13.06.2022
İdeal ile realite arasındaki uyumsuzluk Müslümanların en temel sorunudur. Bu uyumsuzluk, düşünce ve davranış yönünden zihinsel bir bölünmeye de yol açtı. Zihinleri bölünmüş insanların en büyük sorunu hayatı birbirinden bağımsız kategoriler olarak konumlandırmalarıdır. Ortaya çıkan çelişkiyi gidermek için ideal ile realite arasındaki boşluğu olabildiğince kapatmak gerekiyor. Bu yol zor ve uzun bir mücadeleyi gerektiriyor. Kabul etmek gerekir ki, Müslümanlar inançlarından giderek uzaklaşıyor ve gizli ve açık bir sekülerleşme yaşıyorlar. Sonuçta dindarlar, pratik davranışlarındaki çelişkiler dolayısıyla eleştiriliyor ve sahip oldukları inançları da yargılanıyor. İnançlarıyla aralarında uyumsuzluk olan dindarlar, sekülerlerin tezlerinize uygun sonuçlar üretiyorlar. Dindarlar sahip oldukları inancın değerlerine uygun bir ahlaka sahip olmadıkları için, eleştirdikleri seküler kimselerle aynı, yer yer de daha olumsuz bir duruma düşüyorlar.
Aynı olumsuz tutum, İslamcılık araştırmalarında da görülmektedir. Ahlaki düzlemde yeni bir dünya düzeni iddiasını sürdüren İslamcılığın tüm ahlaki iddialarının ortadan kaldırılması ve olumsuzlanması için “siyasal İslam” üzerinden eleştiri yapanların önemli bir bölümü, Müslümanları liberal kapitalist sisteme eklemlemek kaygısında olanlardır.
Neo liberalizm, önüne engel oluşturacak her tür ahlaki söylemi süpürmeye ve etkisizleştirmeye çalışıyor. İslamcılığı da siyasal İslam olumsuzlanması üzerinden süpürmeyi başarabilirse, önündeki bir ahlaki bariyerden daha kurtulmuş olacak.
Türkiye’nin liberal politikalara mahkûm edilmesi liberaller değil, muhafazakârlar eliyle gerçekleşti. Bu süreç Özal ile başlayıp Erdoğan ile noktalandı. Kuşkusuz muhafazakâr dindar siyasileri buna zorlayan sebepler vardı. Türkiye’de kurulan sistem büyük ölçüde devletçiliğe ve resmi ideolojiye yaslanıyordu. Devletçiliğin ve resmi ideolojinin sivil siyaset üzerindeki etkisini kırmak için iktisadi liberalizm tek yol olarak görüldü. Sistem büyük ölçüde dönüştürüldü. Ancak ahlak büyük ölçüde ihmal edildi. Dindar muhafazakârlar liberalleşti, ancak ahlaklarını ve iddialarını büyük ölçüde yitirdiler.
Muhafazakâr dindarlar, Özal ile başlayıp Erdoğan ile büyük ölçüde tamamlanan süreçte ekonomik ve siyasal anlamda önemli başarılar kazandılar. Ancak onlara Müslüman kimliğini veren ahlaki üstünlüklerini kaybettiler. Bu durum onları dönüştürdü ve temel ahlaki iddialarından uzaklaştırdı. Zenginleşen ve politik mevzi kazanan dindarlar kendilerine özgü yeni bir dindarlık ürettiler. Bu dindarlık da formel(biçim/şekil) ibadetlere vurgu yapılıyor, ancak ahlak (içerik, irfan, vicdan) olabildiğince ihmal ediliyordu. Sonuçta namaz kılan, oruç tutan, hacca giden ancak hukuksuzluğa, adaletsizliğe, liyakatsizliğe çeşitli sebepler üreterek sessiz kalan bir tip üredi. Bu tip giderek yaygınlaştı ve her tarafı sardı. Türkiye özelinde en büyük tehlike budur. Muhafazakâr dindarlar ekonomik ve siyasal anlamda kazandıkça doğru yolda olduklarını düşündüler. Oysa Müslümanlar iktidara geldiğinde önceki dönemde olan adaletsizlikleri gidererek diğerlerine güven vermeliydiler. Oysa süreç tam tersi gelişti ve giderek güven kaybına uğradılar. Ötekilerle diyalog kuramadılar, onlara güven veremediler. Oysa Müslümanlar olarak tıpkı Hz. Peygamberin Mekke’yi fethinde yaptığı modelin izinden gitmeliyiz. O, bir süre önce kendisiyle savaşan kişileri bile affetti.
Müslüman siyasetçi düşmanlık, ötekileştirme ve ayrışma üzerinden politika üretemez, böyle bir politikanın aktörü olamaz. Burada derin bir özeleştiri yapmamız gerekir. İstediğimiz iktidar, devlet imkânlarını kullanmak, yakınlarınıza menfaat sağlamak ve zenginleşmek mi, yoksa adalet, hukuk ve iyinin temsilcisi olmak mı? Düşmanlıkları azaltmak yerine farklılıkları çoğaltarak toplum yönetilmez. Siyasal dildeki öfke bile içinde bulunduğumuz vahim durumu özetliyor. İbadetlerin formel yönüne aşırı dikkat edip, toplumsal görevleri kolayca ihmal etmemiz, sorununuzun ahlak sorunu olduğunu gösteriyor.
Muhafazakâr dindarlar, muhalefette olmanın konforuyla iktidarı ve sistemi haklı olarak eleştirdiler. Yaptıkları eleştiriler büyük ölçüde doğruydu. Ancak iktidarı ele aldıklarında ve büyük ölçüde dönüştürdüklerinde ellerinde bu konfor kalmadı. Bunun yerine dış ve iç düşmanlar söylemi ikame edildi. Sonuçta eleştirdiklerinin kötü birer kopyası oldular. Aliya’nın dediği gerçekleşti ve muhafazakâr dindarlar mücadele ettiklerine dönüşerek kaybettiler.
Müslümanlar süratle muhafazakârlığın ve milliyetçiliğin çürütücü ve dönüştürücü ikliminden kurtulmalıdır. Muhafazakârlık ve milliyetçilik İslam’ı temel ahlaki iddialarından uzaklaştırıyor.
Bu süreçte, temelde yapılan hata İslamcı aydınların önemli bir bölümünün devletle bütünleşmesi oldu. Bu onların muhalif konumunu hayli zedeledi “Alternatif bir hareket, ‘devletleştikçe’ dinamizmini kaybeder. Devlet denilen müesses nizamla özdeşleştikçe muhalif olma yeteneğini, refleksini, yani alternatif olma imkânını kaybeder.” (Ertelenmiş Yüzleşmeler, Akif Emre, Büyüyen ay yayınları, s: 160)
İslam’ı kökenden gelen siyasiler statüko ile olan mücadelelerini bazı mevzi başarılara karşın kaybettiler. Süreç içinde statükoyla önemli bir mücadele verdiler ve belirli oranlarda gerilettiler. Ancak milliyetçilik ile girdikleri evlilikte statükonun sözcüsü oldular; devletten topluma bakmaya başladılar; adalet söyleminin yerini güvenlik, hukukun yerini ‘milli menfaat’ kavramı aldı.
Statükoya teslim olmanın en önemli göstergeleri muhafazakârlaşma, sağcılaşma ve milliyetçiliktir.
İslamcılık, bir siyasal hareketin iktidar serüveni ve hatalarıyla özdeşleştirilip günah keçisi ilan edilemez. İslamcılık, her tür sömürü ve hukuksuzluğa karşıdır; her koşulda zalimin, muktedirin karşısında mazlumun, haksızlığa uğrayanın yanındadır. Her tür politik tahakkümü karşı sözleşmeye dayalı bir toplum modelini savunur. İslam’ın ahlaki ilkeleri temelinde bir toplumsal düzenin imkânını oluşturmaya çalışır.