Yusuf Yavuzyılmaz Yazdı: Dostoyevski Üzerinden Türkiye Siyaseti Analizi

01.07.2024

 “Suç ve Ceza”, “Karamazov Kardeşler”, “Beyaz Geceler”, “Yeraltından Notlar”, “Öteki” gibi kült romanları bulunan Dostoyevski, eserlerinde derin psikolojik insan tahlilleri yapar.

Dostoyevski’nin en ilgi çekici eserlerinden biri de “Ölü evinden Anılar” adlı otobiyografik romanıdır. Romanda genel olarak mahkum insanların yaşamı, çeşitli sebeplerle toplum dışına itilmiş insanların acıları anlatılmaktadır.

Dostoyevski “Ölü Evinden Anılar” romanında toprak sahibi zengin bir ailenin çocuğu olan Alaksandr Petroviç Goryançikoy’un eşini kıskançlık nedeniyle öldürmesi ve bunun sonucunda kürek cezasına çarptırılmasını, cezasının Sibirya’da çekerken yaşadıklarını konu almaktadır.

Kitap aslında otobiyografik bir roman olma özelliğini taşıyor. Yazar bu romanda Rusya’da ünlü bir sürgün yeri olan Sibirya’da başından geçenleri kitabın kahramanı olan Aleksandr Petroviç üzerinden anlatıyor.

Dostoyevski, hapishaneyi “Önünde seneler vardı, ama cezaevinde sabretmeyi öğrenmek için vakit boldur.” (Dostoyevski, Ölüler Evinden Anılar, Çev. Leyla Şener, Timaş yayınları, s: 15) şeklinde anlatır. Hapishane hayatı hemen çoğu âlim, aydın, entelektüel için yaşamının en önemli duraklarından biri olmuştur. Özellikle büyük toplumsal değişiklik iddiasıyla ortaya çıkan, eleştirel yaklaşımlardan nefret eden, uygulayacakları toplumsal proje için sakıncalı olarak gördükleri aydın, âlim ve yazarların etkisini kırmak için otoriter ve zalim yöneticilerin başvurduğu bir yöntemdir. Kuşku yok ki, Ebu Hanife’den Aliya İzzetbegoviç’e kadar çok sayıda âlim ve aydın bu sonla karşılaşmıştır ve bu tarihimizin en önemli gerçeklerinden biridir.

Dostoyevski, hapishane tecrübesinin insanın dayanma gücü açısından önemli dersler verdiğini düşünür. “İnsanoğlunun dayanma gücü sahiden de büyük! İnsan her şeye alışabilen bir varlıktır. İnsana dair en iyi tanım budur kanımca!” (Dostoyevski, s: 16)

            Kuşku yok ki, bir mahkûm için hapishane hayatı son derce zorlu şartların olduğu bir yerdir. “ Mesela on yıllık mahkûmiyetim boyunca bir an için bile olsa yalnız kalamamak ne kadar korkunç, bilemezdim. Çalışırken başında nöbetçilerin beklemesi, koğuşta iki yüz mahkûmla birlikte olmak ne kadar ıstırap verici, bunu asla bilemezdim” (Dostoyevski, s: 17)

Dostoyevski, otobiyografik romanında mahkûmun psikolojik tahlilini başarılı bir şekilde ortaya koyar. “Bir mahkûm belirli bir noktaya kadar itaatkâr olabilir, ancak aşılması gereken bir sınır vardır. İlginçtir, senelerce sabreden, boyun eğen, en vahşi cezalara bile dayanan adam, ortada neredeyse hiçbir sebep yokken patlayıverir. Bir tür deliktir bu.” (Dostoyevski,  s: 21)

            Mahkûmların hemen hepsi, yaşadıklarının etkisiyle uyku sırasında sayıklamalar yaşarlardı. Bu sayıklamalar sırasında bilinçaltında gizledikleri duygular da ortaya çıkardı. “Mahkûmların hemen hepsi geceleri uykularında konuşurdu. Bu sayıklamalar esnasında en çok küfür, yeraltı argosu, bıçak, balta sözleri duyulurdu. ‘Ezilmiş insanlarız biz. Döve döve içimizi çıkardılar. Geceleri haykırmamız bundan’ derlerdi. “ (Dostoyevski, s: 23)

            Hapishane hayatı, mahkûmun zihnini meşgul edeceği, düşüneceği bir konunun olması gerekir. Kuşku yok ki, düşünce suçları açısından mahkûm olanlar bu anlamda adi suçlardan mahkûm olanlardan çok daha şanslıdır. Çünkü düşünecekleri çok şey vardır. “İnsan, hapishanede bütün zihnini meşgul edeceği, dikkatini vereceği, kendisine ait, özel bir uğraşı olmadan yaşayamazdı. Bir sürü gibi zorla bir araya toplanmış, toplumdan ve normal yaşam şartlarından koparılmış bu adamlar başka hangi şekilde hayatlarını sürdürebilirlerdi ki!” (Dostoyevski yayınları, s: 23)

            Dostoyevski, hapishane hatıralarında ilgin bir kaçakçı tasviri yapar. Ona göre kaçakçılar bilinenden çok daha farklı bir zihin dünyasına sahiptir. “Kaçakçılık ilginç bir suçtur. Bir kaçakçı için kazandığı paranın ikinci planda olduğuna inanabilir misiniz? Gerçekten de durum budur. Kaçakçı tutkuyla çalışır. Bir nevi şairdir kaçakçı. İlhamla hareket eder. Riske girer, korkunç tehlikeleri göze alır, kurnaz ve yaratıcı olmak, güçlüklerden sıyrılmak zorundadır.” (Dostoyevski, s: 25)

            Dostoyevski, bir mahkûmun yaşadıkları karşısında nasıl davranacağına dönük ilginç bir olayı paylaşır. Anlatıda suç kavramının sosyolojik tahlilini yapar. Bir anlatıda kişiyi yaşadığı çevre ve karşılaştığı olaylar suça iter. “Annem gerçekten de beni çok severdi. Ben askere gidince yataklara düştü, bir daha da kalkamadı… Askerlik burama kadar geldi. Bölük komutanım ne yapsam beni kırbaçlayıp duruyordu. Neden? Herkese itaat ediyor, uslu uslu yaşıyordum. İçkiye el bile sürmedim, kimseden beş kuruş istemedim. Başkasına muhtaç olmak kadar kötü bir şey yoktur çünkü. Etrafım kalpsiz insanlarla doluydu. Bir köşeye saklanıp ağlardım. Bir defasında nöbet tutuyordum. Geceydi, cephaneliğin yanındaki nöbetçi kulübesindeydim. Sonbahardı, rüzgâr esiyordu. Karanlıktan burnumun ucunu bile göremiyordum. Kendimi o kadar mahzun hissediyordum ki anlatamam. Tüfeğimin süngüsünü çıkarıp yanıma koydum. Sağ ayağımdaki botu çıkardım, namluyu göğsüme dayadıktan sonra ayak parmağımla tetiğe asıldım. Ateş almadı. Tüfeği kontrol ettim, temizledim, barutu tazeledim, horozu çektim ve namluyu bir kez daha göğsüme dayadım. Bu kez barut patladı, ama silah yine ateş almadı. Bu da ne demek diye düşündüm. Botu giydim, süngümü geri taktım, sessizce biraz dolaştım. İşte o zaman kendi kendime dedim ki, buradan kurtulayım da nereye yollarlarsa yollasınlar! Yarım saat sonra bölük komutanı geldi, nöbetçileri denetliyordu. ‘Böyle mi nöbet tutulur’ dedi. Tüfeğin kabzasından tutuğum gibi süngüyü namluya kadar adama sapladım. Dört bin kırbaç yedikten sonra buraya gönderildim, ömür boyu.” (Dostoyevski, s: 53-54)

Kuşku yok ki, işkenceciler ve cellatlar hapishanenin en önemli paydaşlarından biridir. Dostoyevski, işkencecinin psikolojisini, kişilik özelliklerinin, türlerini, davranış biçimlerini ustalıkla tahlil eder. “İşkencecilerden bahsediyorum. Hemen hemen her modern insanda, cellat tohumu bulunur. Ama bazı özellikler kişilerde aynı şekilde gelişmez. Eğer cellatlık özellikleri diğer bütün vasıflarından üstün geliyorsa, dehşet verici, iğrenç bir kişidir karşımızdaki. İki tür cellat vardır: Bu işi kendi isteğiyle, gönüllü olarak yapanlar, bir de mecburiyetten yapanlar. Kendi isteğiyle cellatlık yapanlar, mecburiyetten cellat olanlardan daha aşağılıktır… Tuhaftır, tanıdığım ne kadar cellat varsa hepsi de eğitimli, akıllı, mantıklı ve son derece gururlu adamlardı. Acaba toplumdan dışlandıklarından dolayı mı içlerinde bu gururu büyütüyorlardı, yoksa kurbanların kendilerine karşı duyduğu korku mu bu gururu besliyordu, bilemiyorum. Belki de ceza anında, halkın karşısına çıktıklarında her şeye hâkim olmaları bu gururun gelişmesine katkıda bulunuyordu, kim bilir” (Dostoyevski, s: 202-203)

“Ölü Evinden Anılar” romanında Dostoyevski, Türk siyasetini de üzerinden analiz edebileceğimiz bir karakter tahlili yapar.  Dostoyevski, bir hayli kalabalık insanların önünde yaptığı konuşma ve arkasından okuduğu şiir nedeniyle, dönemin siyasi otoritesi olan Rus Çarı tarafından hapse mahkûm edilir ve Sibirya’ya sürülür. İşte “Ölü Evinden Anılar” bu sürecin ürünüdür. ‘Ölü Evinden Anılar’da Dostoyevski derin psikolojik analizler ve gözlemler yapar. Kitap, birebir yazarın kendisinin gerçek gözlemleri olduğundan, yaptığı analizler çok değerlidir.

            Yazar, yıllardır içinde yaşadığı ve tanıdığını düşündüğü halkı, gerçek anlamda hapishanede deneyimlemiştir. Dostoyevski, bu kitleyi ‘kara halk’ olarak tanımlar ve bu insanların iç dünyalarını gerçek anlamda analiz etmeye başlar.  Gözlemleri ona zihninde oluşturduğu resimden çok daha farklı gerçeklikleri verir.

           Dostoyevski, hapishanede mahkûmlarla birlikte yaşayan bir köpeğin davranışları üzerinden insan davranışlarını analiz eder.  Köpek, her mahkûm tarafından tekmelenmektedir. Ancak köpek bu durumu o kadar içselleştirmiştir ki, mahkûmlardan kaçmadığı gibi, başka bir arayış içine girmemekte, bir mahkûm yaklaştığında tekme pozisyonu almaktadır. Bu sahne her defasında tekrarlanmakta, köpeğin yanından geçen mahkûmlar tarafından tekmelenmesine karşın herhangi bir tepki vermemekte ve başka bir arayış içine girmemektedir.

Dostoyevski de, her gün tekmelenen ve hiçbir tepki vermeyen köpeğe bir gün yaklaşır ve çok farklı bir davranış sergileyerek onun başını okşamaya başlar. Köpek, bu davranışa hiç beklemediği bir tepki verir ve bir süre şaşkın şaşkın ona baktıktan sonra, hızla yanından uzaklaşır ve acı acı havlamaya başlar.

Önüne gelen mahkûmun tekmelediği ve bir anlamda işkence ettiği köpek, o günden sonra nerede Dostoyevski’yi görse kaçar ve ona bir daha asla yaklaşmaz. Burada Dostoyevski’nin zihnini kurcalayan en önemli soru şudur: Köpeğin tekme atanlardan kaçacağı yerde başını okşayan birinden kaçmasının bir psikolojik nedenleri nelerdir?

Dostoyevski bu anlatıdan bize kötülüğü, yoksulluğu, çaresizliği hayatın aşılamaz ve değiştirilemez gerçekliği kabul etmiş canlıların sevgiyi, kardeşliği, paylaşmayı görünce çok büyük şaşkınlık yaşamalarını anlatmaktadır. Ruhu köleleştirilmiş bu köpek aslında sevgiye açtır ama umudunu kaybettiği için yaşadığını içselleştirmiş ve kaçınılmaz bir son olarak kabullenmiştir.

Kuşku yok ki Dostoyevski’nin köpek üzerinden yaptığı tahlil insanların siyasal tepkileri için de bir hayli açıklayıcıdır. Siyasal tarihin bize gösterdiği gerçeklerden biri de şudur: Bazen insanlar kendilerine her türlü kötülüğü yapanları çeşitli gerekçeler öne sürerek ölümüne destekler, kimi zamanda kendisine iyi davrananlardan, daha iyi bir gelecek vadelerden nefret eder.

Köpeğin mahkûmların kötü davranışlarına tepkisizliği ile otoriter, despot, zalim yöneticileri destekleyen kitleler arasında, nasıl bir psikoloji ile desteklerini sürdürdükleri konusunda benzerlikler kurabiliriz.

Öyle görülüyor ki, işkenceyi, aşağılanmayı, kötü davranılmayı kaçınılmaz ve değiştirilemez bir kader olarak gören halklar, siyasal değişimden köpeğin kendisine iyi davrananlardan kaçtığı gibi kaçar. Sürekli baskı altında tutulan insanlar, özgürlükten kaçarak kendilerine baskı yapanları desteklemeye başlar.

Kuşku yok ki, bu durum insanlık için kaçınılmaz bir yazgı değildir. İnsanları vicdanların derinliklerine taşıdıkları, yaşadıkları kötülükler ve baskı sonucu unutulmaya yüz tutan vicdanları ile buluşturmak gerekir. Yoksa tarihteki mücadelelerin hiçbir anlamı olmazdı.

 

Yusuf Yavuzyılmaz’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir