturtularak dini, ahlaki ve geleneksel değerler aşağılanıyor. Oysa bugün dünyada egemen ve güçlü olan ülkeler akıl ve bilimin en üst derecede kullanıldığı Batılı ülkelerdir. Kitle imha silahları başta olmak üzere her tür silahı üreten onlardır. Öte yandan, dünyanın diğer çatışma bölgelerinde kullanılan silahları üreten, terör örgütlerini kullanan, terör örgütleri üzerinden operasyonlar yapan da onlardır. Dünyanın bugünkü halinden kimler sorumlu peki? Elinde hiçbir imkân olmayan geleneksel Afrikalılar mı, yoksa her tür teknik donanıma sahip Batılılar mı? Kuşku yok ki, Batılı ülkeler sorumludur.

            Aklı temel alan bilim ve teknolojinin en yüksek olduğu ülkeler dünyanın geri kalanını talan edip sömüren ülkeler değil mi? Batı’nın birbiriyle paralel, ancak birbirinden farklı iki yüzü olduğunu kabullenmek gerekir.

            Batılı ülkeler isteseler dünyadaki bütün çatışmaları tüketecek imkana sahip değil mi, sahipse bunu neden yapmıyorlar? Aliya İzzetbegoviç’e şu sözleri söyleten Batı’nın ikiyüzlülüğüdür: “Bunu hiç unutma evlat. Batı hiçbir zaman medenî olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği; döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur.” (Aliya İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu, Fide yayınları)

            Gerçek şu ki, akıl ve bilim ahlaki değer üretecek konumda değildir. B. Russell’ın dediği gibi, “Bilimin değerler konusunda söyleyeceği hiçbir şey yoktur. ‘Sevmek nefret etmekten daha iyidir’ ya da ‘iyilik zorbalıktan daha çok istenir’ gibi önermeleri kanıtlayamaz.” (Russell, Din ile Bilim, Yapı Kredi Yayınları, s. 125)

Buradan akli bilginin kötü bir şey olduğu sonucu çıkarılmamalı. Irkçılığı, sömürgeciliği, nükleer imha silahlarını da üreten akıldır, insanlık için yaralı teknik araçlar da üreten akıldır.

            Peki, üretilen bu teknik araçları insanın lehine ya da aleyhine kullanacak olan değerler sistemi nedir? Kuşkusuz ahlak. Öyle görülüyor ki, teknik ilerleme ile ahlaki duyarlılık koşut gitmiyor.

Akıl, her türlü ahlaki değeri üretecek donanımda ise, insanı yaratan Allah neden ona ahlaki kurallar gönderdi? Çünkü akıl çeşitli etkilerin altında kalarak insanlık için kötü sistemler de üretebilir. Faşizmi, ırkçılığı, sömürgeciliği, oryantalizmi, sosyalizmi de üreten akıl değil mi? Akıl her tür imkânı bilimsel olarak üretebilir. Ancak bu üretilen imkanları insanlığın yararına ya da zararına kullanacak olan akıldır. Bir bilginin akıl tarafından üretiliyor olması mutlaka doğru olduğunu göstermiyor.

            Batı konusuna genel bakılmalı. Ne kutsanıp kutsal bir konuma oturtulmalı ne de ürettiği yaralı değerler görmezden gelinmelidir. Modernleşme çabalarının başladığı Tanzimat Döneminden beri ana sorunsal kalkınma ve ilerlemenin nasıl sağlanacağı konusu idi. Ahmet Cevdet ve Celal Nuri gibilerin başını çektiği akım, radikal batılılaşmayı öneriyordu. Bu anlayışa göre geri kalmamızdan sorumlu olan dindi ve mutlaka terk edilmeliydi.

            Buna karşılık Ziya Gökalp gibi Türkçü düşünürler modernleşmeyi savunmalarına karşın dini tümden reddetmiyor eklektik bir anlayışı savunuyorlardı.

Mehmet Akif Ersoy ve Said Nursi’nin başını çektiği İslamcılık ekolü ise ilke olarak Batıya karşı olmamasına karşın, batının tekniği ile İslam irfanını uzlaştırmayı hayal ediyorlardı. Esasen Tevfik Fikret ile Mehmet Akif arasında yaşanan tartışmanın kökeninde de bu sorunsal vardır.

            Cumhuriyet modernleşmesi batılılaşma ve Türkçülük akımlarının sentezini yaparak korporatist bir sistemle yoluna devam etmeye çalıştı. Dini devlet hayatından tümden, toplum hayatından da olabildiğince uzak tutmaya çalışan pozitivist, ilerlemeci, rasyonalizmi öne çıkaran milliyetçi bir mantıkla hareket etti. Bu nedenle rejimin iki vazgeçilmez temeli laiklik ve Türk milliyetçiliği olarak belirlendi.

            Mehmet Akif’in eklektik yaklaşımı bir sorunsalı da gündeme taşıyordu: Batının ürettiği bilim ve teknoloji düşünce sistemi ve felsefesinden ayrı düşünülebilir mi? Yani modernleşmenin felsefi varsayımlarını kabul etmeden Batı gibi gelişmek ve ilerlemek mümkün mü?

            Kemal Tahir, Osmanlı’nın Batılılaşamayacağını iddia ediyordu. Çünkü ona göre Batının kalkınmasının kökeninde köle ticareti, faiz ve sömürgecilik vardı. Osmanlı bunları yapamazdı.

            O zaman yeni bir sorunun eşiğinde bulunuyoruz: Modernleşmenin tek modeli Batı tecrübesi midir? Batı dışı toplumlar kendilerine özgü insani bir model geliştiremezler mi? İşte İslam’ın geleceği bu soruya verilecek cevapta gizli.

            Hiç kuşku yok ki, evrende olan her olayın fiziksel nedenleri vardır. “Neden oluyor?” sorusu bizi fiziksel nedenlere götürür. Bilim bu sorunun cevabını bulmak için uğraşır. Ancak “Niçin oluyor?” sorusu bizi din ve felsefeye götürür. Bu arayış da son derece önemlidir. Bilim varlığın görünen yüzüyle ilgilenir ve bize önemli veriler sunar. Ancak insanoğlunun yüzyıllardır merak ettiği şey görünenin arkasında ne var sorusudur. Materyalizm, her şeyin görünen somut maddeden ibaret olduğunu savunan düşünce akımıdır. Bilimi materyalizm üzerinden okuyan zihnin sağlıklı bir din- felsefe- bilim ilişkisi inşa etmesi zordur. Oysa varlığı ve aklı Yaratan dini de göndermiştir. Dolayısıyla aynı kaynaktan gelen akıl, vahiy ve tabiat düzeni çelişmemesi gerekir. Bu durum ayrıca tabiatta olan her şeyin bir şekilde birbirine bağlı olduğunu gösteriyor. Kur’an’ın tabiat kanunlarını “Sünnetullah”(Allah’ın sünneti) olarak tanılaması önemlidir. Şu halde varlık âleminde Allah’tan bağımsız hiçbir olay yoktur. Bu bilinç bize olan her olayın ahlak ile bağlantılı olduğunu gösteriyor. Hiç kuşku yok ki deprem bir yönüyle ahlakla ilgilidir. Bir müteahhit sağlam bir evin nasıl yapılacağını bilmektedir. Bu konuda yeterli birikimi de vardır. Peki, bunu yapmaması ne ile ilgilidir. Kuşkusuz ahlakla. Ahlak hiç ihmal edilmemesi gereken bir konudur.

            Kuşkusuz kamu düzeni sadece ahlak üzerinden yürümeyeceği için etkili bir hukuk sistemi de kurmak zorunludur. Suçlu ile suçsuzun, haklı ile haksızın birbirinden ayrılmadığı, suçlunun cezalandırılmadığı yerde adaleti sağlamak imkansızdır. İmar affı hukuksuzluğu tetikleyen bir olaydır. Birey nasıl olsa imar affı çıkacak diye, hukuka uymayı önemsememektedir. Hukuka uymayı bu kadar umursamayan bir düzende bireylerin hukuku çiğneme eğilimi de normaldir.

Yasaya uygun bina yapmama ve denetim eksikliği kuşku yok ki hukuki ve ahlaki bir sorundur.

Hırsızlık, talan ve benzeri taşkınlıklar nihayetinde insan ontolojisinden kaynaklanan kötülüğün uygun bir zaman ve imkân bulduğunda dışa vurmasıdır. Kuşkusuz son derece ahlak dışı bir tutumdur bu. Ancak yine de İslam hukukunda bireylerin diğer bireyleri cezalandırma yetkisi yoktur. En iyisi güvenlik güçlerine teslim etmektir. Cezayı kamu otoritesi verir. Üstelik bazı görüntüler çok aşırı manzaralar ortaya çıkarıyor. Kuşkusuz insanların canı burnunda ve bu tür olaylara haklı olarak öfkeliler. Ancak teenni ile hareket etmek gerekiyor.

            Siyasetin dili, birleştirici olmaktan uzaklaşmış, ne yazık ki, örgüt dilinin dışlayıcı fanatizmine dönmüş. Bu kutuplaşma hiç kuşku yok ki, ideolojik bir fay hattı yaratıyor. Bu fay hattının önlem alınmazsa büyük depremler üretme potansiyeli var. Siyasetin ürettiği kutuplaşmanın doğurduğu fay hattı o kadar derin ki, deprem bile bunu önlemeye yetmiyor. Kuşkusuz toplumsal alanda oluşacak fay kırıklarının etkisi çok daha derin olacak. Öyle görülüyor ki, diğeriyle barış içinde yaşamaktan çok, taraflar birbirlerini yok etmeye hedeflenmiş. Bu çok tehlikeli bir durumdur. Şimdilik, siyasetin ürettiği bu tehlikeli kutuplaşma halka sirayet etmemiş durumda. Aydınların, alimlerin, entelektüellerin en önemli görevi kutuplaşmayı ortadan kaldıracak bir siyaset dilinin öncülüğünü yapmaktır.

İktidar ve muhalefet tüm partiler bir araya gelse, ortak bir komisyon kurulsa, komisyonun başına bir iktidar bir muhalefetten temsilci olsa, başta büyükşehir belediyeleri olmak üzere bütün belediyelerin hizmetleri kurulacak komisyon tarafından yürütülse, hiç bir yardım kuruluşu ötekileştirmeye çalışılmasa, depremin açığa çıkarıldığı acıdan siyasal rant devşirilmese, herkesin elbirliği ile çalıştığı bir ortam yaratılsa, hiç kimse diğer yardım kuruluşlarını rakip görmese, televizyonlar taraf oldukları siyasal anlayışın dar kalıplarına mahkum olmasa, daha iyi olmaz mıydı?

Bu rüya gerçekleşmedi.

Siyasal taraftarlık bazı insanların genlerine işledi.

Kardeş olmamız gereken zamanlarda bile siyasal ikbal endişesi öne çıktı.

Öte yandan Anadolu halkı ve sivil toplum örgütleri çok iyi mücadele verdiler veriyorlar. Depremzedelere en küçük yardım yapanların kazandığı bir süreçten geçiyoruz.

Yusuf Yavuzyılmaz’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir