14.08.2023
Türkiye’de fikir üreten ve düşünen tüm kesimlere ait entelektüel, yazar, aydın, alimler vardır. Aydın ve alim sınıfının laik, seküler, dindar, İslamcı sosyalist ve Kemalist olması çok fark etmiyor. Çünkü çoğunluğu ekonomik endişesini gideremediği için, bir partiye, gruba, cemaate angaje oluyor ya da olmak zorunda kalıyor. Bu durum bir anlamda aydın ve alimin yaratıcılığı ve özgürlüğünü engelleyen bir faktöre dönüşüyor. Cemaat, parti, örgüt içi dayanışma birincil hale geldiğinde aydın ve alim bir tercih noktasının eşiğine geliyor. Bu çatışmanın içinde genellikle fikirlerini içinde bulunduğu grubun çıkarları ile revize etmek zorunda kalıyor. Bir taraftan hayatını ikame edecek para kazanırken, diğer yandan görüşlerinden taviz vermek zorunda kalıyor. Bu durum ister istemez aydın ve alim için bir iç sansür yaratıyor. Öyle görülüyor ki, aydın ve alimler sadece dış faktörlerin baskısı ile değil, aynı zamanda kendi kendilerine uyguladıkları sansürün de gölgesinde fikir üretmek zorunda kalıyor.
Aydın ve alimlere uygulanan baskı, siyasal alanda çok daha bariz bir şekilde görülüyor. Bu alandaki siyasal beklentiler aydın ve alimin düşüncelerini büyük ölçüde törpülüyor. Aydınlar, iktidar ya da muhalefetin yanında yer aldığında, yer aldığı kesimin fonlarından yaralanıyor. Bu durumda yer aldığı pozisyonu destekleyecek yorumlar yapmak zorunda kalıyor. Benzer tutum düşünce özgürlüğünü temel değer olarak savunan liberal aydınlar için de geçerlidir. “Muhalif ya da değil, ‘siyasi aktörlerle mesafeyi koruma’ sorununun Türkiye liberalleri için hayatî olduğu söylenebilir. Güçlü bir toplumsal tabana sahip olmayan liberaller, doğal olarak kendilerinden çok daha güçlü olan ve fakat liberal değerlere yakınlık (veya uzaklık) dereceleri farklı çeşitli siyasi güçlerle yakınlaşmak, onların sunduğu kanalları kullanmak durumunda kalıyorlar. Süreç içinde de güçlü olanın etkisine maruz kalıp kendi renklerini yitirme, özellikle de yakınlaştığı çevreyi çeşitli saiklerle eleştirememe riski büyüyor. Bir siyasî aktörle yakınlaşma demek, dikkat etmezseniz, hiç farkında olmadan o siyasî aktörün gözlükleriyle olayları değerlendirme riski de demek… Böylece, kendisinden daha büyük siyasî güç ve aktörlerin kuyruğuna takılmış onların etkisi altında kalan liberaller algısının yaratılmasına zemin hazırlanıyor.” (Tanel Demirel, “Liberal Düşünce Topluluğu Çevresindeki Farklılaşmalar Üzerine” Liberal Düşünce, 20, 77 (2015), s.115-6.)
Türkiye aydını, çok azı müstesna olmak üzere bağımsız değil bu anlamda. Düşündüklerini yazdığında kendi mahallesinden aforoz edilmenin kaygısını yaşıyor. Bu kaygıya yenik düşenlerden biri de Hayrettin Karaman Hoca’dır. Siyasal iktidarla yakın ilişkiye giren aydın ve alimler zamanla düşünsel bağımsızlığını kaybediyorlar. Bu durumda yapacakları açıklamanın siyasal iktidar tarafından nasıl karşılanacağı belirleyici faktör haline geliyor. Aydın ile iktidar arasındaki ilişkiler konusunda aydın son derece dikkatli davranmalıdır. “Eli kalem tutan okumuşlar, aydınlar, adı siyasetçi olmasa bile siyasi rekabetin parçası olan yapılanmalar; itiraz ve savunmalarında kuracakları dili iyi düşünmek zorundalar. Bireylerin dini kimlikleri, teker teker Müslüman olmaları ile müesses nizamın temel yapısı arasındaki derin çelişkiyi göremeyenler… Hatta İslam’ı bir tür devletin gücü ve bekası için siyasallaşmasına razı derin siyasetleri okuyamayanlar bu ülkenin insanının henüz kurulamayan cümlelerini bozar, sesini boğar. Yaşanmakta olan güç mücadelesinde kimin haklı olduğundan ve sonuçta kazananın ya da kaybedenin kim olduğundan çok; insanlara söylenmemiş sözlerimizi dilimize gelmek üzereyken boğulduğunun daha önemli olduğunun kim farkında?” ( Akif Emre, Aşil Topuğu, Büyüyenay yayınları, s: 118)
Aydının en önemli vasıflarından biri eleştirel düşünmektir. “Eleştirel düşünme, aldanma ve aldatılmayı en aza indirmeye çalışan, hakikate ve gerçeğe ulaşmayı da en yüksek düzeye çıkarmayı hedefleyen bir düşünce türüdür. Bu haliyle eleştirel düşünme, öncelikle aldanma ve kandırma hücumlarına karşı kişinin kendisini koruyacağı bir paratoner, veya panzehir gibi yahut da bir zırh ve kalkan gibidir. Aldanmalar ve aldatılmalar azaldığında insanın hem onuru hem de yaşam kalitesi artar. (Eleştirel ve Yenilikçi Düşünme, Cafer Sadık Yaran, Rağbet Yayınları, s: 48)
Öte yandan kaygıyı aşıp, düşüncelerini söyleyenler ise değişik kesimlerce aforoz edilmek tehlikesiyle yüz yüze kalıyor. Mustafa Öztürk bunun en bariz örneğidir. Kuşku yok ki Mustafa Öztürk’ün savunduğu tarihselcilik anlayışı da eleştiriye açıktır. Ancak eleştiri sınırlarını aşıp tekfir etmek kabul edilebilir bir durum değildir.
Bir alimin ortaya koyduğu düşünceler konumu, birikimi, bilgi seviyesi ne olursa olsun mutlaklaştırılamaz. Bundan dolayı hiçbir tefsir, Kur’an’ın yerini alamaz; onunla eşitlenemez ve onun anlamını tüketemez. Bir ayet hakkındaki son ve nihai yorumu yapamaz. Bundan dolayı tefsir veya yorum üzerinden tekfir faaliyeti yürütülemez. Öte yandan tekfir yapan insan bir anlamda kesin inançlıdır. “Kutsal bir amaca inanç, bir dereceye kadar nefsimize olan inancın kaybolmasından doğan boşluğu doldurmaktır. Bir insanın kendi mükemmelliğine olan inancı ne kadar zayıf ise, ulusunun, dininin, ırkının ve ya inandığı kutsal amacın mükemmelliği yönündeki iddiası o kadar kuvvetlidir.” “Kesin inançlı” kendi siyasî, dinî, felsefî inancının “mutlak gerçek” olduğuna, bu inancını başkalarına -zorla da olsa- kabul ettirmek gerektiğine bağnazca inanır. İnancı konusunda en ufak bir şüphesi, hatta doğruluğu konusunda kaygısı bile yoktur. Bu yüzden, kesin inançlı haline gelmiş insanların eğitim almış, okumuşlarında bile içinde yer aldıkları hareketi sorgulamaya boş verme havası egemendir. (Eric Hoffer, Kesin inançlılar, İm Yayınları.)
Ne yazık ki, İslam dünyası, kabul edilen ortodoksiden ayrılan yazarları dışlıyor, ötekileştiriyor ve tekfir ediyor. Fazlurrahman, Ali Şeriati, Abdülkerim Sürüş, Mevdudi, Seyyid Kutub, Ebu Zeyd gibi düşünürler, değişik zamanlarda, bu gerçekliğin kurbanları oldular.
Ülkemizde laik seküler kesimin yaklaşımı da bu düzlemde yürüyor. Resmi ideolojiye aykırı yorum yapan herkes dışlanıyor ve aforoz ediliyor. Fikret Başkaya, İsmail Beşikçi, Kadir Mısıroğlu gibi isimler farklı gerekçelerle aforoz edilenlerden bazılarıdır.
Bütün bunlar temelde bir özgürlük sorunumuzun olduğunu ortaya koyuyor. Farklı düşüncelere bağlı aydın ve alimlerin düşüncelerini özgürce ortaya koyamadığı, koymaktan çekindiği bir ortamda farklı ve özgün siyasal düşüncelerin ortaya çıkması mümkün değildir. Bundan dolayı öncelikli sorunumuz düşünce özgürlüğüdür.
Aydın ve alim sınıfının, fikir üretimi anlamında, ekonomik bağımsızlığının çok önemli olduğunu da görmekteyiz. Gelecek kaygısına yenik düşen aydın ve alimin düşüncelerini tam olarak ifade etmesi, entelektüel bağımsızlığını koruması, muhalif tavrını sürdürmesi zor görülüyor.
Topluma önderlik eden entelektüeller belirgin özelliklere sahip olmalıdır.
Entelektüelin sahip olması gereken erdemler, onu toplumda farklı bir konuma getirecektir. Entelektüellerde olmaması ve olması gereken özellikler şunlardır:
“1- Entelektüel kibir yerine entelektüel tevazu
2- Entelektüel korkaklık yerine entelektüel cesaret
3- Entelektüel dar görüşlülük yerine entelektüel empati
4- Entelektüel uyumluluk yerine entelektüel bağımsızlık
5- Entelektüel ikiyüzlülük yerine entelektüel bütünlük
6- Entelektüel tembellik yerine entelektüel azim
7-Mantığa ve kanıtlara güvensizlik yerine muhakemeye güven
8- Entelektüel adaletsizlik yerine tarafsızlık”
(Paul ve Elder’den aktaran Cafer Sadık Yaran, Eleştirel ve Yenilikçi Düşünme, Rağbet Yayınları, s: 74-76)
Entelektüel geleneksel düşünce biçimleriyle cesurca hesaplaşmalıdır. Bu hesaplaşma onu geleneksel düşünce kalıplarının dışına taşıyacaktır. “Entelektüelin sorumluluklarından biri de, onun her türlü mesnetsiz bilgi yığınından, kültürel fazlalıklardan, geleneğin ağırlıklarından, kısaca ilerlemeye engel olacak faydasız yüklerden kendini ve toplumu muhafaza etmektir. Geleneksel düşüncede faydalı sanılan unsurlara vefa gösterme ile başka toplumlarda faydalı olduğunu gördüğümüz bize yabancı düşünceleri alma arasındaki çatışma, geçmişte insanların karşılaştığı en zor durumlardan biri olduğu gibi gelecekte de öyle olmaya devam edecektir. Akılla duygusallık arasındaki bu kavga, entelektüelin kararlı bir tutum sergilemesi gereken yerlerden biridir.” (Muhammed Hamid el-Ahmeri, Entelektüelin Sorumluluğu, Mana Yayınları, s: 18)
Alimlerin bozulması önemli sorunlara kaynaklık edecektir. “İnsanlar üç sınıftır: Alimler, emirler ve kurra( Kur’an okuyucuları/ zahidler) Emirler bozulduğunda hayat düzeni ( me’aş) bozulur. Alimler bozulduğunda ibadet hayatı bozulur. Kurra bozulduğunda da ahlak bozulur”(Sülemi/ Tabakatu’s -Sufiyye, 130, aktaran Sufiler ve Sultanlar, Hacı Bayram Başer, Klasik yayınları, s: 78)
İslamcı aydınlar.
İslamcı aydınlar, Kur’an ve Sünneti temel alarak yeni bir siyaset ve toplum tasarımı yapmaya çalışan bir perspektiften dünyaya bakarlar. Kur’an ve Sahih Sünneti temel alırlar, İçtihat kapısının ve yeni yorumların önünün açılmasını savunurlar, tarihsel mirasa eleştirel bakarlar, tasavvuf üzerinden yürüyen ve toplumu pasifleştiren anlayışa eleştirel bakarlar, modern dünyanın gerçekliğini ıskalamadan modernizme eleştiriler yöneltirler.
Öte yandan, özellikle Ak Partinin iktidara gelmesinden sonra İslamcı aydınlardan bir bölümü bazı sorunlarla karşılaşırlar. Bu sorunlar, bazı zaafların ortaya çıkmasına da yol açmıştır. Bu zaafların en önemlisi, düşünsel bağımsızlığı ve eleştirelliği ortadan kaldıracak ve zedeleyecek şekilde siyasal iktidarla özdeşleşmeleridir. Siyasal iktidarla bu kadar özdeşleşmenin doğal sonucu, iktidarın yaptıklarını koşulsuz desteklemektir. Ali Bulaç’ın deyimiyle bunlara Üçüncü nesil İslamcılar diyebiliriz.
Ali Bulaç “Üçüncü Nesil İslamcıların zaaflarını şöyle sıralamaktadır: “ Birincisi, devlete bakıp kendilerini tanımlıyorlar. İkincisi, toplumda ve sistem içinde kendilerine iktidar alanları açmaya çalışıyorlar. Üçüncüsü, İslam’ın Protestanlaşmasını istiyorlar; çünkü maddi bir gelire sahip oldular ve bunu harcamak istiyorlar. Geldiğimiz noktada İslamcılığa ne oldu? Burada üç zaaf tespit edilebilir,
a)Gelenekle bağını kuvvetli tutmaması, gelenekten kopması.
b)Toplumun irfani ve manevi, ruhsal boyutunu ihmal etmesi
c)Tabii/meşru sınırları aşacak düzeyde politize olması.” (Ali Bulaç, 19, 21,23,26,28 2012, Zaman Gazetesi)
İslamcılık, siyasal iktidarın başarısızlığı ölçüt alınarak eleştirilmektedir. Oysa bu yaklaşım doğru değildir. ‘Bugün, Türkiye’de popülist/sağcı/muhafazakar/milliyetçi otoriterliğin “siyasal islamcılık” olarak tanımlanmasının, İslam adına çok büyük bir talihsizlik olduğunu bilmek/anlamak gerekir. Günümüzde, İslam toplumlarında ne yazık ki, İslami değerlerin yerini etnik değerler, İslami meşruiyetin yerini de ulus-devlet meşruiyeti alıyor’ ( Atasoy Müftüoğlu, Akılsız ve Düşüncesiz Umutlar, s.14)
İslamcı aydınların bir bölümü, bir cemaat veya siyasal anlayışla özdeşleşmesi önemli zaaflardan birini oluşturmaktadır. “Kişiler içinde bulunduğu cemaati, siyasal kampı, toplumsal aidiyeti vb. özeleştiri yeteneğini kaybettikçe, siyaseten zorunlu görüleni yapmak adına hakikati erteledikçe aslında söz konusu hareket kendi meşruiyetinin ölümünü yaklaştırıyor demektir.” (Sahici Cümleler Kurabilmek, Aydınlar, Üniversite, Medya, Reklam ve Futbol’a Dair Yazılar, Akif Emre, Büyüyenay yayınları, s: 89)
Öte yandan entelektüel ortamın büyük ölçüde ortadan kalkmasıdır. “Asıl sorun, günübirlik kaygılara ram olmayan, politik gündemin çelişkilerine göre tavır almayan uzun soluklu sahici soru ve sorunlara kafa yoran, fikir değiştiren, sorgulayan bir entelektüel ortamın ortadan kalkmış olmasıdır.” (Sahici Cümleler Kurabilmek, Aydınlar, Üniversite, Medya, Reklam ve Futbol’a Dair Yazılar, Akif Emre, Büyüyenay yayınları, s: 104)
İslamcı aydınlar, muhafazakar Müslümanlar ve modernist Müslümanların zaaflarından uzak durmalıdır. Çünkü, “Muhafazakar müslümanlar eski reçeteleri, Modernist müslümanlar ise başkasına ait (yabancı) reçeteleri istemektedirler. Birinciler İslam’ı geçmişe çekmekte, ikinciler ise ona yabancı bir gelecek hazırlamaktadır.” (Aliya İzzetbegoviç, Fide Yayınları, s:21)
İslamcıların bir bölümü siyasal iktidarı ele geçirerek toplumu dönüştürmeyi hedeflemektedir. Bu onların toplumla ilişkisini zayıflatırken, modern devletin yöntemlerinin içselleştirmelerine neden olmuştur. ” Toplumsal bir düzenin temeli sağlam şekilde atılmadıkça siyasi bir düzenin inşası mümkün olamaz. Hz peygamber in yapmış olduğu budur ve tekrar bir İslami düzen kurmak isteyenlerin yapmaları gerekecek olan da budur. Günümüzde, İslam ülkelerindeki Fundamentalist hareketlerin temel hatası, öncelikle bir müslim toplumu meydana getirmeksizin siyasi düzen kurmaya çalışmalarıdır.” (Fazlur Rahman, İslami Yenileme Makaleler 1,Ankara Okulu yayınları)
İslamcı aydınlar, iktidarla girdiği ve kendi bağımsızlıklarına darbe vuran ilişkisi biçimiyle hesaplaşmalı ve eleştirel bir konumda kalmalıdırlar. İslamcı aydın siyasal iktidarın değil hakikatin izinde olmalıdır.