19.02.2024
Erzincan’da altın madeninde yaşanan toprak kayması, farklı açılardan değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır. Elbette bu olayın siyasi, ekonomik, hukuki, çevresel ve dini faktörleri vardır.
İlk olarak insan ve tabiat arasındaki ilişkinin ifsada uğraması söz konusudur. Bu anlamda Allah- insan- tabiat arasında sağlıklı bir ilişki kurmak gerekir. Konunun bir yönü bu dengenin bozulmasıyla ilgilidir. Kuşkusuz bu durumun sebebi insandır. Bu yüzden insan özgürlüğünü ve sorumluluğunu temele alan bir bakışa ihtiyacımız vardır. Olayın “kader-i ilahi” söylemiyle geçiştirilmesine izin verilmemeli, sorumlular mutlaka cezalandırılmalıdır.
Erzincan’da yaşanan olayın bir diğer önemli yönü, Batıda önemli ölçüde terk edilen ve çevreye büyük zarar veren yöntemlerin Türkiye’nin de içinde bulunduğu Batı dışı ülkelerde kullanılıyor olmasıdır. Bu durum Batı dışı ülkelerdeki altın madeni işletmelerini çok daha riskli hale getirmektedir.
Batı kapitalizmi, en az emekle en çok kar elde etmeyi amaçlayan bir temele dayanıyor. Batı, kendi içinde altın madeni aramayı sıkı kurallara bağladığından, kapitalistler yatırımlarını büyük ölçüde emeğin ucuz olduğu, eski teknolojileri kullanmanın önünde bir engel bulunmadığı Batı dışı ülkelere aktarıyorlar. Orada çalışan ve bir lokma ekmeğe muhtaç olan köylüler, para kazandıkları için hayatları pahasına seslerini çıkaramıyorlar.
Modernite bireyci, akılcı anlayışıyla dinin bütüncül dünya görüşünü ortadan kaldırdı. Modernitenin bireyi, kendini en büyük değer olarak kabul eden, özerk ve yaratıcı bir üst ilke tanımayan bir anlayışa dayanır. Akıl anlayışı ise hakikati akılın sınırları içinde arayan ve aklı aşan bir bilgi kaynağı kabul etmeyen bir paradigmaya dayanır. Modernitenin bu paradigma ile insan çevre ilişkilerine bakması, çevreyi tüketilecek bir nesne olarak görmeye vardı. Geleneksel yaşamın parametrelerinin tümden değişime uğraması, insan çevre ilişkilerini de tahrip etti.
Altın madenini diğer madenlerden ayıran en önemli faktörlerden biri, çıkarılmasında son derece zararlı olan siyanürün kullanılmasıdır. Siyanürün, maden arama işlemi bitip, ocak kapatıldığında çevrede kalıcı etkiler bırakıyor. Bu etkiler uzun yıllar devam ediyor. Siyanür, suların ve toprağın kirlenmesine, canlı hayatın neredeyse ortadan kalkmasına neden olmaktadır.
Çevreye kalıcı hasarlar bırakan, insanın ölümüme yol açan, suları ve doğal hayatı bitirme noktasına getiren bu tür olayların karşısına hukuk ve sivil toplumun duyarlılığı çıkmalıdır. Ancak sivil toplumun etkisizliği, hukuki denetimin yetersiz olması karşımıza bu felaketleri çıkarıyor. Türkiye’de sivil toplumun güçsüzlüğü eleştirel duruşu engelliyor. Dolayısıyla olayların sorumluları hakkında yeteri derecede fikri takip yapılamamaktadır. Fikri takip yeteri düzeyde olmadığından olaylara verilen tepki sınırlı kalmakta, bir süre sonra unutulmaktadır.
Türkiye özelinde bir analiz yapılacak olursa, siyaset toplum ilişkisinde ortaya çıkan otoriterliğe yatkın, güvenliği önceleyen, eleştirel duruşu fitne olarak tanımlayan, adaleti ihmal eden siyasal kültür hala etkin olduğu görülecektir. Kuşku yok ki, bu tür siyaseti besleyen tarihsel bir gelenek, toplumsal bir zemin var. Bundan dolayı, insan, çevre, devlet konusunda adaleti temel alan eleştirel bir tutum gelişemiyor.
Siyasal iktidarlar konusunda havas(seçkinler-aydınlar) ile avam(halk)arasındaki değerlendirme farklıdır. Havas, olaya değerler açısından bakar ve eleştirilerde bulunur. Avam ise iktidarı kendi hayatına değen değişiklikleri göz önünde tutarak değerlendirir. Havas, bir süre sonra avamında kendi bakış açısından iktidarı değerlendirmesini ister. Umulurdu ki, havas(aydınlar) halka rehberlik edip yol göstersinler. Ne ki, Türkiye’de çoğu kez, avamın değerlendirmesi seçkinlerden çok daha isabetlidir. Çünkü topluma önderlik etmesi gereken aydınların büyük bölümü iktidarla özdeşleşmiştir. Bu tür aydınların asıl fonksiyonu siyasal iktidarın aldığı kararları halka anlatmak ve onları ikna etmektir.
Öte yandan Müslüman aydınlara düşen önemli bir görevde çevre fıkhı konusunda toplumda bilinç oluşturmaktır. Çevre konusu hafife alınmamalı, insanların geleceği ile ilgili olduğundan, gerekli duyarlılık gösterilmelidir. Çünkü hayat boşluk kabul etmemektedir. Doğal felaketler konusunda özgürlüğü ve sorumluluğu öne çıkaran yeni bir fıkıh geliştirmeyi zorunlu kılan geleneksel bir anlayış var. Kuşkusuz bu anlayışı ortadan kaldırmak kolay değildir. Çünkü bu anlayıştan etkilenen milyonlarca insan var. Şeriati mektuplarında bu anlayışla mücadele etmenin zorluğuna dikkat çekiyor: “Babamın ve benim bu muhitin orta çağında yaşayan iki neslin insanı olduğumuzu biliyorsun. Bunu dost düşman herkes biliyor. Bu orta çağda sakal kestirmek, Kur’an’ı tefsir etmek, çok eşliliğe fazla itibar etmemek, mikrofonla konferans vermek, Pehlevi Caddesinden geçmek, yeni dersler okumak, kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığına muhalefet etmek, kadının yazı yazmayı öğrenmesine karşı çıkmamak, yani yazının kadınlar safına sirayet etmesi tehlikesine göz yummak, kayıtsızlık ve laubalilik, İslam hukuku alanında felsefe, hikmet, mantık ve akılla hüküm vermek, yağmur, rüzgâr, deprem, tufan gibi tabiat olayları hakkında hikmet-i ilahî dışında açıklamalar getirmek, şapka takmak, kravat bağlamak, zikir yerine Kur’an okuma musibetine duçar olmak, Peygamberin namusu hususunda köşe pazarın ayak takımının küfür ve hakaretlerine canla, başla, şevkle, heyecanla ortak olmamak, mescitte dünya kelamı etmek, minberde halktan ve halkın alın yazısından söz etmek, mihrapta büyüklere methüsena etmemek büyük günah sayılırdı. Bu günaha bulaşanlar bunu kanlarıyla öderdi.” (Ali Şeriati – Mektuplar, Fecr yayınları, s: 43-44)
“Nasılsanız öyle idare olunursunuz,” ilkesinin bize hatırlattığı eleştirinin öznesinin iktidar değil, toplum olduğudur. Toplumsal ve siyasal olaylarda eleştirel tutum alanlar ve muhalefet için “nereden başlamalıyız?” sorusunun cevabı açık değil mi? Öncelikle aydınlar, toplumdaki hâkim paradigmayı değiştirip dönüştürmekle yükümlüdür. Yoksa Şeriati’nin isabetle işaret ettiği gibi, toplumların maruz kaldığı yazgı devam edecektir: ” ‘Teslis’, geri kalmış toplumlara hakim olan dinin adıdır. Bu tür toplumlara üç kudret hükmeder. Kur’an bu üç gücü üç şahısta sembolleştirmiştir. Biri Firavun, yani zor/güç/yönetim. Diğeri Karun, yani altın/para/sermaye. Üçüncüsü Belam Bin Baura, yani resmi din/devlet dini. Bunlar Musa’nın düşmanları! Bunlar her zaman beraberdirler. Halka karşıdırlar. Özgürlük, hakikat ve gerçek din kokusu veren her düşünceye düşmandırlar. Bu her çağda böyledir…” (Ali Şeriati – Mektuplar, s. 29)