Yusuf Yavuzyılmaz Yazdı: İdeal ve Realite Arasında İnsan

14.03.2022

Hiç kuşku yok ki, insan hayatı ideal kabul ettiği değerler ile yaşadığı hayat arasındaki dalgalanmalarla geçer. Bu durum siyasal, ekonomik ve toplumsal ilişkilerde karşımıza çıkmaktadır.

            Asıl sorun inandığı değerlerin belirleyici olmadığı bir dünyada, inancını nasıl yaşayacağı ve ne tür pratikler sergileyeceğidir. Bu anlamda sağlıklı bir denge kurulamaması, insanları farklı tepkilere yöneltmektedir. Kimileri ideali tümden hayatından çıkarıyor, kimileri ise yaşadığı dünyayı reddediyor. Yaşadığı gerçekliği kabul edilemez olarak tanımlayan zihnin, düşüncesindeki ideali çeşitli nedenlerle pratiğe aktaramaması sorunlu ve öfkeli bir kişilik yaratıyor.

            Dindarlar uzun zamandır olana değil olması gereken yoğunlaşarak hayatı ıskalıyorlar. Olana yoğunlaşmak kendisiyle hesaplaşmayı gerektiriyor. Dindarlar kendi yetersizlikleri ile hesaplaşmak ve kendilerini yeniden inşa etme yerine, sürekli ideal olandan söz ederek bu yüzleşmeyi öteliyorlar. Oysa soru olan Hz. Peygamberin pratik olarak hayata taşıdığı Kur’an’ı değerler değil, insanların davranışlarındaki tutarsızlıktır.

            İnandığı değerleri hayata geçirmekte zorlanan dindarların önünde iki seçenek gözüküyor. Bu seçeneklerden ilki, dünyaya sırt çevirerek kendi içine gömülmek, ikincisi yaşadığı düzene uygun bir dini anlayış üreterek eylemlerini meşrulaştırmak. Tasavvuf ehli birincisini, iktidarlar ikincisini denedi tarih boyu. Tasavvuf ehli, nefs terbiyesini öne alarak toplumsallıktan uzaklaşmayı hedefledi ve kendine özgü bir dindarlık üretti.

            Dindarların üçüncü yaklaşımı ise Peygamberin mirasçısı olduklarını hatırlatarak, hakikatin adaletin, doğruluğun temsilcisi olmalarıdır. Kuşkusuz bunun yolu haksızlık, yolsuzluk, nepotizm ile mücadele etmekten geçiyor.

            Bulundukları konumu eş, dost, siyasal yandaşlık ile elde edenlerden adalet beklemek fazla iyimserlik olur. Çünkü bu kişilerden beklenen adil olmaları değil, kendilerini o makama taşıyanların çıkarlarına hizmet etmektir. Geriye herkesin konumunu meşrulaştıracak bir söylem kalıyor. Değerler çarşısı, bunun için son derece elverişli mekanlardır. Herkes, tarihe referans yaparak kendi konumunu meşrulaştıracak değerler bulmakta zorlanmıyor. Bu durumda tarih, yaşadığımız aktüel durumu meşrulaştıracak bir amaca dönüşüyor.

            Aynı durum muhafazakar dindarların siyasal tepkilerinde de görülüyor. Muhafazakar dindar seçmenin siyasal tercihlerini, idealleri değil, büyük ölçüde korkuları belirlemektedir. Sorunumuz şu: Karşı tarafın zulmünden korkarak haksızlıkları görmezden gelmek ahlaki bir siyasal tavır mıdır? Bu durum karşı tarafın hiç değişmediğini, eski dönemlerde dindarlara hayatı zindan eden zulmünü tekrar etmek için muhafazakarlar dindarlara şirin gözüktüğünü savunuyor. Kısaca dindar seçmen pirince giderken elinde bulunan bulgurdan olma istemiyor. Bu durumda muhafazakar dindarlara pirinci hedef gösterenler, ellerinde bulunan bulguru kaybetmeyeceklerine garanti vermelidir. Bu noktadaki başarı ise hem kendilerinin değişmesi hem de kendileri hakkındaki fikirlerin değişmesine bağlıdır.

            İdeal ve realite arasında anlamlı bir denge kuramayan ve genellikle değerlerini realiteye feda eden anlayış,  gönülleri Hz. Hüseyin’den, kılışları ise Muaviye’den yana olan sorunlu tipler üretiyor. Bu bölünmüş zihin yapısının ürettiği şizofrenik anlayış, yaşadığı topluma örneklik rolünü de yapamıyor.

            Aslına bakılırsa iman konusu ideal değerler ile yaşantı bire bir çakışmaz. Çünkü din yaşanmak için gönderilmiştir. Ortaya çıkan sorunlarda kişi kendi yetersizliklerini merkeze koyarak değerlendirme yapmalıdır. Bunun için din de tevbe kapısı sürekli açık tutulmuştur. İnsanlar çeşitli derecelerde ideal değerlerden saparlar. İdeal değerler ile bir toplumu aynileştirmek bir yeryüzü cenneti tasarımıdır ki, bu bir Müslümanın anlayışı olamaz. İslam Aliya’nın dediği gibi sürekli iyilik için mücadele etmektir. Bir yeryüzü cenneti tasarımı olarak ideal toplum ütopyası, yine Aliya’nın dediği gibi materyalisttir ve Müslümanlara ait değildir. İslam’a göre kötülüğün tümden ortadan kalkacağı bir yeryüzü tasarımı yoktur. Müslümanlar ideal değerler için mücadele ederler. Bu mücadelenin adı da İslam’dır.

Aşırı idealize etmek insanı hayatın gerçeklerine yoğunlaşmaktan uzaklaştırma tehlikesini barındırır. Bunun aksine idealden tamamen kopmak, insanı realitenin zalimliğine mahkum ederek, realiteyi değişmez gerçeklik olarak kabullenmek eğilimini besler. Hakiki mücadele gerçekliği ihmal etmeden, ideal yönünde arayıştır. Bu mücadele insanoğlunun en soylu mücadelesidir. Bu noktada üzerinde düşünülmesi gereken soru şudur: “ideal değerler ile yaşanan zulmün arasında nasıl bir mücadelede, nasıl bir dil ve yöntem kullanılmalıdır? İşte Hz. Peygamberin insanlığa rehber olacağı nokta tam da burasıdır.

            İslami bir dünya görüşünü benimseyen her insan hayata vahiy penceresinden bakmak, olayları onun verileriyle değerlendirmek zorundadır. Buna göre devletin dini inançlar ve pratikler karşısında belirleyici olamayacağını savunmak gerekir; çünkü hiçbir otorite karar alma konusunda Allah’ın otoritesiyle eşitlenemez ve onu aşamaz. Bu anlamda hiçbir devlet müslümanların veya herhangi bir dinin giyim tarzını hiçbir gerekçe göstererek belirleyemez, sınırlandıramaz, yasaklayamaz. Çünkü bir müslüman için belirleyici olan devletin ideolojik tercihleri değil, Allah’ın rızasını kazanmaktır. Aslına bakılırsa devlet ve millet arasındaki tarihsel birlikteliğin bozulmasındaki temel etken, sahip oldukları pozitivist anlayış doğrultusunda kararlar alan ve bir siyasal mühendislik projesi uygulamaya çalışan Cumhuriyet elitlerinin halkı din ile devletin öncelikleri arasında tercihe zorlamasının yarattığı gerilimdir.

Kendi hataları ile yüzleşerek kendinin eksiklikleri bilerek, hatanın belirleyici sacayağının kendinden kaynaklandığını bilerek, kendini, ülkesini, ait olduğu inanç evrenini, dünyayı olduğundan daha iyiye yükseltmeye çalışan insanlar tarihin her döneminde olduğu gibi şimdi de vardır. 
Hiçbir maddi geliri olmadığı halde dünyanın öbür yakasındaki yoksullara, fakirlere yardım eden, sadece Allah rızasını önemseyen insanlar var. 
Hayata sadece olumsuz yönden bakmak isteyen insanlar burnunun ucundaki güzelliklerden mahrum kalırlar. Bu insanları tanıyın, bilin ve yararlanın. Başkaları için yaşayan bu insanları gördükçe kendinizden biraz utanırsınız belki. Aşırı genellemelere haklı haksız herkesi aynı genellemenin içine sokup içine değerlendirmek doğru değildir. 

İnsanlar genellikle ideal kavramlar üzerinden eleştiri, var olanlar üzerinden siyasal tercihlerini kullanırlar. Sadece ideal kavramlar üzerinden tartışma insanı spekülatif felsefeye mahkum eder ve gerçekler dünyasından koparır. Sadece gerçekler dünyasına odaklanmak ise yenilik ve değişim idealini örseler. İdeal kavramlar üzerinden bilinç kazandırmak, var olanlar üzerinden ise siyasal kabul edilebilir modeller üretmek gerekir. Kaldı ki, ontolojik yapısı gereği yanılgıya, zulme, kötülüğe eğilimli olan insanın olduğu yerde ideal yönetim ve toplum oluşturmak imkansıza yakındır. Var olan adalet için mücadele etmektir ki, din de budur zaten. Özgürlük ve adalet arayışı tamamlanmış süreçler olmayıp, yapısı gereği dinamik süreçlerdir.

Unutulmamalıdır ki, Allah, insanları hakikatin uzağında hiçbir zaman savunmasız ve çaresiz bırakmamıştır. Son Peygamber hakikati bildirmiş ve bunun nerede bulunacağını da göstermiştir. Burada sorumluluk hakikati bulamayan kişinindir. Kişiler hakikati bulamıyor diye hakikatin bir suçu yoktur. Her zaman ve her devirde hakikati temsil eden bir damar vardır. Geriye Yunan düşünürleri sofistlerin iddia ettiği doğru yoktur, doğru kişiden kişiye değişir fikri kalmaktadır. Sorun hakikatin varlığında değil, kişinin buna ulaşıp o doğrultuda hareket etmedeki isteksizliğindedir. Dindarların sorunlu yanlarını eleştirenlerin bir bölümü, onları uyarmak ve İslam’ın özüne uygun yaşamak için onları eleştirenlerdir. Diğer bölümü ise, dini hayatın dışına atmak için dindarların sorunlu davranışlarını bahane ederek İslam’a savaş açmaktadır.
Birincilerin eleştirilerinden yararlanmak ikincilerle ise mücadele etmek gerekir. Siyaset, muktedir olma hırsı, iktidar şehveti ve rant aracına dönüştüğünde, orada kadim değerlere ilişkin bir erdem yoktur. Bizatihi iktidarda kalmak veya oraya ulaşmak temel değer olduğu yerde ahlaka yer kalmaz. Oysa adalet ve ahlak, sadece iktidar alanında değil, iktidar aracını dışında da savunulabilecek bir değerdir.

            Türkiye’de ve dünyada, sadece din alanında değil, diğer ideolojik yaklaşımlarda da söylem ve eylem arasındaki tutarsızlık yaygındır. Bu uyumsuzluk sadece Müslümanlara veya İslamcılara ait bir tutum değildir. Marks’ın “Das Kapital” adlı eserinde dile getirdiği düşünce ile dünyadaki komünizm uygulamaları arasında derin bir fark vardır. Eylem ile söylem arasındaki uyumsuzluk kuşkusuz önemli bir konudur. Ama bunu sadece İslamcılara ait bir özellikmiş gibi genelleştiren ve diğer ideolojileri eleştiri dışı tutan siyasal akıl, ahlaki bir eleştiri değil, kendi ideolojisini meşrulaştırmak için zekice olmayan bir söylem inşa etmektedir. Üstelik tüm İslamcıları aynı kategoriye koyup değerlendirmeye tabi tutmak da ayrı bir metodolojik sorundur. İslamcıların önemli bir bölümünde eylem ve söylem sorunu olduğunu kabul etmek gerekir. Benzer şekilde Kemalistler, Sosyalistler, liberaller, Milliyetçiler için de aynı durum söz konusudur. Eylem ve söylemlerin uyuşmuyor olması temelde ahlaki bir sorundur. Benzer şekilde Batı dünyası da eylem ve söylem arasında son derece sorunlu bir noktada durmaktadır. Mısır darbesine ses çıkarmayan, Suudi Arabistanlı destekleyen Amerika ve Batı demokrasi ve insan hakları konusunda çok mu tutarlı? Bir eleştiriyi sadece bir gruba has bir özelliktir gibi genelleştiren metinlerde sadece bilgi yanlışı değil, derin bir ahlak zaafı da vardır. Seçmeci zihnin yöntem zaafıdır bu. Başkasının zaaflarını anlatarak kendi zaaflarını gizlemeye çalışmak doğru bir yöntem değildir. Ötekini şeytanlaştırarak hatadan arınmak mümkün değildir. Hatadan arınmak için yüzleşmek ve refleksif yaklaşımın önünü açmak gerekir.

Müslümanlar yaşadıkları dünyada karşılaştıkları sorunların kendi zaafları sonucu olduğu bilinciyle yaşamalı. Başkalarının hata ve yanlışlıklarının kendilerini melekleştirmediğini de bilmelidirler. Öte yandan bugün dünyadaki adaletsizliklerden dünya sistemini elinde tutan güçlerin en fazla sorumlu olduğu açıktır. Peki, neden bu güçler değil de, daima kaybedenler daha çok sorumlu tutulmaktadır? Öncelikle muktedir olan iktidar sahipleri eleştirilmelidir.

İnanç, ideoloji, düşünce ile var olan gerçeklik arasındaki uyumsuzluk nasıl aşılabilir? Kuşkusuz bu konu son derece önemlidir? İlk olarak var olana itiraz eden her ideoloji doğru değildir. Her ideoloji var olan sorunlara mantıklı ve tutarlı cevaplar üretmez. Dahası var olan sorunları daha da keskinleştirip derinleştirebilir. Kuşkusuz sadece ideolojiye, öğretiye yoğunlaşıp toplumsal gerçekliği ihmal etmek sorunlu olduğu gibi, toplumsal çürümüşlüğü tek gerçeklik olarak görüp ideali reddetmek de çok daha büyük bir sorundur. 
İdealin peşinden koşmak ve sadece onu kutsayarak, toplumsal sorunları görmezden gelmek yaklaşımı sorunlu olduğu gibi, toplumsal sorunları bir kader, değişmez bir gerçeklik olarak kabul eden kaderci yaklaşım da en az birinci kadar sorunludur. Tam bu nokta da Hz. Peygamberin tavrı müthiş bir örneklik gösterir. Karşılaştığımız her sorunun çözümünde O’nun kutlu yolunu izlemek gerekir. Toplumdaki en azılı düşmanını bile kazanmanın yolunu açık tutan bir ahlakı mücadele yürütmek gerekir. İdeal ile toplumsal gerçeklik arasında anlamlı bir bağlantı kuran en önemli kavram “İçtihat” kavramıdır. Toplumsal sorunlara duyarsız hiçbir din ve ideoloji hayata müdahil olamaz. İçtihat, İslam’ı hayata bağlayan en önemli araçtır. Bu anlamıyla içtihat ideal ile realite arasında sağlıklı denge kurmanın, ideali realiteye bağlamanın en önemli aracıdır.

Yusuf Yavuzyılmaz’ın Tüm Yazıları

Önerilen Yazılar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.