Yusuf Yavuzyılmaz Yazdı: Geleneksel Dindarlık ve Ürettiği Siyasal ve Toplumsal Sorunlar

23.09.2024

“Kim yalnız güce dayanırsa eşkıyadır.”
(Muhammed İkbal)

 

“Her ümmetin bir putu vardır. Bu ümmetin putu da mülktür.”

   (Hasan Basri)

“Muhalif,eleştirel, sorgulayıcı, cesur olmalıyız ama mutlaka Müslümanca.”
(Mehmet Efe, Zulüm Bizden, s.159)

 

Türkiye’de muhafazakar dindarların iktidar sürecinde sergilediği olumsuz tavırlar, dindarlara olan güveni iyice azalttı. Dindar görüntü altında yapılan adaletsizlikler, hukuksuzluklar, yolsuzluklar, sadece dindarlara olan güveni azaltmakla kalmadı, toplumda dini değerlere karşı derin bir kuşku yarattı. Bu bunalım sürecinden çıkış yolunda samimi dindarlara büyük görev düşüyor. Çünkü onlar iki kesime karşı mücadele etmek zorundalar. Bunların ilki doğrudan dine karşı olanlar, ikincisi ise dini çıkarları için araçsallaştıranlardır. Şunu belirtmek gerekir ki, dine en büyük zararı ateistler, agnostikler, deistler, materyalistler, sosyalistler değil, dini menfaatleri için istismar edenler veriyor. Dini istismar edenlerle mücadele gerçekten zordur. Çünkü gerçek din ile aynı kavramları kullanıyorlar. Ancak kavramlara semantik müdahale yaparak içeriklerini değiştiriyorlar. Böylece iki din oluşuyor. Ali Şeriati’nin kavramsallaştırmasıyla “dine karşı din.”

Türkiye’de yaşanan geleneksel dindarlık, insanları sosyal sorumluluktan uzak tutuyor. Beş şarta indirgenmiş İslam algısı, sosyal sorumlulukları işlevsizleştiriyor ve silikleştiriyor. Yalan, adam kayırma, adaletsizlik gibi toplumsal sorunları gerektiği gibi önemsemiyor. Bazı kandillerde yapacağı bir dua ile o yılki bütün günahlarından arınma imkanına sahip oluyor. İbadet ve ödül arasındaki bu orantısızlık, insanı sosyal davranışlarında rahatlatıcı bir işleve sahiptir. Bu durum namaz, oruç, haç gibi ibadetlere büyük önem veren ancak yalan, adam kayırma ve kul hakkı yeme, iftira ve alay  gibi kötü davranışları önemsemeyen sorunlu bir dindarlık ortaya çıkarıyor. Kolay affedilme algısı insanları günah ve sosyal sorumluluk konusunda duyarsızlaştırıyor. Doğal olarak ortaya ibadetlerini yapan ancak ahlak konusunda gerekli duyarlılığı göstermeyen insanlar çıkıyor. Türkiye dindarlığının yeterince tartışılmayan ve önemsenmeyen en büyük krizi budur. Bu kriz, iki farklı dindarlık tipi üretiyor. Üretilen iki farklı dindarlık, toplumsal hayatın her alanında, karşı karşıya geliyor. Ne yazık ki sorunlu din anlayışına sahip insanların davranışlarının cezasını samimi dindarlar çekiyor.

Öte yandan geleneksel dindarlığın ürettiği güç ilişkileri, özellikle iktidar alanında kendini göstermektedir. Kuşku yok ki, iktidar güç ve gücün nasıl ve ne şekilde kullanılacağı ile doğrudan bağlantılıdır. İktidar gücünün nasıl ve ne şekilde kullanılacağı, iktidarın yönetim anlayışını belirleme açısından da önemlidir. Hz. Peygamberin nebevi yönetiminin üzerinden çok fazla zaman geçmeden iktidar ilişkilerinde adalet-güç dengesi adalet lehine değişim göstermiş ve bu değişim kendi kurumlarını yaratmıştır.

Adalet-güç dengesinin güç lehine bozulduğu zamanlarda iktidarı eylemlerinden dolayı eleştirmek bir hayli zordur. Emevi ve Abbasi dönemlerinde kurumsallaşan ve gücü merkeze alan siyasal yapı, eleştirel bakışı olabildiğince ortadan kaldırmaya ve susturmaya çalışmıştır. Şurayı, istişareyi, liyakati, müzakereyi ihmal eden bir siyasal anlayışın adil bir yönetim oluşturması imkansızdır. Öyle görülüyor ki, siyasal yönetimle ilgili bu değerler tarih boyunca unutulan değerler olarak kalmıştır.

Geleneksel dindarlığın din algısıyla varılacak siyasal proje ittihatçılıktır. Bu yüzden Osmanlı modernleşmesinden bu yana geleneksel dindarlığın ve kelam anlayışının ürettiği ve beslediği siyaset teorisi, ittihatçı bir siyasal anlayışa zemin oluşturmuştur.

İttihat ve Terakki siyaseti, Türkiye’deki sağ, sol, Kemalist, muhafazakar ve milliyetçi siyasal partilerin ana çizgisidir. Bu siyasal anlayış özgürlükten çok, otoriter bir siyasal anlayışı üretiyor ve meşrulaştırıyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde otoriterliğe karşı bir siyasal anlayış olarak ortaya çıkan İttihat ve Terakki’nin 20 yy. başından itibaren başlayan iktidarı, değişik ideolojiler içinde şekil değiştirerek, halen devam ediyor. Toplumu yukarıdan aşağıya baskı ve otoriter yöntemlerle biçimlendirmeyi hedefleyen bu anlayışın etkisinden kurtulmadıkça hukuk devleti oluşturmak mümkün değildir. Kendini İttihat çizginin karşısında konumlanan ve bu zihniyetle mücadele ettiğini savunan partiler bile bir süre sonra ittihatçı bir çizgiye geliyor. Bu durum ittihatçılığın her ideolojinin içine sinmiş baskın bir siyasi tavır olduğunu gösteriyor. İttihatçılığın karşısına adaleti, açık ve şeffaf yönetimi koyan bir siyasal anlayış gerekir. Türkiye’nin acilen açık, şeffaf, katılımcı ve sivil bir siyasal anlayışa ihtiyacı var.

Askeri siyasetin içine çekerek, siyasal tartışmalara taraf olmasının desteklenmesi ve onaylanması, İttihatçı siyasetin en temel özelliklerinden biridir. Bu yüzden bütün darbelerin arka planında ittihatçı gelenek bulunur. Cumhuriyet modernleşmesinin yürütücüsü olan ve Tek parti dönemine damgasını vuran CHP’nin en önemli özelliği ittihatçı bir geleneğin içinden çıkması ve bu geleneği sürdürmekteki ısrarıdır. İşin daha vahim yönü ise bu geleneğe muhalif olarak ortaya çıkan partilerin de zamanla ittihatçı siyasetin esiri ve destekleyicisi olmalarıdır. Bu Türkiye siyasetinin demokratikleşmesinin sivilleşmesinin ve normalleşmesinin önündeki en büyük engeldir. Çünkü ittihatçı siyasette hesap verme, hukuk, eleştiri ve sivilleşme geleneği yoktur.

İkinci Abdülhamid’in otoriter yönetimine karşı bir muhalefet başlatan İttihat ve Terakki, karşı çıktığı otoriterliği zaman içinde yeniden üretmiştir. Türkiye siyaseti, tarihten miras aldığı bu sarmal içinden hala çıkamamaktadır. Muhalefette demokrat, özgürlükçü bir söyleme sahip olan siyasal hareketlerin iktidara geldikten sonra karşı çıktıkları yöntem ve anlayışa dönüş yapmaları Türkiye siyasetinde yapısal bir soruna işaret ediyor.

İttihatçı siyasetin temel özelliklerinden biri de muhaliflerini suikastla ortadan kaldırmak yöntemidir. Bu yöntemle tabi olarak askeri darbeleri onaylayan bir noktaya varır.

İttihatçı siyasetin muhalefeti çeşitli yöntemlerle legal alanın dışına itme anlayışı, eleştiriye karşı olan hazımsızlığından kaynaklanıyor. Yapılan her eleştiriyi içeriğine bakmaksızın FETÖ’cü, PKK’lı diye suçlamak, kriminalize etmek, sadece sağlıklı eleştirinin önünü tıkamıyor, aynı zamanda hatalardan ders çıkarıp yenilenmeyi de imkansızlaştırıyor.

Öte yandan eleştiri adı altında yapılan ahlaksızlığa da işaret etmek gerekiyor. Hakaret etmeyi, sövmeyi, aşağılamayı eleştirel düşünce zanneden, eleştiri ahlakından nasibini almamış insanların çoğunluğu oluşturduğu yerde eleştirel düşünmek ve ahlaki duruş sergilemek oldukça zordur. Ancak bir alimin tavrı, kendini kuşatan şartlar ne olursa olsun, eleştirel ve ahlaki bir noktada ısrar etmek olmalıdır. Ebu Hanife, bir alimin siyasal iktidar karşısındaki konumu ve duruşu noktasında ölümsüz, bir miras bırakmıştır. O, muhalif aydının nerede, nasıl duracağı, tavrının ne olacağı konusunda izlenmesi gereken kişidir.

İttihatçı siyaset, barış içinde yaşamak idealinin önündeki en büyük engellerden biridir. Birlikte yaşamak için aynı inançtan, aynı partiden, aynı mezhepten, aynı ideolojiden olmamız gerekmiyor. Ahlaklı ve dürüst olmamız yeterlidir.

İttihatçı siyasete zemin hazırlayan nedenlerden biride ötekileştirme siyasetidir. Sanıyorum ötekileştirmenin üst düzeyde olması toplumsal barışı zorladığı gibi, insanların birbirlerine olan tahammülünü de azaltıyor. Taraftarlığın doğurduğu önyargı insanı adaletten uzaklaştırır. Adaletten uzaklaşan birey, ideolojik olarak savunduğu siyasal partiye, bağlı bulunduğu örgüte ve cemaate eleştirel bakamaz. Bu durum kişilerin, kurumların ve dönemlerin idealleştirmesiyle ile sonuçlanır. Kemalist ve muhafazakarların II. Abdülhamid ve Atatürk dönemlerinin idealleştirilmesi bu yüzdendir. Tarihe ve hayata ideolojik kalıplarla bakan insanlar için anlamak değil, savunmak temel günüdür.

Muhafazakarlar tarihi yücelten ve kutsallaştıran bir anlayışa sahiptir. Tarihe tıpkı ulusalcıların baktığı gibi bakarlar. Kategorik olarak anlayışlarının temelinde kabul ve ret vardır. Tarihe eleştirel ve ilkesel bakmalarına, eleştirel bir anlayış geliştirmelerine imkan yoktur. Bu açıdan savunmalarına ve sahiplenmelerine karşın Mehmet Akif’i anlamaları zordur. Mehmet Akif, ll. Abdülhamid’e karşı olduğu gibi, Mustafa Kemal’in karşısında da muhalif grupta yer almıştır. Yani otoriterliğe karşı ilkesel bir duruş sahibidir. Muhafazakarlar ise otoriteye ilkesel olarak değil, pragmatik açıdan karşı çıkarlar. Otorite kendileri tarafından kullanıldığında kabul edilebilir bulurlar. Muhafazakarlar tarihi yüceltirken, savundukları Mehmet Akif geleneksel dindarlığı kökten bir eleştiriye tabi tutar. Akif, muhafazakar dindar değil, tam tersine hak ve adaleti önceleyen bir İslamcıdır

Öte yandan tartışılması gerek noktalardan biri de savaşılacak kimselerin kim oldukları meselesidir. İslam’ın savaşacağı kimseler kafirler değil, zalimlerdir. Bundan dolayı Müslümanların mücadele edeceği ötekiler zalimlerdir. Zalimler, kendilerini dindar olarak tanımlasalar bile fark etmeyecektir. Nitekim Hz. Hüseyin’i şehit edenler Halifenin emriyle bunu yapanlardır. Özetin özeti kendilerini dindar olarak tanımlayanlarda zulüm yapabilirler. Bu durumda onlara karşı da muhalif olmak gerekir. Unutulmamalıdır ki, II. Abdülhamid yönetimini eleştirenler arasında İskilipli Atıf Hoca, Musa Kazım, Filibeli Ahmed Hilmi, Said Nursi, Mehmet Akif Ersoy gibi din adamları ve alimler bulunuyordu.

Geleneksel dindarlığın ürettiği anlayışın karşısına ancak İslamcılık çıkabilir. İslam’ın temel ahlaki normlarından hareketle adil bir düzen oluşturma, zulme ve sömürüye karşı çıkma, İslam’ı tarihsel ve geleneksel tortulardan kurtarma, İslam dünyasının içinde bulunduğu duruma isyan etme, otoriter ve zorba siyasal anlayışları değiştirme ve Peygamberin varisi olmak gibi amacınız yoksa İslamcılık gibi bir derdinizin olması mümkün değildir. İslamcılık adına ortaya çıkan hareketlerin başarısızlığı, İslamcılığın meşru arayışını ortadan kaldırmaz. İslamcılık, İslam dünyası ve Batı dünyasında ortaya çıkan zulümlere karşı bir adalet arayışıdır. Kelimelerin etimolojisine takılarak, anlamı gözden kaçıran literal okuma, bizi sağlıklı bir noktaya taşımaz. Bu yüzden İslamcılığın idealine ve hedeflerine her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır. Öyle görülüyor ki, Türkiye toplumunda ve siyasetinde uzun süredir devam eden ve son zamanlarda iyice görünür hale gelen bir çürüme vardır. “Devletin / otoritenin olduğu yerde adalet yoksa çürüme vardır. Mutlak iktidar arzunun olduğu yerde denge- denetim sistemi yoksa, çürüme vardır. Dinin olduğu yerde tefrika hakimse, çürüme vardır. Ekonominin olduğu yerde adalet değil imtiyazı gruplar yaratılmışsa, çürüme vardır. Toplumu oluşturan gruplar arasında eşitlik değil hiyerarşi hakimse, çürüme vardır. Yasak ötücü kurucu akla halkın özgür iradesi/ rızası eşlik etmiyorsa, çürüme vardır. ” ( Şaban Ali Düzgün, Yetkin Düşünce Dergisi, sayı:27, s: 135) Ana sorun, çürümeyi önce engelleyecek sonra ortadan kaldıracak yeni bir siyasal anlayışa ve yönetim modeline ihtiyacın varlığıdır. Geleneksel olan modeli sürdürmeye çalışmanın çözüm üretmeyeceği artık belli olmuştur.

Yusuf Yavuzyılmaz’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir