11.11.2024
İslam dünyasının karşılaştığı sorunlar karşısında bu denli sessiz ve etkisiz kalmasının altında, İslam ülkelerinin iç zaafları yatmaktadır. Kur’an hiçbir zaman dış faktörleri belirleyici konumda görmez. Kur’an insanın başına gelen olayların sorumluluğunu kendisine yükler.
Uhud Savaşı bu konuda son derece açıklayıcıdır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber bir savaş taktiği olarak okçuları bir tepeye yerleştirmişti. Onlara aşağıda ne yaşanırsa yaşansın hiçbir koşulda yerlerini terk etmemelerini söylemişti. Ancak savaşın müslümanların lehine döndüğünü düşünen okçular yerlerini terk ederek aşağıya inmişlerdi. Savaşın başından beri okçular tepesini gözlemleyen ünlü komutan Halid bin Velid, savaşı kazanmalarının tek imkanı olarak gördüğü tepeyi okçuların terk etmesi üzerine, savaşın seyrini değiştiren tarihi hamlesini yaptı.
Uhud Savaşı’nın analizini yapan tarihçiler, savaşın gidişatını değiştiren hamleyi yapan Halid bin Velid’in dehasını öne çıkarırlar. Savaşın gidişatını izleyen kimselerin bu şekilde düşünmesi son derece doğaldır. Oysa Kur’an’da olay değerlendirirken bir kez dahi Halid bin Velid’e atıf yapılmamıştır. Ancak okçuların peygamberlerinin emrine aykırı hareket ettiklerinden ve ganimet peşine düştüklerinden söz eder. Yani dış faktör olan Halid bin Velid’in dehasına değil, müslümanların zaaflarına vurgu yapar. Bu belirleme İslam sosyolojinin temel özelliklerinden biridir. Müslümanların başarısızlığının nedenleri hiç kuşku yok ki, iç zaaflardır. Sosyal bir olayı doğru değerlendirmek için doğru soruları sormak gerekir. Sahte soruların izinden giderek doğru çözümler üretmek mümkün değildir. “İsrail bizi neden yeniyor” sorusu sahte bir sorudur. Doğru soru “neden İsrail’e karşı başarısızlığa yatkın bir yapımız var” sorusudur. Birinci soru dışarıya odaklanırken ikinci soru iç faktörlere odaklanır. Günahın nedeni şeytanın gücü değil, insanın zaaflarıdır. Sorunu doğru analiz etmek için doğru soruyu sormak gerekir.
İslam ülkelerinin karşılaştığı sorunları çözememesinin temelinde yer alan iç sorunları şöyle sıralayabiliriz:
1-İslam ülkelerinin önceliği müslümanlar değil ulusal çıkarlarıdır.
2-İslam dünyası diye bir dünya yoktur. Çoğunluğu müslümanların yaşadığı ülkeler vardır.
3-İsrail’e karşıymış gibi görülen çoğu ülke bunu samimi olarak istememektedir.
4-Müslümanların çoğunluğu mezhep taassubu içindedir.
5-İslam ülkeleri bölgesel çatışmaların içindedir.
6-İslam ülkelerinin çoğu ekonomik bakımdan sorunludur.
7-İslam ülkeleri genellikle askeri, yarı askeri tek parti diktatörlükleri tarafından yönetilmektedir. Bu yüzden toplumsal meşruiyetleri sorunludur.
8-İslam dünyasında hak ihlalleri vardır.
Şimdi eşiğine geldiğimiz soru şu: Biz İsrail’i yenmeyi hak ediyor muyuz? Bu sorunlarla boğuşan İslam dünyasının İsrail’i bırakın kendi sorunlarını bile çözmesi mümkün gözükmemektedir. Bu yüzden dünyanın en saldırgan gücüne karşı dişe dokunur bir karşılık verilememektedir.
İslam Birliği, İttihadı İslam ( İslamcılık) sosyolojik anlamda 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu dönemin en belirgin özelliği İslam ülkelerinin bağımsızlıklarını kaybederek Batılı emperyalist devletlerin sömürgesi haline gelmesidir. Bu çöküş karşısında bir cevap üretmek üzere İslamcılık ortaya çıktı. Ancak İslamcılık da İslam dünyasının sorunlarını çözecek bir performans sergileyemedi. Ancak İslamcılar, iç zaafları öne çıkararak son derece doğru bir noktadan hareket ediyorlardı.
Sömürülen İslam ülkelerinde başlayan sömürge karşıtı milliyetçi hareketler görece bağımsızlığa ulaşmasına karşın, sömürüyü önleyemedi. İslam dünyası 19. yüzyıldan çok daha fazla sömürge durumundadır. Üstelik müslümanlar şu an yetmiş yıldır katliam yapan bir devletin saldırısı altındadır.
Öyle görülüyor ki, İslamcılık, bu toprakların en yerli ideolojisi olarak mutlaka etkin olmalıdır. İslamcılığın öldüğü tezleri doğruyu yansıtmamaktadır. Çünkü İslamcılığa ve onun temel iddialarına duyulan ihtiyaç her zamankinden çok daha fazladır.